Handan tedirgin ve kafası karmakarışık bir halde bindiği uçakta koltuğuna iyice yerleşip, emniyet kemerini takarken hemen yanında kabin görevlisini farketti. Uzun süren uçuşları sevmezdi. En son uçak yolculuğunu Amsterdam`da yaşayan bir arkadaşına gidip gelerek yapmıştı. Nedense çocukluğundan beri koca koca metal yığınlarının gökyüzünde kuşlar gibi süzülmesine akıl erdiremezdi. Ruhsuz, sabit kanatların hiç çırpılmadan gökyüzüne hakim olması onu ürkütürdü üstelik. Bu sebeple uzun süreli uçak seyahatlerinde, uyumasına yardımcı olacak bitkisel tabletler kullanırdı. 4,5 - 5 saat sürecek uçuş için en güzeli uyumaktı. Böylece bir nebze de olsa kafası dinlenmiş ve rahatlamış olacaktı. Yanındaki kabin görevlisinin koluna usulca ilişip "Affedersiniz! [Yorgun yüzünde zoraki bir gülümsemeyle] işiniz bitince bir su alabilir miyim?" dedi. Kabin görevlisi gülümseyerek "tabii" anlamında iki gözünü birden kırparak kafasını öne doğru eğdi.
Uçak havalanmış, kaptan pilot uçuş bilgilendirme duyurusunu yeni bitirmişti. Handan ayaklarının arasında sıkıştırdığı diz üstü bilgisayar çantasını alıp dizlerinin üzerine koydu. Önce çantanın fermuarlı küçük cebinden, uyumasına yardımcı olacak passiflora tableti çıkardı. O sırada kabin görevlisi pet bardakla getirdiği suyu uzattı. Tableti ağzına attığında suyu içmeye bile takatinin olmadığını farketti. Birkaç yudum içebildi sadece... kalan suyu pet bardakla ön koltuktaki organiser cebe koydu. Aklında Tekin, ofisteki sır dolu konuşmalar ve anlam veremediği gizli çekilmiş fotoğraflar olduğu halde bilgisayarını açarak notlarına bakmaya başladığı esnada uykuya teslim oldu.
..... telefon ısrarla çalıyordu. Ekranda Nisan`ın adı yazıyordu.....
"Hanımefendi, hanımefendi! [Bu kez kabin görevlisine seslenerek] Pardon, bakar mısınız! Hanımefendi epey yorgun olmalı, bir türlü uyandıramadım. Çok derin uyuyor." diye söylenen bir ses ve zır zır çalan bir telefon sesine "Nisan" diye bağırarak açtı gözlerini Handan. Bir anda olduğu yerde afallamış halde seri bir şekilde gözleriyle etrafı kolaçan etti. Uçakta olduğunu, uçağın çoktan iniş yaptığını ve yanında oturan orta yaşlı adamın telefonunu çoktan açtığını, çalan telefonun da yanında oturan adama ait olduğunu fark etti. Bilgisayarının kapağını kapatıp apar topar çantasına koydu ve aynı aceleyle çantasından telefonunu çıkardı... telefonu kapalıydı. Acele bir şekilde toplanırken, "bu neydi şimdi? Hangisi rüya hangisi gerçek" diye söyleniyordu bir yandan. Önce yanında oturan tez canlı şu adama yol vermeliydi.
Pasaport kontrol noktasına geldiğinde kalabalıktan istifade edip telefonunu açtı.
Ekranda Tekin`den gelen bir mesaj görünuyordu. Mesajı açtı. Sanki dejavu yaşıyordu... "Handan, birileri evine girmiş" yazıyordu. Kendini toparlayıp hemen Tekin`i aradı.
"Merak etme Handan! Olay yeri inceleme şimdi gitti. Parmak izlerini aldılar, Nisan ve ben de ifadelerimizi verdik. Bu gelenler her kimse değerli birşeye dokunmamışlar. Şifonyerin üzerindeki altın kolyenle, taşınabilir elektroniklerin hepsi duruyor. Dur hatta, kumbaranda bitiktirdiğin dünya turu parana da dokunmamışlar" diyerek güldü. Tasalanmasını, paniklemesini, korkmasını istemiyordu arkadaşının. "Bak hatta sevineceğin bir haber daha vereyim sana; adresin yazılı olduğu mektuba baktım polisler çıkar çıkmaz... ve buldum da. Fakat sanırım diğer tüm mektuplarını almışlar, şayet sen başka yere kaldırmadıysan veya yanında götürmediysen. Çünkü sandığın ağzı açıktı ve ortalıkta mektuplar yoktu." Handan`ın kafası allak bullak olmuştu. Kim ondan ne isteyebilirdi ki? Tam bunlara daldığı anda pasaport kontrol sırasının kendisinde olduğunu gördü. "Tekin, şimdi kapatmalıyım. Pasaport kontrolden çıkınca tekrar arayacağım" diyerek cevap gelmeden kapattı telefonunu.
Pasaport kontrol işlemeleri bittikten sonra bagajına doğru yürürken tekrar aradı Tekin`i. "Çıktım pasaport kontrolden. Bagaja doğru gidiyorum. Uçakta biraz uyudum. O esnada saçma sapan tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, sanki şimdi olduğum bu yerde takip ediliyordum ve seni aramışım da Nisan açıyor telefonu, senin vurulduğunu söylüyor bana." rüyasını anlatırken, Tekin onu yatıştırmaya, rahatlatmaya çalışıyordu. "Hadi rahat ol biraz... ben yarın sabah karakola gidip polisten son gelişmeleri alacağım ve hemen yanına geleceğim. Dikkatli ol! Doğruca oteline git ve dinlen. Daha konuşuruz" Handan Tekin`le konuştuktan sonra epey rahatlamıştı. Valizini aldığında aklı yine gördüğü rüyaya gitti. "Berkay nerden çıktı yaa! Hem de Berkay! Futbolcu..." diye söylenerek güldü.
Barajas Havaalanı`ndan Madrid`in merkezine gitmek için metroya bindi. Plaza Mayor meydanına yakın bir butik otelde rezervasyon yaptırmıştı kendine. Oteldeki odasına yerleştikten sonra saatin iyice ilerdiğini fark etti. En iyisi ılık bir duş almak ve kahve içmekti. Karnı acıkmamış veya acıktığını hissetmeyecek kadar hareketli geçmişti günü. Duştan çıktığında oda servisine bir kahve söyledi. Ertesi gün Pazar olduğu için, Tekin gelinceye kadar yapabileceği bir aktivite düşündü. Kahvesini getiren oda servisine gezebileceği yerleri sordu. Seçenekler arasında en çok ilgisini çeken, sadece Pazar günleri kurulan "El Rastro" açık hava antika pazarı oldu. Yarın için Tekin`i beklerken tereddütsüz gidebileceği yer belliydi. Yatağına uzanırken Mp3`ünü alıp, kaydettiği sesleri tekrar tekrar dinledi. Patronu Yüksel Bey`in konuştuğu Şaduman Hanım, gizli çekilen fotoğraflar, tüm bunlarla ilintili olup olmadığını bilmediği evine giren birileri... neler oluyordu?
Şaduman Hanım, Handan`a babasından kalan tek yakınıydı. Babasının çok yakın bir dostu olduğunu biliyordu. Öyle ki, hiç bahsedilmeyen babanın yakın dostu ailede epey itibar sahibiydi. Hatta Handan`ı Şaduman Hanım`a "hala" demeye bile alıştırmışlardı. Ne var ki Şaduman Hanım da Handan`a babasıyla alâkalı bilinenden farklı birşey anlatmamıştı. O da diğerleri gibi Handan`a, annesi hamileyken babası Anton`un öldüğünü söylemişti. Tüm bunları düşünürken neden sonra uykuya daldı. El Rastro antika eşyalar, ikinci el giysiler, eski dönemlere ait kostümlerin satıldığı büyük, otantik bir açık hava pazarıydı. Rengarenk giysiler, çeşitli dönemlere ait mutfak gereçleri, pipolar, sandıklar, şapkalar, oldukça geniş bir ürün yelpazesine sahipti. Tezgahlardan biri Handan`ın dikkatini çekti. Ortaçağlara ait takı ve aksesuar tezgahıydı bu. Tezgahtaki takılara bakarken gözüne çarpan şey... bu nasıl olabilirdi! Anneannesinin sandığından çıkan Anser işlemeli antik tarağın aynısıydı bu. Şaşkınlık içinde donakalmıştı... telefonunun sesiyle irkildi, arayan Tekin`di. "A alo... o burda Tekin. İnanamayacaksın. Tıpkısının aynısı." diye kekeleyerek başladığı konuşmasına heyecanlı bir şekilde devam etti Handan; "Anser`in işlenmiş oldugu o antik tarak... ben bir pazardayım. Antik eşyaların satıldığı bir yer. İnanamıyorum." diye ardı ardına konuşurken "soluk al" dedi Tekin gülerek... "şimdi uçağa biniyorum, geldiğimde konuşuruz" dedi ve kapattı. Handan tarağı eline aldı ve satıcıya yöneldi "No se Espanol. Do you speak English?" (İspanyolca bilmiyorum. İngilizce biliyor musun?) |