ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
8 Mayıs 2024, Çarşamba 09:41   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  Delacour> Forum Mesajları
    Delacour'e ait Toplam 799 Forum Mesajı var
<<1 234567891011...80>>


Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Kitapkurtları >Hurin in Çocukları-Tolkien>
  4.May.2007 Cum 12:38:01
fiogf49gjkf0d

Succubus

 

Bölüm Bir - Koridor

 

            Mavi ışık, yavaş yavaş aralamaya çabaladığı gözlerinin arasından olabildiğince şiddetiyle parladı. Göz kapakları, günlerdir uyuyormuş gibi ağırdı; ağrıyorlardı. Gediz, tanımadığı bu yatakta uyanışına bir anlamın veremiyordu. Sanki birisi, kucağında taşımış gibiydi onu bu yatağa. Yatağın tam ortasında, sırtüstü ve dümdüz uzanır hâlde uyanmıştı. Yerinden kıpırdamadan, günlerdir uyumuş gibi hissediyordu kendisini. Hiç bir şey hatırlamıyordu. Hiç bir şeyi anlamıyordu. Zamanın ne olduğu hakkında, hiç bir fikir yoktu. Variller dolusu asitle yıkanmış gibi boştu aklı. Zihninde, küçük de olsa hatırlayabileceği bir kaç düşünce aradı neler olduğuna dair. Boştu. Bulamadı. Hatırlayabildiği tek şey, kendi adıydı. Doğruldu yatağın üzerinden. Karanlığın içinde, nerede olduğunu anlayabileceği cisimler aradı. Algılayabildiği tek nesne, mavi bir ışıktı karşısındaki duvardan üzerine parlayan. Sanki hedefte o varmış gibi. Şiddetle.

 

            Karanlık bir odada olabileceğini düşündü. Ayağa kalkmaya çalışınca, üzerinde dar ve uzun bir elbise olduğunu fark etti. Bir an, kadınsı kıyafetlerin ona hiç de cazip gelmediği ışıdı aklında. Yürümeye başladı. Elleriyle karanlığı yokluyordu yürürken. Karanlığın içinde seçemediği, aniden önünde beliriverecek cisimlere karşı siper tutmaya çalışıyordu onları. Yoğun mavi ışığın geldiği duvara doğru ilerlemeye çalıştı. Adımları güvensizdi. Duvara doğru yaklaştı. Varolduğunu sezinlediği bitkinliğinden arda kalan anlama kabiliyetinin tamamıyla, dikkatini ışığın ne olduğunu anlamaya veriyordu. Işığa eliyle dokunabileceği bir noktaya gelince duraksadı. Eğilmeye başladı. Işıkla aynı hizaya gelmek istiyordu. Daha da eğildi. Odaya hâkim olan sessizliğin, ışığa yaklaştıkça sonlandığını farketti. Bir ses duyuluyordu ışığın içinden. Derinlerden bir tıkırtı. Kalbi hızlanmaya başlamıştı.

                                 

            Neler olduğunu, neden orada olduğunu hiç anlamıyordu. Bu, bir şaka mıydı? Birkaç kanı hızlı akan arkadaşının, sırf heyecan yaşamak ya da yaşatmak uğruna yaptığı ama onun hiç de hoşlanmadığı iğrenç bir şaka mıydı? Aklı, herhangi bir konu üzerinde ustaca yoğunlaşamayacağı derecede boştu Gediz’in. Işığın içinde, o derinlerden gelen tıkırtıya doğru yoğunlaştı. Sesi rahatlıkla duyulabiliyordu. Işığın geldiği duvar sert bir nesneyle kırıldığında, ardında açılan manzarada tüm cevapları bulabileceğini düşündü. Korkuyordu. Karanlığın ve ışığın ürkütücülüğünü düşünmese bile; sadece sesin ürkütücü yankısı, nabzını olabildiğince yukarıya taşıyabilecek güçteydi. Elini, ışığa doğru uzatmaya başladı. Dokunmaya korkuyor olmasına rağmen, bu hoşlanmadığı yerden kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Cevaplar, ışığın ne olduğunu anlamakla başlamalıydı. Elini uzatmaya devam etti. Uzanmaya çalıştıkça zorlandığını hissetmeye başladı Gediz. Sanki bir mıknatıs vardı ışığın içinde. Sanki mıknatısın eş kutbu elindeydi ve ışık, onu zorluyordu dokunmaması için. Bu doğaüstü aykırılığın, korkusundan mı; yoksa gerçekten de doğaüstü oluşundan mı kaynaklanabileceğini fazla düşünmedi ve zorlamaya devam etti. Titriyordu elleri. Kolunun ağırlaştığını fark etti. Dünyevi bir yaşamda karşılaşamayacağı kadar fazla enerji harcıyordu ışığa ulaşmak için. Işıkla arasında yalnızca birkaç santim kalmıştı. Dokunmak üzereydi. Zorlukla yutkundu. Gücünü toplamak için son bir nefes daha aldı. Uzandı ve tam dokunacakken:

 

-         Uğraşma!!!

 

            Oda, birden aydınlandı. Her yer, yanıbaşına yıldırım düşmüş ve düşüşünü hâlâ sürdürüyormuş gibi parlaktı. Gözlerini sımsıkı kapadı. Eğildiği yerden sendeleyip düşüverdi ahşap zeminin üzerine. Gözleri, bugüne kadar rastlamadığı şiddette ağrıyordu. Açamıyordu onları, zifiri karanlıktan ani aydınlığına dönüşen yoğunlukta. Işık, acımasızca çarpıyordu gözlerine. Ellerini set çekti yüzüne. Neler olduğunu anlayabilmek için, alışmaya çabalıyordu ışığa. Duyduğu sesin korkusunu yaşayamayacak kadar canı yanıyordu. Ses durmadı ve devam etti:

 

-         Umarım hatırlayabildiğin bir şeyler vardır!!!

 

            Gözlerini açamaması, hareket kabiliyetini kısıtlıyor ve çileden çıkartıyordu Gediz’i. Dışarıdan gelebilecek herhangi bir darbeye savunmasız olması, her zaman bir kaos olmuştu onun için.

 

            Birden, ani bir şimşek çaktı beyninde! Bir rüyanın içerisinde buluverdi kendini. Bir yatak odası belirdi sararmış tonlarda. Odadaki yatağın üzerinde yatıyordu. Yatağın sağında duran cama takılı perdeleri farketti ve perdelerin çekili olmadığını. Tüllerin şeffaflığından, dışarısının karanlık olduğunu anladı ve uyumaya hazırlandığını. Odanın kapısı, yatağın tam karşısındaydı. Sırtını, arkasındaki duvara verdi. Uyumaya hazırlanıyordu. Görüş açısında, camı ve kapıyı rahatlıkla görebildiğini anlayınca rahatladı. Kendisini güvende hissetti; odayı, tamamiyle kontrol edebildiğini anlayınca. Gözlerini kapadı, o beyninde çakan hayaldeki yatağın üzerinde…

 

            Sendeleyip düştüğü yerden gözlerini araladı Gediz. Işık öylesine kuvvetliydi ki ağrıyı bastırmak için tekrar kapatmak zorunda kaldı. Gözlerini açamıyordu ve bu durum iyiden iyiye sinirlendirmeye başlamıştı onu. Çaresizlikle sesi düşünmeye başladı. Genç bir kadın sesine benziyordu. Seste, rahat bir tavrın hakim olduğunu düşündü. Gözlerini alıştırmaya çalışırken, sesi cevapladı:

 

-         Kimsin sen?Ne istiyorsun?

-         Kim olduğumu bilmenin, şu anda bulunduğumuz ortamda, sana ya da bana, herhangi bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum! Şunu söyleyebilirim ki; bugüne kadar yaşamış olduğum hayatımı, gerçekte bu odada sürdürmedim ve o yaşamın ne olduğu hakkında ise hiçbir fikrimin yok! Dök bakalım taşlarını! Buradan kurtulmam için bana söyleyebileceğin herhangi bir şey var mı? Elbette, öncelikle ışığa alışman gerektiğini biliyorum! Bekliyorum!

 

            Sendeleyip düştüğü yerden doğrulmaya, gözlerini hafif hafif aralamaya başladı Gediz:

 

-         Hiçbir şey hatırlamıyorum.

 

            Alaycı bir gülümseme duyuldu kadından:

 

-         Bir süre daha buradayız, desene!

 

            Kontrolünü kaybetmeye başlıyordu Gediz:

 

-         Ne demek istiyorsun? Neler oluyor, anlamıyorum! Sen de kimsin? Ben, burada ne arıyorum? Nedir bütün bu olanlar?

-         Sanırım; odanın içinde bulduğum bazı ayrıntılar, hırçınlığını gidermekte fayda sağlayabilir! Gözlerini aydınlığa alıştırma işlemin tamamlandığında, soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız! Önce düzelmen gerekli, acele etmeye çalış! Bu arada ışığı aniden açtığım için özür dilerim! Ama eninde sonunda açılacaktı ve ağrımaya başlayacaktı gözlerin uzun soluklu uykunun ardında! En doğrusunun, bunu hızlıca çözmek olduğunu düşündüm! Şimdi toparlan!

 

            Gediz gözlerini yavaşça araladı. Ağrıya dayanmaya çalıştı. Oda, bulanıktı henüz! Zorla da olsa, koyu renginden ötürü odadaki diğer nesnelerden ayırt edebildiği, siyah örtülü yatağa doğru ilerlemeye çalıştı. Güçlükle kenarına bıraktı kendisini. Başını, yatağın diğer ucuna doğru çevirdi. Hemen yanında duran, küçük beyaz koltukta birinin oturduğunu farketti. Oturanın üzerinde, kırmızı bir elbise vardı. Sesin o kişiden gelmiş olabileceğini düşündü. Oturan kişinin yanına doğru kaydı bakışları. Yanından yansıyan, ağır beyaz ışığı farketti. Hızla çevirdi başını o yönden uzağa. Oturdu ve beklemeye başladı. Gözlerini öyle hızlı kırpıştırıyordu ki zamanın akıcılığı, film karesi tadındaydı sanki. Odanın bulanıklığı erimeye başlıyordu. Önce renkler belirmeye başladı, daha sonra nesneler. Tekrar denedi; başını, kadının olduğu yöne doğru çevirmeyi. Az önceki ağrıya kıyasla daha rahattı. Kadın, ona doğru bakıyordu ellerini çenesinde kavuşturup:

 

-         Alıştın mı?

 

            Sakinleşmişti Gediz:

 

-         Evet!

-         Sevindim! Neyse! Uzatmayalım! Sevim ben! İsmini hatırlıyorsundur umarım!

 

            Bulundukları ortamın rahatsız edici havasına yakışmayan, yeni biriyle tanışma seansı hoşuna gitmedi Gediz’in. Yine de cevapladı:

                                                       

-         Gediz! Evet, uzatmayalım! Şu ayrıntılardan bahset bana! Sen nasıl girdin buraya? Var dediğin ayrıntılar da neyin nesi?

 

      Gülümsedi Sevim:

 

-         Evet, ayrıntılar! Bahsedelim artık! Ama söylemeden geçemeyeceğim! Elbiseni beğendim!

 

            Bilmediği bir odada, aklındaki her türlü belirsizlikle uyanışı… Garip bir ışık ve ışığın içinde duyulan tuhaf sesler… Zamanın ne olduğu hakkındaki bilinmeyen karmaşıklıklar … Bununla beraber, aniden ortaya çıkan ve hiç tanımadığı bir kadın… O kadının saçmasapan rahat tavırları… Ve sonunda elbisesinin görselliğine bile yorum yapmaya varan saçmalığı... Bundan ötesi olamazdı:

 

-         Sen, aptal mısın???

 

            Dişlerinin beyazlığını açıkça ortaya koyan, yırtıcı bir gülümsemeyle dökülüverdi kelimeler ağzından Sevim’in:

 

-         “Süreyi net olarak kestiremiyorum ama senden yedi ya da sekiz gün önce uyanmış olmalıyım bu odada! Zamanı, saatin varlığından ya da en azından doğruluğundan şüphe duyduğum için kestirebilmek güç! Acıkmıyor ve susamıyorum! İşin diğer ilginç yanı ise, uyuyamıyorum! Uykum gelmiyor! Sakinliğin, ne demek olduğunu yakında anlayacaksın!” dedi ve baştan aşağıya inceleyen bakışlarını Gediz’in üzerinden çevirip, elinde tuttuğu kâğıtlarla ilgilenmeye başladı Sevim. Az evvelki neşesini kaybetmişti. Gülümsemiyordu. Mutlu bir anında, çok sevdiği bir yakınının kaybedildiği haberi, aniden verilmiş gibiydi sanki.

 

            Ayağa kalktı yatağın üzerinden Gediz. Sevim’in oturduğu koltuğun diğer tarafında durduğunu farkettiği boy aynasının önüne doğru yürüdü. Ayağındaki çizmelerin tok sesi, ahşap zeminin üzerinde sert yankılanıyordu. Aynanın karşısına geçti. Kendisine yansıyan görüntüyü incelemeye başladı. Siyah bir elbise vardı üzerinde. Bu siyah fonun üzerine; sol omzundan başlayan, nispeten ince sayılabilecek belinin sağ tarafında noktalanan, parlak renkli, dört adet ince kırmızı şerit çiziliydi. Elbisesinin ön kısmı, dizlerinin hemen altından başlıyordu. Boyun bölgesine kadar kapalıydı. Sadece sırt kısmında, beliyle boynu arasında, daire şeklinde bir dekolte bulunuyordu. Ayağında, topuğu çok da uzun olmayan siyah çizmeler vardı. Kıyafeti, bütün hâlinde; bir elbise olarak beğenebileceğini düşündü. Saçlarına baktı. İnce tellilerdi. Uzunluğu, ensesinin başladığı noktaya kadardı. Düz iniyorlardı tepeden aşağıya. Islak görünümlülerdi. Yeni jölelenmiş ve uykusunda geçirdiği bilinmeyen süre boyunca hiç bozulmamış gibilerdi. İnce yüzünü süzdü aynada. Hiç de yabancı gelmiyordu aynadan yansıyan yüz ama bir yerlerde eksiklikler vardı. Sevim’e doğru çevirdi başını:

 

-         “Bu rahatlığına inan çok şaşırıyorum! Yine de söylemeden geçemeyeceğim ben de ki senin elbisen de fena değilmiş!

-          “Aaa, evet!”. Başını, kâğıtlardan bir an için kaldırmıştı Sevim. “Kırmızıyı çok severim! Ama hayli ilginç bir cümle oldu! Zorlaman gerekli değildi!” dedi gülümseyerek!

 

            Oralı olmadı Gediz. Aynada kendisini süzmeye devam etti. Yan göz ucuyla da Sevim’i…

     

            Sevim’in elbisesine kırmızı renk hakimdi. Herhangi bir desen ya da işleme yoktu elbisesinde. Elbisesinin yüksekliği, dizlerinin oldukça üzerindeydi. Göğüs ve bel kısmı oldukça dar, belinden altta kalan kısmı jileli gibiydi elbisenin. Onun da ayağında kısa topuklu bir çizme vardı. Tek farkı, kırmızı renkte oluşuydu. Dalgalı siyah saçlarının, sırtına kadar inebileceğini düşündü Gediz. Uzun saç hayali yoktu ama kendisine de yakışabileceğini düşündü. Sert yüz hatlarını hafifleten seksi tebessümünün; onu, önemli bir kadın gibi gösterdiğini düşündü.

 

-         “Sen uyurken düşündüm de…” diye devam etti Sevim, “İğrenç fantezileri olan, psikolojisi bozuk bir katilin oyuncakları mıyız acaba! Şu üzerimdeki saçma sapan kıyafete bakıyorum da!..”

 

            Aniden gelen ve aynı hızda giden bir titreme belirdi Gediz’in üzerinde:

 

-         “Ayrıntılar, dediğin şeyleri anlat Sevim!” diyerek uzaklaşmaya çalıştı her türlü gereksiz düşünceden. Bu odadan, mümkün olduğunca çabuk kurtulmak istiyordu.

-         Evet, ayrıntılar! Söylediğim gibi, senden bir süre önce uyandım bu odaya! Bu koltuğun üzerinde! Uyandığımda, senin uyandığın anda verdiğin tepkilere benzer tepkilere benzer tepkiler verdim ben de önce! Korkmuştum! Sonrasında, acilen buradan kurtulma isteği ağır geldi korkularıma ve neler olduğunu anlamaya çalıştım korkularımla uğraşacağım yerde!

-         “Uyandığımda beni mi izliyordun sen?” diye çıkıştı Sevim’e, yatağa doğru yürürken. Bu durum, pek hoşuna gitmemişti. Yatağın kenarına oturdu ve genç kadının devam etmesini bekledi.

-         Uyanır uyanmaz duyacağın sesimin seni korkutacağını düşündüm! Kendimi, senin yerine koydum da… İlk uyandığım anda, karanlıkta belirecek, kaynağı bilinmeyen bir sesin ürkütücülüğü gelip geçti aklımdan! Alışman gerektiğini düşündüm önce!..

-         “Pek de düşünceliymişsin!” dedi Gediz, çizmelerini ayağından çıkartmaya çalışırken.

-         “Artık bu önemli değil!” dedi Sevim. Heyecanla anlatmaya başladı. “Şimdi sorunu cevaplıyorum! Sadece dinle! Önce o mavi ışığı gördüm! Karşımdaki yatakta uyuyan bir kadını gösteriyordu bana karanlıkta!.. Seni gösteriyordu! Panikten kurtulup, karanlığa biraz da olsa uyum sağlayınca; uyandığım koltuğun yanında duran fosforlu bir ışığın dikkatimi topladığını fark ettim! Elimi uzattım! Masa lambasının düğmesiymiş meğer! Devamındaki göz ağrısını sen de biliyorsun zaten! Senin kadar uzun sürmedi ışığa alışmam ya da daha acımasızım vücut sağlığıma sana kıyasla diyeyim, kimbilir! Odanın karanlığından kurtulmuş oluşum, olası tedirginliğimin seninki kadar uzun sürmesine fırsat tanımadı diyebilirim! Bu arada fırsattan istifade edip, düşünmeye başladım birkaç saniyeliğine: Bu aptal oyunun, asıl kadın kahramanının kim olduğunun ne kadar da belirsiz olduğunu!.. Kahraman, mavi ışığın üzerine yansıdığı ve sanki işaret ettiği sen mi, senden günler önce uyanıp durumu çözmeye çalışan ben mi?”

 

            Sakin tavrını korumaya çalıştı elinden geldiği kadarıyla Gediz, Sevim sözlerini tamamlarken:

 

-         Bak Sevim! Seni hiç tanımıyorum! Bu lanet şey her ne ise, çabucak kurtulmak istiyorum, o kadar! İçinde olduğum bu durumun ne olduğunu biliyorsan, macera tutkunu bir kadınsan ve dahi bu oyunun içindeysen; kahramanlık senin olsun, bana müsaade edin, yeter!  Nerede yaşadığımı, yaşadığım yerde beni gerçekten merak edenlerin kim olduğunu ve buradan mümkün olduğunca çabuk kurtulmayı umuyorum! Bu olanların ne olduğunu anlamak için en ufak bir gayretim yok! Sadece kurtulmak istiyorum! Beni anladın mı?

-         Seni anlıyorum! Beni de bu oyunun içerisinde zannetmen gayet doğal! Sakin kalabildiğime şaşırdığını da söylemiştin! Sana, yakında her şeyi anlamaya başlayacağını da söylemiştim! Uyanalı henüz yarım saat bile olmadan, hiçbir şeyi anlamaya çalışmadan, üzerime bu kadar gelmenin sebebini de ben anlamıyorum öyleyse! Bu bir yarış mı şimdi? Sana söyleyebileceğim; olanların bütününün üzerinde kafa yormadan, bu kilitli kaldığımız odadan kurtulamayacağımız ve bu oyun dediğimiz şeyin içerisinde ise kesinlikle olmadığımdır! Şimdilik bu kadarı yeterli!

-         Beni gerçekten şaşırtıyorsun! Maceraperest çocuklar gibisin ve bu şartlardaki saçma tavrın, beni delice sinirlendiriyor! Neyse! Peki bakalım! Aradın mı odayı? Bulabildiğin bir şeyler var mı? O elindeki kâğıtlar ne?

     

      Ayağa kalktı oturduğu koltuktan Sevim. Gediz’in uyandığı yatağın yanında duran komidine doğru ilerledi. Komidinin üzerinde duran telefonu eline aldı. Yatağın kenarından dolandı ve ayakta, tam Gediz’in karşısında dikildi. Telefonu ona doğru uzattı ve:

 

-         Bu numarayı tanıyor musun? dedi.

 

            Telefonu eline aldı Gediz. Numaraya baktı. Bir isim yoktu yanında. Sadece bir numara vardı üzerinde telefonun. Arkasını çevirdi. Herhangi bir işaret aradı ya da bir marka. Bulamadı. Bir süre bakınmaya devam etti, düşündü ve:

 

-         “Tanımıyorum”. dedi Sevim’e ve incelemeye devam etti telefonu.

-         “Boşuna araştırma! Başka numara kayıtlı değil! Hâttâ hiçbir şey kayıtlı değil! Sadece o numara var ve numarayı aradığında da açılmıyor!”. Telefonu çekti, aldı Gediz’in elinden. “O mavi ışık… Daha yakından bakmak ister misin?” dedi Gediz’e. Kendi koltuğunun yanında duran masa lambasının bulunduğu yere doğru ilerledi.

 

            Gediz, gayri ihtiyâri, mavi ışığın geldiği yöne doğru çevirdi başını. Işığın bulunduğu duvarın, aslında bir kapı olduğunu anladı. Seyrelmişti mavi ton. Gözle zor seçilir bir hâl almıştı. Bu bir anahtar deliğiydi. Gözlerini dikkatle deliğin etrafında gezdirmeye başladı. Bakınmaya devam ederken o, ışığı söndürdü Sevim. Çizmesinden yükselen topuk sesleri, Sevim’in kapıya doğru ilerlediğini anlatıyordu:

 

-         “Yerinden doğrulup ne olduğuna bakmak ister misin?” dedi daha sert bir ses tonuyla Sevim.

 

            Çizmenin diğer tekini, çıplak ayağıyla kenara öteleyip kapıya doğru ilerledi Gediz. Kapıya doğru yaklaştı. Deliğin hizasına eğildi yeniden ve dışarıya bakmaya çalıştı yoğun ışığın sızısıyla.

 

            Deliğin dışından yansıyan mavi ışık, uzunca bir koridoru aydınlatıyordu. Işığın kaynağı belli değildi. Sadece koridor seçilebiliyordu. Işık o kadar şiddetliydi ki duvarların ya da koridorun zeminindeki cisimlerin neler olduğunu anlamak imkansızdı. Şu anda, bu kadarının yeterli olacağını düşündü Gediz. Mavi ışık, gözünü yoruyordu. Tam delikten ayrılmak üzereydi ki koridorun sonunda duran nesneyi farketti. Ağrıya daha fazla süre dayanamayacağından, başını geriye doğru çekti. Deliğe gözünü bir kez daha dayamadan önce toparlanmak istiyordu.

 

-         “Görebildin mi?” dedi Sevim.

-         “Bekle! Bakacağım!” dedi kadına Gediz “Tam seçemedim.”

 

            Gözünü tekrar deliğe yasladı. Işığın ağırlığına dayanmaya çalıştı. Çok zordu dayanmak ama fazla da sürmemişti anlaması: Hafızasında yer alan, bilinmeyen bir noktadan tanımladı cismin anlamını. Cisim, bir saatti. Bir, bir buçuk metre uzunluğundaydı. Koyu renkli ahşaptan yapılmış gibiydi ışığın yansımasından anlaşıldığı kadarıyla. Biraz daha dikkat edince Gediz, saatin çalıştığını da farketti. Sarkaç, sağdan sola; iki yana ilerleyişini devam ettiriyordu.

 

-         “Saat bu!” dedi Sevim’e. “Çalışıyor!”

-         “Evet, çalışıyor.” dedi Sevim. “Yalnız, ufak bir farkla!”

-         “ O fark da ne?” dedi Gediz delikten ayrılıp gözlerini ovuştururken.

-         “Sen, hemen anlayabildin ne olduğunu! İlk başta, ben anlayamamıştım! Belki de odadaki ışığı açık bırakarak bakmaya çalıştığım için fark edemedim! Senin de uyandığında fark etmiş olabileceğini tahmin ettiğim tıkırdı vardı kulaklarımda! Odadaki ışığı kapayınca delikten tekrar baktım! Saati görebildim ama hiçbir şeyle anlamlandıramadım! Şunu görüyor musun?” dedi elindeki telefonun saatini kadına doğru tutarak! Telefonun saati, tam 17:00’yi gösteriyordu.

-         “Görüyorum.” dedi Gediz. “Nesi ilginç?”

-         Aslında çok ilginç! Telefonun varlığını fark ettiğim andan beri aynı saati gösteriyor! Sürekli 17:00’de telefon! İlerlemiyor! Ne ileriye, ne de tam hâlimize yakışır tuhaflıkta geriye… Deliğin dışındaki saat ilerleyişine devam ediyor! Ama telefonunki sabit! Bundan bir şeyler anlamalı mıyım, diye düşündüm! İlk başta bulamadım! Bir süre sonra bir teori geliştirdim aklımdan!

-         “Nasıl bir teori? Artık tamamlasana şu dedektiflik oyunu özentili hikayeni! Sıkılmaya başladım bu odadan!” diye çıkıştı kadına Gediz.

 

            Sevim, masa lambasına doğru ilerledi:

 

-         “Açıyorum ışığı, dikkat et!” dedi. Işığı yaktı. Kapının hemen yanında, Gediz’in önünde bulunan sandalyeye doğru ilerledi. Sandalyenin üzerinde bir anahtar duruyordu. Anahtarı eline aldı. “İşte bu da anahtarımız!” dedi parmaklarının ucunda göstererek ona! “Şimdi yine iyi dinle beni! Bu anahtarı yerde buldum! Aslında nerede olduğu önemli değil gibi! Bildiğim tek şey, kapıdaki deliğe uymuyor! Çok uğraştım ama başaramadım! Aklına bile gelmeyecek kombinasyonlar denedim üzerinde! Örneğin; dışarıdaki saat, tam beşi gösterdiği anda sokmaya çalıştım! Olmadı! Hiçbir şey olmadı! Saatler sonra, yapamayacağımı anladım! Bir süre oyalandıktan sonra, senin yattığın yatağın başucunda duran komidinin çekmecesinde de kilit olduğunu farkettim! Onda da denemeye başladım! Anahtarı deliğe soktum! Şaşırtıcıydı o an ama anahtar, deliğe tam oturdu! Büyük bir hevesle çevirdim anahtarı! Ne yazık ki boşa döndü! Hâttâ hep döndü! Anahtar, sabit bir yöne doğru hiç durmadan dönebiliyor! Kendiliğinden! Ben bıraksam da dönüyor, ben döndürsem de dönüyor! Bir sağa, bir sola; binlerce kez döndürmüşümdür! Kapıdaki deliğin üzerinde denediğim kombinasyonların tamamını denedim! Yine olmadı. Belki eksik bir şey yapıyorum! Hiç zannetmiyorum ama belki hata yapıyorum bir yerde ama ne yaparsam yapayım, bu anahtarla iki kilidi de açamıyorum! Sen, bir şeyler bulabilirsin umarım!”

-         Odada başka anahtar deliği yok mu? İyice aradın mı?

-         Bakındım her yere! Her şeyin altına ve arkasına... Hiçbir şey bulamadım! Belki de hiç bir eşyayı yerinden oynatmamam gereklidir diye, her şeyi eski hâline getirdim! Uzun zamandır bu odadayım ve inan; neredeyse hiçbir anını boş oturarak harcamadım! Aslında… Birkaç şey daha var sana söylemem gereken! Önce ilkinden başlayayım! Elimdeki bu çizimler… Bir de sen bak bakalım.

 

            Koltuğun üzerinde duran kâğıtları aldı Sevim. Gediz’in eline tutuşturuverdi. Her morali bozulduğu anda ilgisini yoğunlaştırdığı o kâğıtları… Kâğıtları eline aldı Gediz ve incelemeye başladı. Çizimdi bunlar Sevim’in söylediği gibi. Bir binanın mimarı tarafından çizilmiş krokisi gibiydi. Onlara bulundukları veya gidecekleri yeri anlatmaya çalışan bir harita gibi.

 

-         “Şuraya bak!” dedi Gediz’e Sevim. Eliyle bir kutucuğu gösteriyordu. Kutucuğun üzerinde bir artı işareti vardı. O kutunun bir odayı gösterdiğini anlatıyor gibiydi çizim. “Tahmin ediyorum, biz bu odadayız! Bak! Odanın dışına uzanan, silindir geçidi görüyor musun? Bu da, tahmin ediyorum, önümüzdeki koridor ve şu da karşımızdaki saat olsa gerek!” Kutucuğun açıldığı elips çizimin sonuna çizilmiş dikdörtgen şekli gösteriyordu Sevim. “Bu kadar da değil! Bizim bulunduğumuzu varsaydığımız odayı bırak! Asıl şuralara bak!” diye devam etti heyecanla. Bulundukları odanın batısında, doğusunda ve kuzeyinde yer alan; aynı onların bulunduğu odalara benzer kutucukları işaret ediyordu bu sefer Gediz’e. Odalar, belirli bir simetriyle çizilmişlerdi. Batısındaki odanın üzerinde eksi işareti vardı. Önünde uzanan silindir geçidin sonuna, bir daire şekli çiziliydi, onların önündeki saatin çizili olduğu dikdörtgenin bulunduğu yerde. Kuzeyindeki odanın üzerinde de eksi işareti vardı ama onun önünde uzanan geçidin sonuna çizili bir şekil yoktu. Daha da ilgisini çekti bu durum Gediz’in. Doğusundaki odanın üzerine baktığında, artı ya da eksi şeklinin olmadığını fark etti. Onun önünde, silindir yerine dikdörtgen olarak uzanan bir geçit vardı ve o geçidin sonunda da gelişigüzel serpiştirilmiş küçük noktacıklar… Dudaklarını büktü Gediz bu durumdan hiçbir şey anlamadığını ifade eder bir tavırla. “Nasıl?” dedi Sevim, “İlgini çekti mi?”

-         Ne demezsin!” dedi kadına haritadan gözlerini ayırmadan Gediz. Çizimlerin ne anlattığını anlamaya çalışıyordu.

-         Bu odalarda bir şeyler olmalı bizi ilgilendiren ya da birileri! Oralara ulaşmalıyız Gediz! Her birine! Odaların birbirine benzemeyen görüntüsü beni şüphelendiriyor aslında! Bizi nelerin beklediğine dair kaygılanıyorum! Ancak başka bir yol bulamıyorum buradan kurtulmak adına! Zaten çizimin üzerinde, dışarıya açılan herhangi bir kapı çizimi yok farkındaysan! İşin ürküten kısmı, bu çizime baktığımızda, labirent gibi bir yerin içerisinde, kapana kısıldığımızı göreceksin! Buradan acilen kurtulmamız ve ne yapacağımızı bulmamız gerekli! Hem daha sana söyleyemediğim…

-         “Nedir söyleyemediğin?” diye bağırdı Gediz. Sevim’in tavrı çok ama çok canını sıkıyordu.

-         Göreceksin! Yani sanırım… Birazdan yani! Şimdi başka bir şey var sana söylemem gereken! Bunu çok yakın bir süre önce fark ettim! On – on beş saat kadar önce… Hesaba henüz dahil edemedim! Yolunu bulmaya çalışıyorum!

-         Nedir o Sevim Allah aşkına?

-         Saatle ilgili! Tıkırtı, belirli aralıklarla kesiliyordu! Önce buydu fark ettiğim! Düzenliydi! Bir süre çalışıyordu saat! Sonrasında, her kesilişinde geçen süreye eşit bir süreliğine kesiliyordu saatin sesi! Takip etmeye başladım! Tam üç saatte bir, sekiz saniyeliğine duruyor saat! Hep aynı süre! Hiç şaşmıyor! Önce inanamadım! Sonra korkmaya başladım! Sonra da bana normal gelmeye başladı! Anlamaya çalışıyorum ne olduğunu! Bunu çözmeye de yardımcı olacağını umuyorum!.

 

            Gediz; kapıdaki deliğe, anahtara, elindeki çizime baktı ardısıra. Sevim’e yöneltti bakışlarını. Ayağa kalktı. Komidinin yanına doğru ilerledi. Çekmecedeki anahtar deliğine baktı. Eliyle dokundu kilide bir şeyler anlamaya çalışıyormuş gibi. Sonra tekrar elindeki çizime kaydı gözleri. Koltuğa doğru ilerledi. Kâğıtları öteki eline alıp, masa lambasının düğmesini yokladı. Kapattı ışığı. Karanlıkta irileşen göz bebekleri, mavi ışığa yöneldi. Tekrar açtı ışığı. Sevim’e baktı ve:

 

-         Kaç gündür buradasın Sevim?

-         Uzunca bir süredir! Yedi, sekiz gün kadar belki! Belki daha da fazla! Tam olarak bilemiyorum! Neden sordun?

 

            Hızlı adımlarla Sevim’e doğru yürüdü Gediz. Elindeki telefona aldı elinden. Telefonun saatine son bir kez daha baktı ve anlatmaya başladı Sevim’e:

 

-         Hatırlamalısın Sevim! Hem de saniyesi saniyesine, tam olarak hatırlamak zorundasın! Kilidin açılması üzerinde olasılıklar üretip denediğini söyledin! Dışarıdaki saat, tam 17:00’yi gösterdiğinde kilidi açmayı denediğini de söyledin ve açamadığını da! Peki saatin durduğu süreyi hesaba kattın mı?

 

      Şaşırmış gibiydi Sevim:

 

-         “Koridordaki saatten mi bahsediyorsun?Hayır!!!” dedi ve yerinden mermi gibi fırladı. “Biraz zaman ver! Saatin en son ne zaman durduğunu bulayım.”

 

            Gediz’in elindeki kâğıtları aldı Sevim. Karıştırmaya başladı onları. Bir tanesini buldu ve çekti diğerlerinin içinden, kalanlarını yatağın üzerine fırlattı:

 

-         Saat 14:00’te durmuş! Şimdi! O da en son, saat iki civarlarıydı geldiğinde…

-         Kim geldiğinde Sevim? Kimden bahsediyorsun sürekli?

-         “Şimdi zamanı değil! Birazdan! Bundan evvel kaç kereydi?..” Yatağın üzerindeki diğer kâğıtları da karıştırmaya başlamıştı Sevim kendi kendine bir şeyler geveleyerek. Bir kâğıt daha seçti aralarından. “İşte bu! Altı, sekiz, on, on iki, on dört... On beş kere! Bu da demektir ki… Bugün sekizinci günü bitirdim! İlk gün, çok geçmemişti uyanmamın üzerinden! Belki yirmi,  yirmi beş dakika kadar!”

-         Neler anlatıyorsun Sevim?

-         Buna göre… Şu anda saat 16:45 olduğuna göre...

-         Eee???

-         Yaklaşık olarak on iki saatte bir olduğuna göre…

-         Peki Sevim! Yaklaşık olarak on iki saatte bir! Yalnız iyiden iyiye deli olduğunu düşünmeye başladım senin! Ya da benden ilginç bir şey sakladığını!

-         Uyanışımın üzerinden sekiz gün geçtiğine, her günde toplam sekiz tane üç saatlik aralar olduğuna, aralıklar ise sekiz saniye sürdüğüne göre… Toplamda…

-         512 saniye!

-         Yani sekiz dakika, otuz iki saniyelik bir duruş süresi var saatin!..

-         Bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum!

-         Yalnız belirtmeliyim ki gerçekten çok belirsiz bir ihtimâl üzerinde ilerliyoruz Gediz! Ben uyanmadan önce de saatin durmuş olma ihtimâli var!

-         Deneyelim! Saat kaç demiştin?

-         Şu anda… Saat… 16:48! Demek ki aslında…

-         16:56’yı geçiyor olmalı!

-         Dört dakikadan az var Gediz! Işığı kapat!

 

            Gediz, ışığı kapatır kapatmaz eline aldı anahtarı. Kapıda mı, yoksa komidinde mi denemesi gerektiğini son bir kez daha düşündü. Hayır, olmamalıydı! Uymuyordu kapıya! Komidinin kilidi olmalıydı. Kapının anahtarı, çekmecenin içinden çıkmalıydı.

 

-         Ne kadar kaldı Sevim?

-         İki dakikadan az!

 

            Anahtarı deliğe soktu Gediz. Diğer eliyle komidine tutundu, sanki bir yere hareket etmemesini emreder gibi. Kalbi, hızla çarpıyordu. Gürültüsünü duyabiliyordu kulağında. Hâttâ kolundaki damardan kalp atışını görebildiğini fark etti.

 

-         “Hazırlan!” dedi Sevim. Heyecanı, korkusunu bir anda unutturmuştu ona da. Tüm dikkati, kör edici ışığa rağmen görmeye çalıştığı saatin yelkovanındaydı. On ikinin üzerinde olacağı o anı bekliyordu. Bir anlık dikkatsizliği, onlara yirmi üç saat, elli bir dakika, on sekiz saniyelik zaman kaybettirirdi kısa bir hesapla. “On saniye kaldı Gediz!”

-         Elim anahtarda! Anahtar da kilitte!

     

      Yelkovan, ileriye doğru düzenli adımlarını sürdürdü… Devam etti… İlerledi… Ve tam, on ikinin üzerine geldiği anda:

 

-         “Çevir!!!” diye bağırdı Gediz’e. Bir kilit sesi duyuldu çekmeceden. Başını döndürdü Sevim hızla! “Açıldı mı?”

-         “Boşa dönmedi söylediğin gibi ama korkuyorum açmaya.” diye cevapladı Gediz. Tedirgin ve korkak görünüyordu.

-         Aç artık! Yoruldum uğraşmaktan!

-         Işığı açar mısın önce?

 

            Işığın düğmesini yaktı Sevim ve klâsik göz ağrısını yaşadılar bir süre. Anahtardan, ağır ağır çekti elini Gediz. Çekmeceyi kulbundan yakaladı ve yavaşça çekmeye başladı.

 

-         “Sonunda!” diye mırıldandı Sevim, Gediz’in çekmeceyi araladığını anlayınca. “Ne var içinde!”


            Çekmeceyi tamamen açtı Gediz ve şaşkınlığı, daha büyük bir hayrete dönüştü içine bakınca. Çekmecenin içine uzattı elini ve yakaladığı şeyi sürüklemeye başladı kendisine doğru. Sevim, merak dolu bir ifadeyle Gediz’in yüzüne doğru bakıyordu. Gediz, başını Sevim’e doğru döndürdü ve çekmeceden çıkarttığı şeyi kaldırdı havaya.

 

            Fare kapanına yakalanmış ölü fareyi gösterdi ona ve sanki aktı kelimeler dilinden:

 

-         Biz, neyin içindeyiz Sevim?

 

            Sevim, Gediz’e doğru bakıyordu. Şaşkın görünüyordu çekmeceden çıkan şeyin garipliği karşısında ama aklı başka bir yerde gibiydi. Dikkatini başka bir şeyin üzerinde yoğunlaştırmış gibiydi.

 

-         “Neyin var?” dedi Gediz, Sevim’in tuhaf yüz ifadesine karşı şaşkınlıkla.

-         Saat!!! Saatin sesini duyuyor musun???

 

            Bir anlık sessizliği yakalamaya çalıştı Gediz. Odanın içinde, duyması gereken saatin sesini aramaya çabaladı. Saatten gelmesi gereken tıkırtı duyulmuyordu. Bu olanaksızdı. Sekiz saniyelik süreyi çoktan aşmış olmaları gerekirdi. Belki de dakikalar geçmişti saatin durmuş olması gereken sürenin üzerinden. Birden, ani bir uğultu yükseldi. Büyük bir demir han kapısı, raylı düzeneğinde kapatılmaya çalışılınca çıkan ses gibi kulak tırmalayıcı bir ses…

 

-         “Geliyor!” dedi Sevim telaşla yerinden fırlayıp! “Işığı söndür! Yatağa uzan! Ben kalk diyene kadar da nefes bile alma!”

-         Ne geliyor Sevim, Allah aşkına?

-         Gediz!!! Bunu konuşacak zamanda değiliz! Dediklerimi yap! Sakın yerinden kalkma!

 

            Hızla yerlerine döndüler ışığı kapattıktan sonra. Gediz, yatağa; Sevim, koltuğa. Ayağından çıkardığı çizmeleri bir hızda giyiverdi ayağına Gediz. Yatağın örtüsünü düzeltti ve uzandı yatağın üzerine, uyandığı zaman kendisini bulduğu şeklin aynısıyla. Nefes bile almadan dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladılar. Mavi ışık, tam yüzüne yansıyordu Gediz’in ve ışığın, hareket etmeye başladığını gördü yüzünün etrafında. Çok ince bir piyano tuşunun sesini andıran bir melodi yansıyordu kulağına. O ince tuş sesinin üzerinde ise, sanki iltihap dolu bir göğüs hırıldıyormuş gibi vahşi bir ikinci ses daha duyuluyordu. Korkunç bir sesti bu! Tüyleri diken diken ediyordu. Ses, giderek yaklaşıyordu. Işığın hareketliliği de artıyordu. Ahşap zeminde sürüklenen metal sesine benzeyen bir ses daha duyulmaya başlandı tüm seslerin üzerine. Neredeyse kapının önüne kadar gelmişti sesler. Kapının önünde biri varmış ve kapıya uzanıp açmak üzereymiş gibiydi.

 

            Kapıda, bir kilit sesi duyuldu. Bir anda nefesini içine çekti Gediz. Boş havayı, tükürüğüyle beraber midesine yutmuştu. Öksürmemek için kendisini zorluyordu. Gözleri, faltaşı gibi açılmıştı. Sese yoğunlaşmasını devam ettirdi korkuyla. Nefes almakta bile zorlanıyordu. Kapının dışındaki ürkütücü ses, uzaklaşmaya başlamıştı sanki şimdi de. Kilidi açıp görevini tamamlamış gibiydi sanki. Şiddetini azaltıyordu gürültü iyice. Bu durum, Gediz’e fazla geliyordu. Başını Sevim’e doğru çevirdi. Karanlıkta zar zor seçebildiği kadarıyla hareket etmemesi gerektiğini anlatmak istiyordu el işaretleriyle ondan. Ses, gitgide uzaklaştı kapının ardından. Kendisinden kalkmamasını isteyen Sevim, birden ayağa kalktı koltuktan. Işığı yaktı. Kapıya doğru yöneldi hızla. Gediz’e mırıldandı “Kalk!” diye. Önce kapının deliğinden baktı ve ardından kapının koluna uzanıp açtı. Kapının sesi duyuldu. Hafifçe başını aralayıp dışarıya baktı Sevim. Gediz’de gelmişti onun yanına. Sevim, kenara çekilip onun da bakmasını istedi göz işaretleriyle. Gediz, kapının aralığından uzattı gözlerini. Yavaşça dışarıya baktı.

 

            Bir bıçak deşti sanki midesini. Kel bir adamın, saçsız başının arkadan görünüşü gibi, iriyarı bir canlı ilerliyordu saate doğru. Mavi ışık, şeffaf vücudunun içinde süzülüp, delikler hâlinde karşı duvara yansıyordu. Ayakları olmadan, sanki bir bütün halinde, yere temas eden kısmı sanki topallar gibi sürtünüyordu sol tarafının üzerinde. İğrenç değildi belki ama tüyleri diken diken eden bir manzaraydı. Kolundan tutup içeriye çekti Sevim, Gediz’i. Yürüyen canlı, koridorun sonunda kaybolmuştu.

 

-         İşte, o bahsedemediğim şey buydu Gediz! On iki saatte bir geliyor! Kapının yanına kadar yanaşıyor! Orada her ne varsa; dokunuyor! Odanın içine ağır ve kokusuz bir gaz yayılıyor!

 

      Gediz,  bir kez daha görebilmek umuduyla kapıyı araladı. Boş koridor vardı sadece önünde.

 

-         Hiçbir fikrim yok! Neden şu anda o gazı püskürtmediğini de bilmiyorum! Kapıyı neden açtığını da bilmiyorum! Allahım, hiçbir şey bilmiyorum! Neler oluyor, hiçbir şey anlamıyorum!

-         Sakin ol Sevim! Odadan almamız gereken bir şeyler var mı? Bir daha geriye dönüp uğrayamayabiliriz!

-         Telefon ve bu kâğıtlar!

-         Haritaya bak Sevim! Ne tarafa doğru gideceğiz?

-         Bununla ilgili söylemem gereken bir şey daha var sana Gediz!

-         Yine mi?

-         Haritaya karanlıkta bakınca üç çizgi daha beliriyor! Seçenek sunar gibi!..

-         Ne çizgisi Sevim??? Ne seçeneği???

 

Birinci Bölüm Sonu

 

Taylan Güven



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >YOKLUĞUNU ESKİTİYORUM...>
  24.Nis.2007 Sal 04:57:43
fiogf49gjkf0d

Kapıyı Üzerime Kilitleme! Sen Olmayınca, Tek Başıma Korkarım Ben!

 

         “Birkaç küçük saatimi ’O’nunla geçirebildim.” diyen insanlardan “O”nun nasıl biri olduğunu anlatmasını rica ederseniz; kısaca, yaşamının ilkbaharlarına özlemli, sonbaharlarına hırçın bir kadın gibi göründüğünü ifade eden cevaplar alırsınız sanırım. Otuzlu yaşlarının henüz milâdında bile olmadığı için yüzüne yerleşmesi beklenen yaşam dolu ifadenin yerini, neden yirmili yaşlarının kıyamet gününü anlatan endişeli tavrı garipser aynı cevaplar…

 

         “O”ndan anlatmasını rica ederseniz “O”nu, bir kadın olamayacak kadar fırına yeni sürülmüş çörek kokusundan uzaklarda; bir erkeği anlatan mevsimlerin, elverişsiz hava koşullarına benzetilemeyecek kadar açıklarda olduğunu anlatır yaşamdaki duruşuyla.

 

         Bana, anlatmamı rica ettiğinizde?..

 

         Kökü, insan eli değmemiş topraklarda kendiliğinden filizlenmiştir; suyu, güneşi, üzerine özenle serpilmiş gibidir “O”nun. Nâdide bir dağ çiçeğinin şarapla yıkanmış hâli gibidir; o çiçeğin, aynaya yansıyan saf ve tok görüntüsünde yalnız başına yaşayan kadın tadında. Şehirdeki buharlı yaşamın hiç durmadan akmaya devam etmesi yüzünden, yeryüzünün birkaç karış üzerindeki beyaz buluta bulaşmış sisin zaferine yenik düşen ve bu durumun farkında olsalar bile çaresini aramayı hâcet görmeyen insanoğlunun en ayak basılmamış, en saf yönlerinin ortak bir harmanı olduğuna inanırım ben “O”nun gerçek kimliğinin ne olduğu sorusunda… Ya da bu dünyaya, diğer bütün türlerin alternatifi olsun diye bırakıldığına… “O”nu anlatmayı sağlayacak herhangi bir şeyin, her hâlükârda “O”nu özel kılacağına...

        

         Son dokuz senesinin her bir ayrı gününü, aynı melodiyi çalan notalardan yaşardı “O”, sanki kaderiymiş gibi bunu bastıran. Sanki kaderi; “O”nun yüzüne dayatılanın yaşanmasını kat’iyetle şart koşardı. Kabul etmiş gibiydi “O” da, belki varlığını hissetmişti yargılama kabiliyetini elinden alan gücün yetisini. Hoşlanmazdı ama umursamazdı.

 

         Ev hanımlığı kategorisinde, sektörel varolmazlıktan kaynaklanan personel boşluğunu hem de liderlik vasfıyla bile taşıyabileceği açık karşı kapı komşusunun; dünyeviymiş ve bir o kadar da maneviymiş gibi kabûl gören dayatmalarda benimsediği sözde mevcut kadınlık görevlerini, kocasını kapıdan uğurlarken kulağına fısıldadığı “Akşama geç kalma hayatım!” sözlerini bitirmesini beklemeliydi… Sadece ve sadece bulaşmasınlar “O”na ki elin yedi kat çağ dışı yabancısı onu arabasıyla iş yerine kadar bırakmayı kendisine görev bilmesin de geriye tepmiş gibi görünmesin nazik isteğini, diye. Ayakkabılarını kapının hemen iç tarafında, ayak parmaklarının bile ucunda giyerdi onların koklaşıp vedalaşmalarının sonunu beklerken.

        

        

        

         Arabanın motor gürültüsünü işitir işitmez kapıyı açar, merdivenlerin trabzanlarından kayarak inerdi apartmanın giriş kısmındaki boşluğa. Demir kapıyı açtığında ve dışarıya adımını attığında, evinin kocaman camlarına bakardı son defa; sanki “Her şey yerli yerinde mi?” diye sorar gibi. Her defasında halı silkme seansına yakalanmak zorundaymış da; bu durum, yaşamının olmazsa olmazlarındanmış gibi sandığı ve her defasında “Kolay gelsin Huriye Abla! Geç kaldım ben!” sloganıyla el sallayıp aile içi huzursuzluklarından uzaklaşmaktan usandığı giriş katı baş belasından da kurtulduktan sonra, uzanırdı sahil yoluna ulaşan kestirme ara sokakların sabah güneşi cıvıl cıvıllığına.

 

         Ben ise, camdan “O”nun gidişini izlerdim.

 

         Okuluna ulaşımı, aslında dolmuş mesafesiyle beş dakikasını alırdı. Bir türlü kurtulamadığı yaşlanma korkusu; bu süreyi, yolun ciddi bir bölümünü deniz kıyısından tamamladığı yürüyüşü sayesinde, yarım saatten biraz fazla bir zamana uzatırdı.

 

         “O”, bir müzik öğretmeni. Ve ah, o “bilinçsiz tüketici” mevsimleri!.. O gibi zamanlarda ise; haftasonlarının en güzel saatlerini eşiyle veya sevgilisiyle beraber parklarda – bahçelerde geçirmek istemeyenlerin ve enerjisini, içten yanmalı dostlarıyla beraber, taş devrindeki zihniyeti andıran nidâların atıldığı maçlarda patlatmak istemeyenlerin dans eğitmeni.

 

         Şahidi olduğum kadarıyla bildiğim, geçmiş dokuz seneye ait liselerarası müzik yarışmalarının kayıtlarını tarayacak olursanız; birkaç öğrencisinin ismiyle karşılaşacaksınızdır elbette. Ama “O”nun, her zaman söylediği gibi… “İnanın ben kazandırmadım. Zaten biliyor olmalılardı. Sadece unutmuşlardı. Hatırlattım.”

 

         Tango yapmaktan zerre kadar anlamaz. Ama sanki en iyisini “O” biliyormuş gibi yapmayı, herkesin becerebildiğinden daha iyi taklit eder. Bu yeteneği sayesinde eğittiği erkek öğrencilerine nice güzel kadınlar, bayan öğrencilerine ise nice yağlı adamlar kazandırmıştır nice eğlence mekânlarında. Ve belki de nice kutsal aileler… Düşünüyorum da, bu ülkenin aileyle iştigâl oluşumları, kimi kaçamak yapılaşmanın temelini oluşturan direklerden küçük de olsa biri olma sebebinden ötürü “O”nunla gurur duymalı. Hâttâ bunu somutlaştırmalı. Çiğ ete yakarış dönemlerindeki hazırlıklarını bir dans gösterisiyle pekiştirmek isteyen yamyamların, kurunun yanında yaşı da yakabilen açlıklarını düşündükçe; “O”nun, madden ya da mânen eli boş kalmışlığına hak verebiliyorum. Her şartta, “O”nunla gurur duyuyorum.

 

         Herhangi bir sayfanın herhangi bir boş köşesine herhangi bir şeyler yazmaya bir türlü alışamadım geçmiş senelerimin kazandırdığı alışkanlıklardan dolayı. O yüzden yazmayıp anlatacağım ki okumaya vakit harcamadan sadece anlamaya çalışın diye. Daha başarılı olacağımdan emin olarak söylüyorum.

 

         “O”na aşıktım. Toplumda kabul gören statümü düşününce, bırakın insanları; herhangi bir tek hücreli canlının bile buna inanamayacağına o kadar eminim ki aslında. Ben yine de aldırmazdım. Bildiğim bir tek şey vardı: Ben “O”na aşıktım. Bu bana yeter, artardı. Hayat, güzeldi.

 

         Dokuz sene boyunca, bıkıp usanmadan, “O”nu izledim her gece. Koca camlar, ardına kadar açıktı içeride ışık olmasına rağmen. Birisi beni görür mü, diye endişe duymazdı. Ben, korkardım. Ama “O”nu izlemeyi severdim:

        

         Perdenin arkasına gizlenirdim fark etmesin “O”nu seyrettiğimi diye; kitap okumasını izlerdim. Kenarına başını yaslardı tekli koltuğuna. Yanındaki sehpanın üzerinde duran abajur, yüzüne loş bir ışık yansıtırdı. Saatlerce izlerdim.

        

         Camdan, herhangi bir yere gidişini izlerdim “O”nun. Ağır, demir kapıyı aralayıp dışarı çıkmasını. Ve “Belki bu defa görür ‘O’nu izlediğimi!” diye iç çırpınışımı. Sanki yürümeyip, süzülerek havalanışını. Görmezdi.

 

         Dinlediği şarkılara eşlik etmesini dinlerdim “O”nun. Ninni gibi gelirdi. Mırıldanmasını izlerdim dudaklarının arasından.

 

         Ve o şarkı… O şarkıda dans ederken… O şarkı “I want to be someone else or i’ll explode” diye başladığı anda ışıkları söndürmesini… Elleriyle eteğinden tutarak, ağır ağır dans etmesini… Karanlıkta pek seçemiyordum “O”nu. Ama gölgesini hissedebiliyordum, camdan yansıyan sokak lambalarının süzüldüğü vücudunun duvardaki karartısında.

 

         “O”nu izlediğimi bilmeden mi ya da izlediğimi bile bile mi yapardı bilmiyorum;  koltuğun üzerindeki tabakta duran çilekleri, üzerlerindeki şekeri dudaklarında gezdire gezdire ısırmasına hayrandım “O”nun… Çok beğendiğini tahmin ettiğim filmleri izlerken yüzüstü uzandığı yerden. Çıplak bacaklarını, belinin arkasından sallandırışını görmezden gelmeye çalışırdım.

 

Hakkımda varsayılan, hâttâ sabitleşen kötü yorumların aksine hiç terk etmedim “O”nu. Ama biliyorum ki terk etmek, benim ruhumda var. Aslında… Ruhumda olmaması da yeterli değil ve yaşanılması kesin olan tek şey belki de. Belki de yaşanılamayacak olması… Hangisi size doğru gelirse… Artık çok yaşlandığımın farkındayım. Elimde olmadan az zamanım kaldı. “O”nu terk etmem lazım. Hep berabermişiz gibi görünüp de aslında hiç beraber olamamışken. Sadece o güldüğünde sakinleşebiliyorum. Ve benim gitme zamanım geldiğinde, bana bakıp gülümsemeyecek diye endişeleniyorum. Elimde değil!

 

         “O”nun benimle konuşmasını çok severdim. Yemeğini hazırlamak için mutfağa girdiğinde akşam vakti, önce beni çağırırdı “Gel!” diye. Ben de bilirdim ve o da bilirdi ki yatağımın kenarındaki boşluktan başka bir yerde yemeyecektim tasın içine hazırladığı ciğerleri ve beni boş yere koşturmuştu mutfağa kadar! Yerlere dökmüş olsam bile ben yedikten sonra silecek, yine de her akşam oraya getirecekti. Böyle anlaşmamıştık başında. Ama şartlar bunu doğurmuştu. Biz, yemeğimizi böyle yerdik. Otururdu masaya. Yemeğini yerken bana baktığını hissederdim. Anlatırdı o gün yaptıklarını. Kulaklarım titrer; hem yer, hem onu dinlerdim. Onunla yemek yemeyi severdim.

 

         Bu dokuz senelik beraberliğimiz boyunca, “O”nunla tek kelime dâhi konuşmadım ya da konuşamadım. Hiçbir zaman cesaret edemedim. Belki yapardım. Belki de yapamazdım. Yapabilecek gücümün olduğunu bilsem bile; sesimi duymaz diye, duysa da şaşırıp cevaplamaz diye yapamadım. “O”na, beni reddetmesine tahammül edemeyecek kadar aşıktım. Biliyorum.

 

Veda günümüz… Soğuk bir yatak… Hayatımın kadını… Beni, ilk doğduğum gün ellerinin arasına alan. Ayakucunda uyuyup; büyümeye, yaşamaya alışabildiğim. İstese; uğruna her türlü acıya katlanabileceğim. Yalnız bırakıp, terk etmeye kıyamadığım. Sessizce, bir köşede izlemeye, doyamadığım.

 

-          Kurtulmasının imkânı yok mu Doktor Hanım?

-          Kısırlaştırma seanslarında da kedi sahipleri benzer tepkileri verebiliyor. Sanki bu işi, onlar; doğası gereği değil de zevk için yapıyorlarmış gibi. Ama hayvancağızların hayatlarını, insani duygularla kıyaslamamak gerekir.  Kedinizin durumu da bu duruma benziyor. Acı çekiyor hanımefendi. Acı içerisinde olsa da, ötenaziyle olsa da bir gün ölecek. Siz olsaydınız “O”nun yerinde, ne yapılmasını isterdiniz?

-          … Haklısınız galiba. Çok kötü oldum, ne yapsam, bilmem ki! Ama lütfen dışarı çıkmamı bekleyin başlamadan önce ve canının yanmamasını sağlayın.

-          Telaşlanmayın hanımefendi. Uyutacağız. Hiçbir şey anlamayacak.”

 

 

         Bir şeyin kalmayacak Boncuk! Birazdan geçecek.” diye fısıldadı kulağıma son kez, öptü ve gitti. Birkaç saniye sonra neler olacağını bilmiyorum. Şu anda aklımdan geçen milyonlarca yarım kalan şey dışında, onsuz geçirdiğim milyonlarca zamanımın dışında, üzüldüğüm ve tüm gücümle ona seslenmeye çalışmak istediğim tek bir şey var:

 

“Kapıyı üzerime kilitlemeseydin her seferinde keşke. Sen olmayınca, tek başıma, çok korkuyordum ben.”

                                                                                      Taylan Güven



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Ben geldim, ben gidiyorum...>
  17.Nis.2007 Sal 15:49:24
fiogf49gjkf0d
Buff!!!!


Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Sevdiğimiz şarkı sözlerini yazalım... :)>
  17.Nis.2007 Sal 15:48:13
fiogf49gjkf0d

Woo Hoo - Blur

I got my head checked!
By a jumbo jet!
It wasn t easy!
But nothing is no!


Woo hoo!!!
When I feel heavy metal!
Woo hoo!!!
When I m pins and needles!
Woo hoo!!!


When I m down and I m easy
All of the time
But I m never sure
Why I need you
Pleased to meet you.

I kept my head down!
When I was young!
It s not my problem!
It s not my problem!


Woo hoo!!!
When I feel heavy metal!
Woo hoo!!!
When I m pins and needles!
Woo hoo!!!


When I m down and I m easy
All of the time
But I m never sure
Why I need you
Pleased to meet you.



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Sevdiğimiz şarkı sözlerini yazalım... :)>
  17.Nis.2007 Sal 03:11:59
fiogf49gjkf0d

Anlamsız - Bülent Ortaçgil

Gece güzeldir, sen mutluysan.

Yatak sanki bir taht, uyuyorsan.

Eğer düşünüyorsan;

Gece ne kadar uzun, ne kadar tatsız...

Anlamsız, anlamsız

 

Hayat güzeldir, sen görürsen.

Her yer cıvıl cıvıl, işitirsen

Eğer onun gibi bakarsan;

Hayat ne kadar boş, ne kadar tatsız...

Anlamsız, anlamsız



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Ben geldim, ben gidiyorum...>
  17.Nis.2007 Sal 02:59:54
fiogf49gjkf0d
Çoook uzun zaman oldu... Geldim.


Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Şiir sevenler >Yine Aylardan Kasım>
  17.Nis.2007 Sal 02:52:26
fiogf49gjkf0d

Damladan Bir Prenses

 

Sis basmış saçlarıyla, damladan bir prenses doğar dalgaların içinde.

Patlayan bir bombanın çığlığı içinde.

Ağlayan bir kadının çığlığı yüzünde.

Savaşta mağlup batık gemiler.

Yosun kokusunun kıyıdaki sesleri.

Yüzme bilmeyen balık boğulur sorularıyla yüzünde.

Verilmeyen cevapların çığlığı içinde.

El yazılı notlarıyla, damladan bir prenses yaşar sayfaların içinde.



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >Üstteki Üyenin nıckıne 10 Üzerinden Kaç Puan Veririsin>
  10.Şub.2007 Cmt 22:34:14
fiogf49gjkf0d
İki


Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >xxxİSMİN SON HARFİNDEN KARŞI CİNSTEN İSİM BULMACAxxx>
  3.Şub.2007 Cmt 16:21:11
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

Gayet açıkmış!

Leman dan başka isim de gelmiyor aklıma. LEYLA olsun.



Delacour

Delacour resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >2 ŞUBAT DÜNYA ÖPÜŞME GÜNÜ (oyun)>
  2.Şub.2007 Cum 22:54:59
fiogf49gjkf0d

Ve uzun zaman sonra!

Kendimi öpüyorum.

<<1 234567891011...80>>