ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
25 Nisan 2024, Perşembe 18:16   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  Muckun> Forum Başlıkları
    Muckuntarafından açılmış Toplam 122 Forum Başlığı var
<<1234567891011 1213>>


Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Şiir sevenler >Benim İçin Yaşamaktın Sen
  11.Tem.2009 Cmt 06:34:28

Kendi çalışmamdır.Şiir severlere duyrulur.

 

https://www.izlesene.com/video/muzik-benim-icin-yasamaktin-sen/931413



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >En Sevdiğiniz Sanatçı ve Şarkısı
  12.Tem.2009 Pzr 02:38:37

En çok dinlediğiniz Sanatçıyı ve en çok sevdiğiniz Bir şarkısını yazınız.Bakalım Kimler kimi ve hangi şarkıyı seviyormuş görelim

Sanatçı=Zara

Şarkısı=Tanrıdan Diledim Bu kadar Dilek

Katılmanızı bekliyorum,

Katılan arkadaşlara şimdiden çok teşekkürler.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Garib ama Gercek Bir Aşk
  13.Tem.2009 Pzt 03:07:25

        Değerli arkadaşlarım,burda bir yaşanmış Aşk ve Sevdayı sizlerle paylaşmak istedim.Bu Aşk hala taze ve ilk günkü gibi temiz kalmıştır..Bu aşıklardan biri malesef uzun yıllar önce Hakkın rahmetine kavuşmuştur ama diğeri hala yaşamakta ama tabi buna yaşamak denirse...

                                          SEVAL İLE MURAT

 Günümüzden 25 yıl önce,(1984) Murat askerden yeni teskere almıştır. Askerliği yapmış ve vatan borcunu ödemiş olmanın verdiği bir gururla İstanbul a ailesinin yanında döner.Asıl Memleketi Edirne nin Havsa ilçesine bağlı Bostanlı köyüdür.Ama iş hayatı için İstanbul dadır evi ve ailesi.Teskereyi alalı iki hafta olmamıştır.Köye gitmek ister.Bide o aylar tarlalara ve bahçeelre bakım yapma ve ekme ayıdır.Köye gitmek üzere hazırlığını yapar ve yola çıkar.Ozamanlar otogar Topkapıda idi.Edirneye o an için araba yoktur olanı isede geç saattedir.Mecburen Kırklareli arabasında 15 dk sonra kalkacak bir arabaya bilet alır.Köyünü ve Dedesi ile babaannesini göreceği için de mutludur.Otobüs hereket eder ve 3 saat sonra Kırklareli ne varır.Vardığında Edirne ve Kırklareli arası sefer yapan minübüse biner.Minübüs Köye gitmesede 7 km yakınında ki komşu köyden geçmektedir,o köye varınca araçtan iner ve beklemeye başlar.Elbet köye doğru giden bir traktor yada köyde oturan birinin aracı gecer diye bekler.Ama ne yazık ki ne gelen verdır ne de giden.Beklemekten sıkılır ve  Aman der alt tarafı 7 km yürürüm der ve yürümeye başlar.Yürürken Köyü ne kadar çok özlediğini farkeder.Hava çok soğuk yada çok sıcak ta değildir.Ama yürümenin verdiği sıcaklıkla içi yanmaya başlamıştır.Susamıştır.Neyse Köye 4 km kala köyün camiisine ait minare görünmüştür.Bu yaklaşmış olmanın verdiği heyecnla susuzluğunu unutur.Nasılsa köyün girişinde çeşme vardır orda içerim der.

 Gerçektende köye adımlarını hızlandırdığı için 20 dk da varır.Ama dili damağı kururmuştur.Tam Köyüe gireceği sırada köyün girişinde bulunan ilk evin delikanlı köpeği Bunun gelişini görünce havlayarak ona doğru koşmaya başlar.Panik ve şaşkınlık için de ne yapacağını bilemez.İçindeki hayvan sevgisi de yerden taş yada sopa almasına engel olur.Ama koşmaya başlasa bu sefer de köpek daha çok saldıracağı için hiç korkmamış numarası yaparak yürümeye devam eder.Neyse korkulan olmamıştır.Çünki köyde bu durumlara alışık olduğu için iyi bilir zararı olmıyacağını ve sadece yoldan gecen biri olduğunu o eve bir zarar vermiyecek biri olduğunu köpeğe bir şekilde hissettirir.Nitekim köpekte sessiz ve havlamalarına aldırış etmiyen bu yolcuya son bir iki havladıktan sonra oda susmuştur.Ama bizim yolcu tabi yol yürümeden ve heyecandan iyice susamıştır.Çeşmeye az kalmıştır.Hatta çeşmenin devamlı yalağa akan (hayvanları sulama için yapılan küçük havuz) sesi kulağıuna gelmeye başlamıştır.Derken çeşme görünür ve çeşmeye yaklaştıkça çeşme başında bir kızın olduğunu farkeder,kızın başında beyaz üstüne renkli çiçekler işlenmiş ve kenarları boncuk ve pullarla süslenmiş bir yazma vardır.Boncukları daha karşıdan ışıldamaya ve devamlı renk değiştirmeye başlamıştır.Göze hoş ışık oyunları yaparlarmış.Neyse çeşmeye varır ama iki üç metre uzakta duru ve bekler.Kızın elinde 4 kova,iki tane kovaları taşımak için su askısı ve bir güğüm varmış.Tabi kızın arkası dönük olduğu için tanıdıkmı yada başka birimi merak için deymiş.Çünki köyde Nufusun çoğu akrabası imiş.

Neyse kız kovanın birini doldurduktan sonra diğer kovağı almak için döndüğünde bizim Muratı görür ve şaşırır.Yabancıdır Çünki Murat köye.Ne kadar o köyün İnsanı olsada yıllardır İstanbul da oldukları için köyde yeni yetişen nesil tanımamaktadadır.Kızla gözgöze gelen Murat. Selamın Aleyküm kolay gelsin der.Kızda Aleyküm Selam der.Ama kızı bir heyecan şaşkınlık ve hafiftende korku sarar.Çünki Murat Şehirli gibi giyinmiş yabancı olduğu çok belli olmaktadadır.Ama Murat,kızın Masmavi gözlerine dalmıştır.Bu durum kızı iyice tedirgin etmiştir.NE zaman sonra yaptığının kıza korku verdiğini anlar ve der ki Korkma bende bu Köydenim,Askerden yeni teskere aldım.Köye Dedemleri ve babaannemleri görmeye birazda bahcelerde çalışmaya geldim der.Kız Hoş geldin der ve tekrar kovaları doldurmaya döner.Sonra birden döner ve Ya kusuruma bakma sanırım sen su içmek için burda bekliyorsun diye sorar.Murat evet der.Ama acelesi yok sen işini bitir ben içerim nasılsa der.amacı kızı birazdaha görmekmiş.Ama sonradan aklına gelir ve birden neyse sana kolay gelsin der ve ordan uzaklaşır.Çünki köy yeri ve biri görse dedikodu çıkması an meselesi ve kendisini tanımayanlar kıza kötü yaklaşan biri zanneder ve başına olmadık işler acılabilr endişesi ile ordan uzaklaşır ve yola devam eder.Artık suyu evde içecektir.Bir on dakkika daha yürüdükten sonra nihayet eve varmıştır.ama tabi Murat ın aklı kızda kalmıştır.Büyük bir saygı ile Dedesini ve babaannesini ellerini öper,sarılır ve koklasırlar hasret giderirler.Daha sonra yemek ve hoş beş sohbetten sonra gece olmuştur.Dedesi hadi oğlum gel kahveye gidelimde hem herkesi görürsün hemde ben ilk erkek torunum büyümüşte askerliğini yapıp sağsalim döndüğü için kahvedekiler çay ısmarlıyayım der.Bu bir adettir köyde.yapılmazsa iyi bakılmaz.Bunu bilen Murat ses cıkarmadan dedesinin peşine takılır ve kahveye giderler.Neyse dedesi kayveciye yap bakalım herkese çay torunumun askerliği bitirmesi şerefine der ve çaylar dağıtılır.Ve sohbetler başlar.İşte sizde bilirsiniz Askerlik anıları ve askerliği yaptığını yer hakkında sorular sıklasır.Anlatır murat anıları ve askerlik yaptığı yerleri.sonra birden sesizleşir.Hep bir yerlere dalar gözleri.Dedesi durumu farkeder ama yolo yorgunluğuna verir.sonra kahvedeki herkese Allah rahatlık versin derler ve çıkarlar eve doğru yola.Sabah ezanı okunurken uyanır Murat ve kalkar yataktan elini yüzünü yıkar ve abdesttini alır başlar sabah namazını kılmaya.Namaz bitince Ellerini açar ve Rabbim Sen hakkımda hayırlısını ver diye dua eder.Babaannesi ve dedeside kalkarlar ve babaannesi ahıra gider süt sağmıya ve sütü sağar kaynatır kahvaltı için.Sonra Murat dedesine sorar Dede su ufak tarlayı ektirdinmi bu sene diye.Dedesi yok evlat ektirmedim sen geleceksin diye boş tuttum der.iyi o zaman der Murat.Ben kasabaya ineyimde fide alayı der ve her sabah süt almıya gelen mandıranın arabasının geleceği yola gider ve bekler.Araba gelir ve giderler.Kasaba da fide satıcılarının olduğu yere gider ve biber.domates,patlıcan ve benzeri seylerden alır.Birazda kasabayı gezer.eş dost ziyaret eder.Ve köye giden bir araba bulur yola cıkar.Öğlen olmustur.Köye geldiğin de.Eve girince yemek hazırlanır ve yerler.ama Murat tabi o dalgınlığını sürdürür.Aklı hep o kızın mavi gözlerindedir.Hele bide o yazmasındaki pul ve boncukların ışıltısı o mavi gözlerine nasılda uymuşlardı birbirlerine.Aklına geldikçe ve dalgınlaştıkça Murat ta yüzünün kızarması belirir.içini sıcak bir dalga sarar,ve kenarlara gider saklanır.sigara içmek için.ama her sigara yakısında aklına O kız gelir.Birden aklına ya adı neydi?Kimin kızıydı?akrabamıydı değilmiydi?soruları sarmaya başlar.o günü evde ufak tefek işlerle oyalanı ama düşünceleri ve aklındaki sorular çoğalmaya başlamıştır.Akşam üstü görürüm ümidi ile çeşme tarafına gider yine ama yok,kimsecikler yoktur ortada,Gerisin geri eve döner, ve odasına girer.Biraz kestiri gibi olur ama gözünü her kapadığında O masmavi gözler gelir.

Sabah olur.her zamanki gibi abdestini alır namazını kılar ve  kahvaltısını eder,sonra dedesine dede ben su hayvalarla bostana gideyim.Onlar kenarda otlarken biraz derleyeyim süreyim der ve ahırda bağlı duran iki ineğive aletleri alır eline çıkar yola.Ardan bir sat gecer ve bahçeye varır.Hayvanları kenara bağlar ve kendine bir ağaç altı bularak oraya ufak bir yaygı serer ve aletleri bırakır.Aletler ise(bel,geniş ve dar ağızlı çapa,tırmık ve balta.Ha bide babasına ait 7.65 lik tabanca.Köy ve kırlık yerdir ne olur ne olmaz,kurt.yaban domuzu veya yılan cıkabilir.İki ayaklıları da cabası.)

Gözleri ile bostana şöyle bir göz atar ve nereden başlıyacağına karar verir.Önce yabani otları kökünden kesecektir.Ve işe koyulur.Tam işe iyice dalmıştır ki biraz uzaktan bir kızın İmdaat,Kimse yokmu yardım ediin!sesini duyar.Merak içinde sesin nerden geldiğini anloamak ister gibi sağa sola bakar.Aynı ses tekrar İmdaat deyince sesin geldii tarafa tabancasını ve baltayı alarak koşar.Varır sesin geldiği yere bide ne görsün Kızın biri ağaca cıkmış ve bağırıyor.Kız muratı görür görmez hemen yaklaşma aşağıda bir yılan var .Murat bakar ama yılanı göremez nerede   der. Kilimin altına girdi der kız.Murat dikkatlice kilime bakar ve gercektende kilimin altında gezinen yılanı görür.Sonra dikkatlice yılanın belli olan silüetinden kilimin harekt ettiği noktadan yakalar ve kilimle birlikte uzağa gider.Yılan kıpır kıpırdır ama koca kilim üstünde olduğundan fazla bişey yapamaz,sonra Murat dikkatlice kilimi yere bırakır ve kilimin ucundan tuttğu gibi hızlıca ceker ve kenara cekilir,yılan açığa cıkar ama korkulacak bir durum yoktur,zehirsiz ve küçük boyda bir yılandır.Yılanda aten serbest kalmanın verdiği rahatlıkla ordan uzaklasır.Murat ağaca doğru gider ve tamam inebilirsin der.Kıza elini uzatır ve inmesine yardım cı olur.aşağı iner inmez gözgöze gelirler ve Murat beyninden vurulmuşa döner.Günlerdir görmeye çalıştığı ama bir türlü göremediği kız karşısında.Kız nazikçe teşekküreder.Ve Murat a sorar sen kimlerdensiz diye.Murat anlatır kimlerden olduğunu tanışırlar.Artık kızda gülümseyen gözlerle bakar Murata.Murat birden aklına hayanları yanlız bıraktığı gelir.Zaten akşam üzere olmuştur,eve dönme vaktidir.Kıza derki burda ne arıyorsun.Kızda bizim inek buralara gelmiş otlamak için onu arıyordum hemde surda biraz dinleniyordum.orası bizim bostan der.Bulabildinmi ineği der Murat.Bulamadım ama eve gitmiştir o mutlaka der kız.İyi der Murat hadi beraber gidelim bend ebenim kileri alayım der ve Muratların bostana doğru yola cıkarlar.Bu yol sırasında iyice tanısırlar.Kızın adının  Seval,yaşının 19 ve en ilgincide kızın aslında Muratın baba gibi sevdiği Vahit in kızı olduğunu öğrenir.Vahit cok kereler Muratı cocukluğunda biçerdöver ile tarla bicmeye götürmüştü.Meğer tanırmışpç Murat kızı ama Kız cabuk büyüdüğü için ilk anda tanıyamaz.EE nede olsa yılın büyük bölümünü İstanbulda gecirir Murat.Neyse bostana varırlar inekleride yanlarına alarak yola köye doğru cıkarlar.

Köye varmaya yakın kız Murattan ayrılır ve tarlaların arasında kestirme evlerine doğru yola cıkar.Murat artık bir yandna sevincli biryandan da heyecanlı şekilde eve varır.;Aradan bir ay geçer ve murat ekeceğini ekmiş tarlayı adam etmiştir,son kez bir suladıktan sonra.artık İstanbula iş hayatına dönmeye karar verir.Bir yandna da babasına Seval i istetmek için konuşmak içindir dönüşü.İstanbul a döner ve ik yaptığı eski iş yerine gitmekolur.allahtan çalıştığı yer onu askere yolamış ve usta olduğu içinde hemen geri işe almışlardır.Aradan bir kaç ay gecer ve işine alışır.Ama aklı hep Seval de olarak çalışmaya devam eder.Nihayet babasını ve annesini karşılarına alarak konuşmaya karar verir ve durumu olduğu gibi anlatır.Babası ve annesi uygun bulurlar.Çünki Vahit i ve kızını iyi tanırlarmış.Tabi Murat Vahitlerin evine hiç gitmediği için Kızı pek bilmezmiş orası ayrı mesele.Neyse artık köye istemeye gitmeye karar verirler.Hasattan sonra(ürünlerin tarlalardan biçildiği an) İstemeye gideceklerdir.Bu arada Murat bankaya üçbeş kuruş ne olur neolmaz  diyerek aldığı maaşları yatırır.

Gün gelir çatar.Köye giderler ailecek.Murat bir fırsatını bulup kıza istemeye geleceklerini anlatmaya gider.Ama malesef kız ailesi ile birlikte kasabaya giderler o gün.Tabi Murat dayısına koşar ve dayısından yalvar yakar ototmobili ister ve durumu anlatır.Dayısıda olur der ve otomobili verir.Murat Hızla kasabaya gider ve zaten küçük olan kasabada onları kasabanın minübüs durağına yakın yerdeki parkta bulur.ve kızın yanlız kalacağı anı bekler.tamda o sırada babası bir tarafa anneside yiyiecek almak için toptancıya gittiğini görür görmez kıza doğru yaklaşır.Ama serseri her yerde aynı serseri işte,iki tane genc o sırada kıza laf atarlar.bunu gören Murat hemen genclere gider ve onlarla kavga eder.Tabi Murat iyi kavga eder ama kalleşlikle başedemez ve Murat ağzı buru kan içinde kavga biter.Bunu gören seval hafif sersemlemiş Murat ın yanına  gelir ve benim için ölecektin,değermiydim ki ben bunun için,çokmu sevdin sen beni diye sorar.Murat sadece kızın gözlerinin içine bakmakla yetinir.Biraz kendine gelen Murat Seni istemeye gelecek annemler  ne diyorsun der Murat.Seval de buyursunlar,başımın üstünde yerleri var der.Ama o sırada bir patırtı daha kopar Meğer kızın babası serserilerin yaptıklarını görmüş,ve Murat ı da o halde görünce kendini tutamamış o serserileri bir güzel pataklıyo.

Ve Perşembeyi Cumaya bağlayan gece beklenir.Gün nihayet gelir ve anne babası kızı istemeye giderler.Allahİ ın emri ve peygamberin kavli ile kız istenir ve söz kesilir.kızın babası muratı sevdiği için hiç tereddüt etmeden kızı verir.Artık Murat Mutluluktan  uçmak üzeredir.bir kac gün daha köye kalırlar ve İstanbula a dönerler.Murat artık işine dört elle sarılır.Kuracağı yuvanın ve sivdiğine kavuşmanı mutluluğu içinde.Aradan iki ay daha gecer ve nişan hazırlıkları başlar.Nişan günü gelir çatar.Nişan köyede olacaktır.Düğün ise birdahaki hasatta. Güzel bir nişan olur.Tanıdık tanımadık herkes Seval lerin bahçesine doluşmuştur.Davullar zurnalar çalınır oyunlar oynanır ve yüzükler takılır.ve İstanbula dönülür.hazırlıklara başlar Murat evine eşyalar almıya başlar.Derken bir sene gecer düğüne bir ay kala kızın babası telefon eder ve İstanbula alışverişe gelmeye gelirler.Murat tabi sevinç içinde.Neyse bir akrabalarında kalırlar Seval ler.alış veriş yapılır düğün için gerekli ne varsa alınır.Tabi en önemlisi Gelinlik alınır.Bir pazar günüde Murat Seval i alır ve İstanbul u gezdirir.Gezerlerken birden kızın yüzü asılır ve Murat a sorar. Murat bakıyorumda etrafa Bu kadar güzel ve süslü kız içinde neden ben? diye.Murat bu soru karşısında şaşırır,ama Sen de melek güzelliği ve temizliğini gördüm ondan sen der.Derken köye dönüş  zamanı yaklasır vakti yaklaşır.Ayrılık saati yaklaşır ve vedalaşırlar.Vedalaşırlarken Murat bir gün daha kalsanız olmazmıy dı? der.Ama kızın babası evlat malum tarlalar ve hayvanlar var.der.Hem biliyorsun hazırlıkta yapacaz daha der.Ve arabalarına binerler ve yola cıkarlar.Giderlerken Murat Sevalin gözlerine bakar bu gün her zamankinden daha güzelsin der.Ne bilsin ki o güzellik meğer...

Ardan iki hafta gecr ama köyden ne bi haber ne bir telefon gelmez.Düğüm günü gelmiş çatmıştır.Düğüne iki gün kala Murat köye gider duramaz ayrı fazla,giderkende anlam veremediği bir sıkıntı bır durgunluk bir hıckırık,hani ağlamak istersinizde ağlıyamazsınız ama gırtlağınıza bir yumru oturur.öyle bir garib bir durum Murat ta.Güya sevdiğine kavuşmaya iki gün var.Kırklareli ne gider Murat Teyzesine.Ama daha kapıdan girer girmez her zaman güler yüzlü olan teyzesi asık ve üzgün bir ifade ile karşılar Murat ı.Sorar Murat ama teyzesi hiç birşey demez.Sanki herkez söz birliği etmişcesine Muratı gören her kimse,meraba derlermiş ve az işim var deyim yanından uzaklasırlarmış.köyede gidememiş ki düğündne önce görünmez Seval diye,Ama daha fazla dayanamış gitmiş köye.Gece olduğu için de ortalarda kimse yok.direk kahveye gitmiş.Daha kapıdan görür görmez herkes acıyan ifade ile bakmışlar Murat a.Bir anlam verememiş Murat,Sıkılmış kahvede bari eve gideyim de dinleneyim demiş.Dedesi ve babaannesi de görür görmez daha şaşırmışlar oğlum yanlızmı geldin hani diğerleri diye sormuşlar.Murat ta yarın gelecekler demiş.Dememiş onlarda bişey,Ama babaannesi birden durduk yere ağlamaya başlamış.Anlamm verememiş ne oluyor diye sormuş,Babaannesi ise hiç be evladım ne zaman büyüdünde adam oldun da askerliğini yaptında bide evleniyorsun .Sevincten demiş ağlamam.Neyse Murat odasına cekilmiş.Uyumaya çalışmış ama bir oyana bir buyana dönememiş derken sabha karşı biraz olsun gözleri dalmış uykuya,Sabah olmuş meğer dedesi daha önce kalkarak Muratın arkadaşlarını ayarlamış,alın Murat ı kasabaya götürün demiş.uyandığında arkadaşları zorla ısrarla onu kasabaya götürmüşler.ama Murat sıkılmış illa Seval ı uzaktanda olsa görmek istemiş.Fazla durmamış kasabada dönmüş hemen köye.Ve doruca hiç çekinmeden doğru Seval lerin evine gitmiş.

Daha kapıdan girer girmez.Seval ın annesi(Selma) ile gözgöze gelmişler,kadıncağız daha Murat ı başlamış ağlamaya Evladım,bitanem canım,kocum,diye ağlayarak Muratın boynuna sarılmış.

Ve bütün herşeyi anlatmış Murat a

Meğer Seval İle babası daha o düğün alışverişinden dönerlerken yol da trafik kazasında hakkın rahmetine kavuşmuşlar.

Bunu duyan Murat.Beyninden vurulmuşa dönmüş.Meğer herkesin sakladığı ;Seval in öldüğü haberi imiş.Murat yıkılmış.Murat çaresiz.Birden aklına o gün gelmiş,Meğer Sevalin yüzünde ki ölüm güzelliği imiş.Yaşıyo murat ama buna yaşamak denirse.Bir daha  sevememiş.Kimseyi görmemiş gözü başka bir kızı yada güzelliği.Unutmaqmış sevdiğini ona sadık bir şekilde yaşar.Sonrada onloa evlenmek isteyenler se acısını unutturacağı yerde.Daha cok sevali hatırlatmış.htırladıkca da vaqzgecmiş hep.İşte sizlere gercek sevgi.Gercek bi aşk ve gercekbi sadakat.Her yıl 5 Ağustosta ziyaretine gidermiş Murat.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Şiir sevenler >Bir Şiir ve Bir öykü
  13.Tem.2009 Pzt 06:59:20
 
Çok uzaklardayım özlüyorum
Beni hissedebilir misin
Sana meleklerden sevgimi gönderdim
Kanatlarını tutabilir misin
Sevgimi dağlara  haykırdım
Yankılarını duyabilir misin
Dünyada benden başka
‘Deniz gözlü’ bulabilir misin
Sen bensizliğe
Dayanabilir misin
Sensiz yapamıyorum ‘Sarıbalım’
İnanabilir misin
Bensizliğe böylesi bir ayrılığa
Katlanabilir misin
Akşamüstleri şöminenin karşısında
Şarabını tek başına içebilir misin
Uzaklardan sana sesleniyorum
Pencereden bakabilir missin
Yaşadığımız o güzel günleri
Unutacağım diyorsun
Peki
Beni de unutabilir misin
 
Seni yürekten sevdim
BİTMEYEN SEVDAM
‘Sarıbalım’
Beni yalnız
Yalnız beni
Sonsuza kadar
 
SEVEBİLİR MİSİN 
 
 
 

SARIBAL’IN ÖYKÜSÜ

Dağların, ovaların yemyeşil çiçeklerin bin bir güzellikte olduğu bir ülkenin küçücük, şirin mi şirin bir köyünde doğmuş SARIBAL. Güneşi bile kıskandıracak güzellikteymiş teni. Sarı, sapsarı, altın sarısıymış, bal sarısıymış teni. O nedenle Sarıbal adını takmışlar ona.Yüzü gibi, teni gibi, kalbi de güzelmiş Sarıbal’ın. On beşine geldiğinde, köyünün, çevre köylerin, büyük kentlerin gençleri Sarıbal aşkıyla yanmaya başlamışlar. Sarıbal’ın güzelliğiyle çalkalanmış bütün ülke. Gün gelmiş Sarıbal’ın ülkesi komşu ülkenin işgaline uğramış.

Mutlu insanlar ülkesi bir anda acı çeken insanların, tutsak insanların ülkesi olmuş. Sarıbal’ın ülkesini işgal edenler bu ülkenin bütün güzelliklerini yağmalamışlar. Ne var, ne yok, her şeye el koymuşlar. Evler yağmalanmış, hayvanlar götürülmüş, tarladaki ekinler bile yakılmış. Sonunda Sarıbal’ın adını duymuş, zalim ordunun hükümdarı. Askerlerine emir vermiş, zorla huzuruna getirtmiş. Sarıbal’ı görür görmez de dizlerinin bağı çözülmüş zalim hükümdarın. Onu elde etmek amacıyla, dile benden ne dilersen, demiş. Sarıbal büyük bir nefret duyduğu hükümdara: “Askerlerin ülkemizi hemen terk etsin. Halkımızdan çaldığınız her şeyi geri verin. O zaman aşkınıza karşılık verebilirim.” demiş

Zalim hükümdar Sarıbal’a sahip olabilmek için onun şartlarını kabul etmiş ve yanına Sarıbal’ı da alarak, askerleriyle işgal ettiği ülkeden ayrılmış. Sarıbal’ın ülkesinde yas varmış. Hemen herkes Sarıbal’ın halkını kurtarmak için bu zalim hükümdarın teklifini kabul ettiğini biliyormuş. Sarıbal’ın güzelliği gibi yiğitliği, yürekliliği de dilden dile yayılır olmuş. Zalim hükümdar Sarıbal ile birlikte ülkesine, sarayına dönmüş. Ama çok şükür ki hain emellerine kavuşamamış. Hükümdarın sarayında masmavi gözleriyle, demir yüreğiyle, insanların sevgisini kazanmış bir şövalye varmış. Herkes hükümdar gibi zalim olacak değil ya! Bu şövalye Sarıbal’ı görür görmez ona âşık olmuş. Zalim hükümdarın elde etme hırsına karşılıkülkede tutamaz, diye geçirmiş içinden. Hükümdar sarayına gelir gelmez Denizgözlü yiğit, hançerini saptamış zalim hükümdarın yüreğine, sonra da kendisine inanan bir avuç şövalye ile dağları, ormanları mesken edinmişler kendilerine. Sarıbal ülkesine dönmüş, bir kahraman olarak karşılamışlar ülkesinde onu. Denizgözlü de ülkesini zalim bir hükümdardan kurtarmış ama Sarıbal’ın aşkından kurtaramamış yüreğini.

Gel zaman, git zaman, Sarıbal’ın ülkesine düşmüş yolu. Sarıbal Denizgözlü’nün, onu kurtarmak için hükümdarı öldürdüğünü biliyormuş. O nedenle, bu aşka karşılık vermiş. Ne var ki Sarıbal’ın ülkesi, Sarıbal’ın Denizgözlü ile evlenmesine razı değilmiş. Denizgözlü ile arkadaşlarını kovmuşlar topraklarından. Sarıbal bu tarafta ağlamış, Denizgözlü diğer tarafta. Ayrılık ateşi yüreklerindeki sevgiyi daha da azdırmış, daha da çoğaltmış. Gün gelmiş, Denizgözlü’nün kıymetini, kadrini anlamış ülkesinin insanları. Onları zalim bir hükümdardan kurtaran bu yiğit insanı kendilerine hükümdar yapmışlar. Ülkeleri barışsever insanların bolluk, bereket içinde yaşadığı, bir cennet olmuş. Ülkede her şey düzelmiş ama Denizgözlü’nün durumu çok kötüymüş.

O yiğit insan bir mum gibi erimiş Sarıbal’ın aşkıyla. Ülkenin hekimleri, âlimleri, bu derde bir çare bulamamışlar. Sarıbal da aynı durumdaymış. O da Denizgözlüsünün aşkıyla bir gül gibi soluvermiş. Gülen gözleri gülmez olmuş. Bal akan dilleri söylemez olmuş. Onun da derdine derman bulamamış hekimler. Sonunda iki ülkenin iki ulu insanı bir araya gelmişler. Bunlar halkın mutluluğu için acı çeken bu insanların evlenmelerine karşı çıkılmaması gerektiğine karar vermişler.

O günden sonra birbirlerine sevgi ile sarılmaya karar vermişler. Sarıbal ile Denizgözlü geç de olsa muratlarına ermişler. İki ülke arasındaki sınırları da kaldırmışlar.pırıl pırıl, tertemiz bir sevgiymiş Sarıbal’a duyduğu. Nasıl ederim de bu güzel ve iyi kalpli, ülkesi için kendisini feda eden kızcağızı şu zalim hükümdardan kurtarırım, diye düşünürmüş. Aklına bir çare gelmiş: hükümdarı öldürmek. O ölürse kimse Sarıbal’ı bu

Sarıbal ile Denizgözlü’nün aşkı dillere destan olmuş. Bu öykü de yıllardır anlatılır dururmuş.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >İnsanlar,Oyun ve Oyun çeşitleri
  13.Tem.2009 Pzt 08:34:08

1.OYUN
Oyunun Tanımı
Oyunun ne olduğu konusunda eski zamanlardan beri çok değişik görüşler ileri
sürülmüştür. Bu görüşlerin tamamındaki ortak nokta ise oyunun çocuk için çok önemli bir uğraş olduğudur.
Oyun için yapılan birçok tanım vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
*Oyun, çocuğa hiç kimsenin öğretemeyeceği konuları, kendi deneyimleriyle
öğrenmesi yoludur.
*Oyun, sonucu düşünülmeden eğlenmek amacıyla yapılan hareketlerdir. Oyun
‘iş’ in karşıtı olarak düşünülmektedir. Çünkü ‘iş’te belli bir sonuç söz
konusudur.”
*Oyun, içsel olarak güdülenen belirli bir amacı olmayan, yetişkinler tarafından
değil, çocuğun koyduğu kurallara bağlı olarak kendiliğinden gelişen ve zevk
unsuru taşıyan davranışlarda oluşan bir etkinliktir.
*Oyun, çocukların kendi seçtikleri ya da gruptaki diğer çocukların seçtikleri ve
kendilerine göre sağlam kuralları olan eylemlerdir.
*Piaget’e göre oyun, bir uyumdur.
*Gross’a göre (1896), oyun bir pratiktir. İleride karşılaşılabilecek davranış
biçimleri oyunla elde edilir.
*Caillois ‘ e göre (1958) oyun, serbestçe kabul edilmiş, fakat bağlayıcı olan
kurallara göre belli bir alan ve zaman süreci içinde sürdürülen gerilim ve
eğlence duygularını içeren, gerçek hayattan farklı olduğu bilinci ile yapılan
gönüllü bir hareket ya da faaliyettir.
*Montaigne (1533–1592) oyunu çocukların en gerçek uğraşıları olarak
tanımlamıştır.
*Montessori (1870–1952) de oyunu çocuğun işi olarak nitelendirmiştir.
*Lazarus ise oyunu, kendiliğinden ortaya çıkan, hedefi olmayan, mutluluk
getiren bir aktivite olarak tanımlamıştır.
Genel tanımıyla oyun, belli bir amaca yönelik olan ya da olmayan, kurallı ya da
kuralsız gerçekleştirilebilen; fakat her durumda çocuğun isteyerek ve hoşlanarak yer aldığı fiziksel, bilişsel, dil, duygusal ve sosyal gelişiminin temeli olan gerçek hayatın bir parçası ve çocuk için en etkin öğrenme sürecidir.


Oyunun Tarihçesi



Oyun, canlıların var olmasıyla başlamıştır. Hayvanların da oyun oynadıklarını
düşünmek garip gelebilir. Ama etrafımızdaki hayvanları izlediğimizde onların oynadıkları oyunları görebiliriz. İki köpeğin birbirini kovalaması, birinin diğerini yakalayınca yere yatırması ve bütün bunları yaparken de değişik sesler çıkarmaları, yaptıkları eylemin oyun olduğunu ve bu işten zevk aldıklarını gösterir.

İnsanoğlunun ataları, çevrelerinde gördüklerini taklit ederek, yaptıklarını hareketlerle birbirlerine anlatarak farkında olmadan oyunu yaratmışlardır. Avını avlayan insan, avını nasıl avladığını taklitlerle diğer insanlara anlatmıştır. Bu hareketler, zamanla bilinçli yapılan büyüsel, dinsel törenlere dönüşmüş ve oyun bu aşamada kültürel bir özellik kazanmıştır.

Büyüklerin avlarını nasıl avladıklarını anlatırken onları izleyen çocuklar, büyüklerin yaptıklarını günlük yaşamlarında taklit etmişler ve büyüklerine özenerek benzer hareketleri yapmaya başlamışlardır. Bu tür oyunlar, çocuklar tarafından nesilden nesile geliştirilerek aktarılmış ve bugünkü oyunları oluşturmuştur. Sopalarla ve taşlarla yere konan bir hedefi vurmak, çeliğe vurup uzağa götürmek, saklambaç oyunlarında saklanan oyuncuyu arayan
ebenin, sakladığı yerden ebeden önce kaleye gelmeye çalışan oyuncunun hal ve hareketleri ilkel insanların avcılık sırasında yaptığı hareketlerin benzeri gibidir.
Çocuk oyunları içerisinde taşla ve aşıkla ( koyun ve keçi gibi hayvanların arka ayak diz bölgesinden çıkan kemiklerle) oynanan oyunları genelde en eski oyunlar olarak kabul edilmektedir.

Arkeologlar, yaptıkları kazı ve araştırmalarda bu oyunları anlatan kabartmalar ve mağara resimleri bulmuşlardır. British Museum’da bulunan ve İ.Ö. 800 yıllarında topraktan yapılmış bir heykel, iki kızı aşık oynarken göstermektedir. Eski Mısır’da bulunan Orta Krallık dönemi duvar resimlerinde ise oyun tahtası üzerinde oynanan oyunlar, sıçrama oyunları, yine İ.Ö. 2600 yılında Mısır’da Ak-hor mezarında bulunan duvar resminde bir kız,el vuruşma oyunu oynarken gösterilmektedir. Yunan çömlek resimlerinde tavlaya benzer bir oyuna rastlanmıştır. Ayrıca aşık, sopayla çember sürme, topaç ve top oyunları oynandığına dair resimler bulunmuştur. Girit Uygarlığı’nın kalıntılarında da bebeklere, minyatür ev eşyalarına rastlanmıştır. Komşu uygarlıklardaki bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Anadolu’da yaşayan uygarlıklara ait birçok mezar taşında da çocuk yaşantısıyla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Maraş’ta Genç Hitit Dönemi’ne ait aşık kemiği ve kırbaçla oynayan çocuk resimlerine rastlanmaktadır.


Türklerdeki oyunlarla ilgili yazılı bilgileri Dede Korkut Hikâyeleri’nde bulmak
mümkündür. Diğer önemli bir kaynak ise Evliya Çelebi’nin Seyahatname adlı eseridir.Daha sonraki yıllarda çocuk oyunları nesilden nesile aktarılarak ve zenginleşerek günümüze kadar gelmiştir. Doğal olarak çocukların ilk dönemlerinden sonraki oyunları zihinsel gelişimle paralel olarak biçim değiştirmekte, zekânın ürünü olmaktadır. Uygarlık gelişiminin bilim, sanat, mimari gibi pek çok alanda gelişme göstermesi çocuk oyunları ve
oyuncaklarına da yansımıştır.

Kaynak:
www.meb.gov.tr

hacivat1.jpg

KARAGÖZ OYUNLARININ TARİHÇESİ
Gölge oyunu;deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanır. Gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir çinli hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar. Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.

Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. Bu tekniğin Türk halk kültüründe ne zaman Karagöz olarak ortaya çıktığı hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacıvat) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanırbu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş Hacıvat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacıvat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.

D.T.C.F Tiyatro kürsüsü eski başkanlarından Prof. Metin And’a göre ise 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in Memlük sultanı Tumanbay’ın Nil nehri üzerindeki Roda adasında asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da görmesini arzu ederek İstanbul’a getirmesiyle gölge oyunu Anadolu’ya girmiştir: “Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca Mısır gölge oyunlarında belirli kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacıvat’ın adını pek duymayız. Böylece Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış çok renkli hareketli bir biçim verilmiş kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken bunun karagöz olduğunu Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.”(1)

Sayın Prof. Metin And ın bu görüşüne karşılık olarak ise Cevdet Kudret şöyle yanıt vermektedir; "Geleneksel tiyatromuz üzerindeki çalışmalarıyla konuya yeni belgeler ve görüşler kazandıran değerli incelemeci Metin And Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı büyük eserinde gölge oyununun Türkiye ye 16. yüzyılda gelmiş olduğunu ve Türkiye de gölge oyununun varlığını kesin olarak gösteren kaynaklara da 16. yüzyılda rastlanmakta olduğunu ileri sürmüştür. Kitabımızın ön yazısında da sözünü ettiğimiz üzere İbni İlyas adlı bir Arap tarihçinin eserinden öğrendiğimize göre (2)1.Selim (Yavuz) Mısır ı aldığı yıl (1517) Cize de seyrettiği bir gölge oyununu çok beğenmiş Memluk Sultanı 2. Tumanbay ı nasıl idam ettirdiğini gösteren bu oyunu oğlu veliahd Süleyman (Kanuni) ın da görüp eğlenmesi için Mısır lı hayalciyi İstanbul a götürmek istediğini bildirmiştir. Metin And bu belgeyi "gölge oyununun Türkiye ye 16. yüzyılda Mısır dan gelmiş olduğu üzerine kesin bir kanıt" olarak görmekte ve "Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır dan almışlardır demekte; 13. yüzyıldaki Mısır gölge oyunlarıyla 16 yüzyıldaki Türk gölge oyunları arasında "ortak noktalar" bulunduğunu belirttikten ve Mısır gölge oyunu tasvirleriyle Türk gölge oyunu tasvirleri arasındaki benzerliklere de işaret ettikten sonra "16. yüzyılda Türkiye de gölge oyunu üzerine belgelerin birden bire artmış olması ve kukla için kullanılan hayal i gölge oyunundan ayırmak için hayal-i zıll veya zıll-i hayal deyimlerinin gene bu yüzyılda kullanılmış olması"nın "bu görüşü destekleyen kanıtlar" olduğunu söylemektedir. Gerçekten de eski Mısır gölge oyunlarıyla Türk gölge oyunları arasındaki benzerlik bu oyunun Türkiye ye Mısır yoluyla geldiğini gösteriyor; fakat bunun 1517 de geldiği yolundaki kanıtlar yeterli görünmemektedir.Bir kere Anadolu ile Mısır arasındaki siyaset ve askerlik ilişkileri 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar çıkmaktadır: Mısır da kurulan (1250) Memlûk İmparatorluğu nun Anadolu daki Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları beyliklerinin "metbû"u olduğu hatta başka beylikler üzerinde de hak iddia ettiği; 1. baybars (hük. 1260-1277) ın Anadolu yu İlhanlı egemenliğinden kurtarmak üzere bir kısım Anadolu Türk beylerinin çağrısı üzerine Anadolu ya gittiği İlhanlı ordusunu yedikten sonra Kayseri ye kadar ilerlediği (1277) biliniyor. Anadolu nun Mısır la olan siyaset ilişkileri daha sonraki yüzyıllarda da sürmüştür. Bundan başka Memlûkler devrinde Mısır İslam dünyasının en büyük kültür merkezlerinden biri idi. Bütün İslam memleketlerinden bu arada Anadolu dan da bir çok öğrenciler Mısır a gitmekte idi. (sözgelimi Simavna Kadısı-oğlu Şeyh Bedrettin 1359-1417 Kahire medresesinde okumuş sonra da Sultanın oğluna hocalık etmişti) Siyaset ve askerlik ilişkileri yanında bu kültür ilişkileri Mısır gölge oyununun Anadolu ya daha önceki yüzyıllarda gelme olanağı bulunduğunu gösterir. Nitekim Mısır la Anadolu arasındaki ilişkilerin özellikle 13.-14. yüzyıllardaki yoğunluğu ve Mısır da gölge oyununun 13. yüzyılda varlığını bildiren belgelerin yanı sıra Anadolu da gölge oyununun Sultan Orhan (hük 1324-1362) devrinde meydana geldiği yolunda bir söylentinin bulunması dikkate değer. Kaldı ki halk arasında kuşaktan kuşağa sürüp giden söylenti ve mekabelerde çoklukla bir gerçek payı vardır. Son Memlûk sultanının idamını perdeye yansıtan Mısır lı hayalciyi Yavuz un İstanbul a götürmek istemesini gölge oyununun o tarihte Türkiye ye girdiği anlamında değil padişahın yaptığı işleri canlandıran bir oyunu oğluna ve İstanbul seyircisine gösterme göstermek istemesi yolunda yorumlayabiliriz. Nitekim bugün bir hükümet ya da devlet başkanının yabancı bir tiyatro topluluğunu Türkiye ye çağırması Türkiye de daha önce tiyatro bulunmadığı anlamına gelmez." (3)


Yaptığım bir gösteri sırasında tüm seyirciler Karagöz ile birlikte oynuyorlar

Evliya Çelebi’ye göre ise; Efelioğlu Hacı Eyvad Selçuklular çağında Mekke’den Bursa’ya gidip gelen Yorkça Halil diye tanınmış biridir. Bu yolculuklardan birinde kendisini eşkiyalar öldürmüştür. Karagöz ise Bizans Tekfuru Kostantin’in seyisi olup Edirne dolaylarında Kırk Kilise’den kıptî Sofyozlu Balî Çelebidir. Yılda bir kez Tekfur kendisini Alaeddin Selçuki’ye gönderdiğinde Hacıvat ile buluşup konuşurlardı. Gölge oyunu sanatçıları onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı. Ancak bilindiği gibi Anadolu Selçuklu devleti 1308-1318 yıllarında son bulmuştur Evliya Çelebi ise 1611 yılında doğmuştur. Evliya Çelebi nin kendi doğumundan yaklaşık 300 yıl önceki bir olay hakkındaki görüşlerinin güvenilirliği yoruma açıktır. Karagöz ile Hacıvat’ın gerçekten yaşayıp yaşamadıkları ise hiçbir şekilde ispat edilememiştir.

İslam dünyasında bu oyuna zıll-i hayâl (hayal gölgesi) hayâl-el sitare (perde hayâli) gibi adlar verilmiştir.Bazı islam tasavvufçularının eserlerinde hayâl sahnesi Dünya’ya insanlar ve diğer varlıklar perdedeki geçici hayallere benzetilmişoyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki sanatçı tarafından oynatılıyorsa evrendeki varlıkları da görünmeyen bir yaratıcının hareket ettirdiği anlatılmıştır.

16. yüzyılda hayâl oyununun yaygınlığını ve Osmanlı eğlence sanatlarının başlıcalarından olduğunu gösteren pek çok belge vardır. Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin (1490-1574) hayâl oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği yolundaki fetvası bunların en önemlisidir.Ebussuut Efendi;

Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın
Limen huva fi ilmil-hakikatı râkı
Şuhusun ve eşbahun temerru ve tankadî
Vatefna serian vel-muhariku bakî.

(Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük ibretler olduğunu gördüm. Kişiler kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor onları oynatan ise durucu kalıyor) demiştir.

17. yüzyılda belgeler daha da çoğalmaktadır .Evliya Çelebi Naima gibi yerli yazarların eserlerinden ve o çağda İstanbul’da bulunmuş Avrupalıların anı ve gezi kitaplarından öğrenildiğine göre ramazan ayında kahvehanelerde başka zamanlarda da evlenme doğum sünnet düğünü vs. dolayısıyla saray konak ve evlerde yapılan şenliklerde oynatılan bu oyunlar Osmanlı toplumunun belli başlı eğlencelerinden biriydi.

19. yüzyılda da yine sarayın ve halk toplantılarının gözde eğlencelerinden olan olduğunu yerli ve yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Söz konusu yerli kaynaklara göre II. Mahmut devrinde şehzadelerin sünnet düğününde geceleri on bir ayrı yerde Karagöz oynatılmıştır. Abdülaziz ve II. Abdülhamit devirlerinde bazı Karagöz sanatçıları Mızıkayı Hümayun himayesine alınmışlardır. Bu dönemde yetişen karagöz sanatçılarının kimisinin tekkelerden (Şeyh Fehmi efendi Müştak Baba) kimisinin medreseden (Darphaneli Hafız efendi Hafız Mehmet efendi). Kimisinin Enderundan (Enderunlu Hakkı bey Enderunlu Tevfik efendi) kimisinin katiplikten (Katip Salih efendi) kimisinin cerrahlıktan (Cerrah Salih efendi) pek çoğunun da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah Efendi Püskülcü Hüsnü Efendi Kantarcı Hakkı Efendi Hamamcı Süleyman Efendi Yemenici Andon Efendi Çilingir Ohannes Efendi) olduğu görülür.

Esnek yapısı itibariyle doğaçlamaya ve güncel olayların işlenmesine son derece açık olan Karagöz perdesi zamanının en önemli toplumsal yergi vasıtasıydı. Halkın beğenmediği hükümet kararlarını eleştirdiği ve kamuoyunu temsil ettiği dönemler vardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Karagöz sanatçıları devlet ileri gelenlerinden bazılarının hırsızlığınırüşvetçiliğini vs. perdede canlandırdıkları için bu taşlamalar çok keskin bulunmuş oyunlar yasaklanmış devlet ileri gelenlerinin perdeye yansıtılmaları ağır cezalara bağlanmış bu yasaklamalardan sonra Karagöz sıradan kaba saba bir güldürü durumuna düşmüştür. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir süre daha yaşayan Karagöz zaman içinde tiyatronun sinemanın daha sonra da televizyonun hayata girmesiyle tamamen etkisini kaybetmiştir. Ancak Karagöz oyunlarının etkisini kaybetmesindeki sebep sadece teknoloji alanındaki gelişmeler olmamıştır. 17. yüzyılda başlayan batılılaşma çabaları yirminci yüzyılın başlarında etkisini göstermeye başlamış geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli özelliği olan doğaçlama geleneği terkedilmiş bunun yerini batı tiyatrolarında olduğu gibi yazılı metinler almıştır. Yazılı metne bağlı kalarak oynatılan Karagöz oyunları yeni oyunlar yazılamadığı için çağa ve insanların kültürel gelişimlerine ayak uyduramamış eskiden oynatılan oyunların aynısının tekrar tekrar perdeye getirilmesi insanların ilgisini çekmez olmuştur. Ancak doğaçlama geleneğine geri dönülmesi durumunda Karagöz eskiden olduğu gibi saygın ve yaygın bir duruma gelebilecektir aksi takdirde önümüzdeki on yıllar içinde Karagöz sanatımız tarih kitaplarının arasında kalıp yok olmaya mahkumdur.Ne yazık ki günümüzde artık bir avuç gönüllü tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır....

 HALK OYUNLARININ DOĞUŞUDiyarbakır halk oyunları

Türkler, birlikte yaşama önemli ölçüde değer veren, törelerine bağlı, yaratıcı insanlar olarak kabul edilir. Tarihte ilk Türk uygarlıklarından Samanların, Hunluların, Oğuzların günümüze uzanan belgelerinden, geleneklerine bağlı olarak yapılan törenlerinin en önemli bölümünü Halk Oyunlarının oluşturduğunu anlamaktayız. Ortan Asya daki Atalarımızın oyunları ile ilgili ilginç belgelere rastlanmaktadır. Çinli bir şair hanım, Han Beyi ne gelin gelmii ve memleketine gönderdiği mektupta Hunluların adetlerinden manzum alarak şu şekilde söz etmiştir. DAVULU HER GECE DURMAZ DÖVERLER TA GÜNEŞLER DOĞANA DEK DÖNERLER! Bu yazı sıra oyunlarının (M.Ö 2000) yıllarında ateş çevresinde davul eşliğinde oynandığınıve güneşin doğuşunu, batışını çevredeki doğal olayları öyküleyen halk oyunlarının sabahlara dek sürdürüldüğünü kanıtlayan bir belgedir.

Anadolu da yaşayan Türk uygarlıklarında ise Asya dan getirdikleri geniş kültür birikimleri ile eski Anadolu uygarlıklarının kültür ürünlerinin özümlenmesini görmekteyiz. Bunun sonucu uygarlıkların beşiği Anadolu da, Atalarımız, yaratıcı gücü, sanat anlayışı, beğeni ve becerilerinin de katkısıyla değer biçilmez halk oyunlarımızı oluşturmuşlardır. Anadolu da yaşayanlar dil, din, tarih, yerleşim alanı ve ekonomik ilişkiler bakımından çeşitli kültürlere bağlıydılar. Türkler Orta Asya dan getirdikleri Hititlerin, Frigya, İyon, Bizans kültür birikimleri üzerinde, Selçuklular ve Osmanlılarla sürdürerek geliştirdiler. Bu yücelme sonucunda ortaya çıkan değer biçilmez halk oyunlarımızı, gelenekler içinde törenlerimizde yaşatarak bütün çeşitleri ile günümüze kadar getirdiler. Halk oyunları toplum üyelerince kabul görerek insan davranışlarını öğrenilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan kültür ürünü olarak yerini aldı.

İlkel ve Gelişmiş Topluluklarda Halk Oyunlarının Yeri

İlkel insanlarda hayat, düşüncelerle değil devinimlerle başlamıştır. Bu insanların teori ile pratiği birbirinden ayıramadığı ve zihinsel soyutlamanın hayatlarına yeterince girmediğini görmekteyiz. Zaten bu aşamada henüz teoriden bahsetmekte mümkün değildir. Ve yalnız ilkel tapınma törenleri söz konusudur. İlkel tapınma da henüz pratiktir ama emekten bilinçli olarak ayrılmış bir pratiktir. Bu törenlerde yapılan tapılan en önemli bölümü yansılama ( öykünme) danslarından oluşurdu. Böylece bugünkü öykünme bize atalarımızdan miras kalmış bir özelliktir diyebiliriz.

İlk insanlar bir işi yapabilme yeteneğini geliştirmek için o işi yapmadan önce temsili olarak ortaya koyup taklit ederlerdi. Böylece nesnel bir işlevi yerine getirmek için öykünme (taklit) doğmus oluyordu. Atalarımız bazen doğayı evcilleştirmek, bazen avına bir üstünlük, bazen de totemin doğa üstü güçlerinden yararlanmayı törenlerinde amaçlıyor ve işlerinin bir çoğunluğunu danslarla yerine getiriyorlardı. İlkel toplumlarda dinsel törenler, bireyleri toplumla yaşamaya zorluyor ve koyduğu kurallarla ilişkilerin uyumlu ve dengeli yaşamın da daha az sorunlu olmasına yardımcı olunmasını sağlıyorlardı. Törenlerde oynanan oyun bir görevi üstlenip bu ödevi yerine getirmektir. İnanci, oynanan oyunun bireyleri bağlayıcı nitelikte ve belli amaçlara yönelik olduğu düşüncesini açıklamaktadır. Bu nedenle törenlerde yapılan danslar zamanla belli kural ve kalıplara bağlanarak yaşatılmış ve daha sonraki kuşaklara taşınmşıtır. İlkel insanlarda yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaçlardan doğan bu danslar, deneyler sonucu gelişerek sanatın ilk halkalarını oluşturdu. İlkel insanı yaratmakta, gücünü artırmakta ve yaşayışını zenginleştirmede kendine gerçek bir yol buldu.

Ava çıkmadan önce yapılan çılgın dans, topluluğun güven duygusunu gerçekten artırıyordu. Yüze sürülen savaş boyaları, atılan savaş çıglıkları savaşçıyı daha kararlı yapıyordu. Ayrıca düşmanı da ürkütebiliyordu.Ürkütücü doğa karşısındaki güçsüz yaratık (insan) gelişmesinde yaptığı dansların büyük etkisinden destek alıyordu.

Eski Mısır Uygarlığından kalan bazı resimler, BENI HASAN mezarlarında bulunup, dansın temel figürlerini, hareket sıralarını göstermektedir. Tek, çift veya grup halinde yapılan dansların dramatik, lirik ve şekillerini, din kültür, taklit, ifade savaş temeline dayanan çeşitlerini resimlerden izlemek mümkün olmaktadır. Eski Mısırlılarda da bir çok uygarlıkta görüldüğü gibi, dans inanç gereği ibadet amacıyla yapılırdı.Tanrılar içi yapılan ayinlerde, hasat ve bereket için yapılan şenlik ve törenler, dansın değişmez gösterisiydi. Eski Mısırlılar cenaze törenlerinde dramatik danslar yaparlardı. Başka toplumlarda bu tür cenaze törenlerinde dansa ender rastlanır. Özellikle yüze maske takılarak yapılan bu dansa ölüm dansı denilirdi. Mısırlılar da ve diğer toplumlarda olduğu gibi dans yaparken müzik aleti çalar, özel giysiler giyer, tempo tutarak eşlik ederlerdi.

Eski Yunan Uygarlığında, dansın önemli bir eğitim unsuru ve her yaşta yapılan bir uğraş olduğunu görmekteyiz. Büyük oyunların programlara alınması, yarışmalarda derece alanlara ödüller verilmesi, dansın kültür ve sanat değerleri yanında "Spor" çesitleri içinde yer aldığını göstermektedir. Ayrıca eski Yunanlıların vücut eğitiminde dansın önemli bir yeri vardır. Kişide iş verimini sağlayan, eğlence içinde ve müzik esliğinde yapılmasi halk danslarına olan ilgiyi önemli ölçüde arttırmıştır. O dönemin bilim adamlarının, bilge kişilerinin de iyi birer dansçı olduklarinı ve halk danslarına önem verdikleri konusunda önemli belgelere rastlanmaktadır. Eski Yunanlılar dans yaparken özel giysiler giyer, maskeler kullanıp, müzik eşliğinde şarkılarla dans ederlerdi. Böylece hayatlarının özünü ve yaşamlarının çeşitli yönlerini yansıtan hareketlerin anlamını pekiştirip, zenginleştirmişlerdir. Yunanlıların dansları da genellikle insan ilişkilerini ve iç dünyalarını dogmaca (dogal) anlatan hareketlerden oluşur. Yunanlıların "Eleusis" ayinlerinde, bireyi kendinden geçiren, tanrısallığa ulastıran danslar yapılmıştır. Bu danslar bireylerde, boşalım, arınma ve doyum sağlama amacını gerçekleştiriyordu.

İlkel ve Gelişmiş Toplumlarda Dans Kavramı

İlkel toplumlar da raksın anlamı o kadar önemlidir ki, her hareketi başka başka olayların temsili sayılmaktadır. Örneğin; bugün bile, Amerika yerlileri Afrika da çıplak gezen vahşi kabilelerin oyunlarında mana hakimdir. Ava çıkmadan önce toplu olarak yapılan çılgın danslar güven duygusunu arttırır, yüze sürülen savaş boyaları savaşçıları daha kararlı yapar ve düşmanı ürkütüp korkutur diye düşünülmektedir. Bütün bunlar tehlikeli ve ürkütücü doğa karşısında ki güçsüz yaratık insanın gelişmesinde büyüden büyük destek beklediğini açıklamaktadır. İlkel toplumların yaşamlarını sürdürebilmeleri için ihtiyaçtan doğan bu danslar, deneyler sonucu gelişerek sanatın ilk halkalarını oluşturmuştur.

İlkel toplumlar törenlerde oynadıkları tüm oyunları görev olarak üstlenip, bir görevi yerine getirdiklerine inanırlardı. Bu amaçla törenlerde yapıla gelen danslar zamanla belli kural ve kalıplara bağlanarak daha sonraki kuşaklara aktarılırdı. Vahşi ( ilkel ) lerin manidar rakslarına karşın gelişmiş toplumlarda mana kaybolup, hareket hakim olmuştur. Medeni raks şekil ve görünüm olarak çok gelişmiş olsa da , yaşantımızdakı olaylarda görülme sıklığı, manidarlığı ve önemini kaybetmiştir. Özellikle danslardaki mana yerini sanatsal hareketlere bırakmıştır. Çünkü insanların en önemli işi raks değildir.

Günümüzde, Halkbilimin içinde doğan ve onun içinde gelişen halk oyunlarımızın, tüm bilgi edinme kaynaklarından etkilendiği ve bu çabalardaki ortak payda olan bilgilenme sonucunda, kontrollü değişkenlerin değil, toplumun ihtiyacı olan yönelmelere yardımcı olunması sentezlerine ulaşıldığı gözlenmektedir. Bundan anlaşılacağı gibi, "Oyun kültürün doğuşunda başlıca etkendir." O halde kültürün kapsamı için de yer alan sanatın da kökeninin "oyun" olduğunu ve sanatın doğuşunda önemli bir rolünün bulunduğunu söylemek mümkündür.

Türk Halk Kültüründe Halk Oyunlarının Yeri

Ülkemizde halk oyunlarının çalışmalarda, eğitimde, kültürde ve diğer alanlarda değerlendirilmesi ancak bu yüzyılda önem kazanmıştır. "Oyun, kültürün doğuşunda başlıca etkendir." Buna göre kültürün kapsamı içinde yer alan sanatın da kökeninin "oyun" olduğunu ve sanatın doğuşunda önemli bir rolünün bulundugunu söylemek mümkündür. Tarihte ilk Türk uygarlıklarından; Samanların, Hunların, Oğuzların geleneklerine bağlı olarak yaptıkları törenlerin önemli bir bölümünü halk oyunlarını oluşturduğunu, bugüne kadar gelebilen belgelerden anlıyoruz.

Anadolu da yaşayan Türk uygarlıklarında ise, Asya dan getirdikleri geniş kültür birikimleri ile Anadolu uygarlıklarının kültür ürünlerinin özümlenmesini görmekteyiz. Bunun sunucu olarak uygarlıkların beşiği olan Anadolu da Atalarımızın yaratıcı gücü, sanat anlayışı, beğeni ve becerilerinin de katkısıyla değer biçilmez halk oyunlarımız ortaya çıkmıştır. Türklerde danslar; kılıçla, mumlarla, kutsal sayılan araçlarla oynanırdı. Uğur getirmesi için yapılan halk oyunlarına sıkça rastlanmaktaydı. Günümüzde bunların kalıntıları danslarımızın bir çoğunda görülür. Bu dansların kutsal amaçlarının zamanla ortadan kalkarak eğlence için yapıldığını görüyoruz. Anadolu da ölüm dansına (ölen kişi için yapılan) rastlamamaktayız. Birçok yabancı ülkede günümüzde bile görülen ölüm dansı eskiden bazı Türk boylarında da yapılmamaktaydı. Tarihsel süreç içinde oluşan din olgusu, halk oyunlarına kökenlik etmiş, onun ayin biçimi ve ibadet gelenekleri bu ulusal kaynağı şekillendirmiştir. İbadet devinimleriyle oluşan figürler motifler, ilkel din sistematizmi içinde imajlarını oluşturarak ve düşünsel yapıda belirginleşerek anlam kazanmış, yine, ayinsel fonksiyonlar içeren dinsel ilahiler, varlıklar dünyasının ve tabiattaki tabii seslerin taklidi biçimindeki terennümlerden ortaya çıkmıştır. İnisiasyon ayinlerinin ürünü olan bu değerler, toplumların tarihsel gelişimi içinde, bilinç dışı olmak üzere, nesilden nesile aktarılarak yine dinsel ortamında işlenmiş ve geliştirilmiştir.

Zaman içerisinde Türk Toplumu nun çeşitli yabancı dinlere girmesi, onların kültürel ve dinsel etkisinin altında kalması, somut ve anlaşılır anlamlar taşıyan devinimleri ve melodileri, soyut ve anlamı bilinmeyen, dinselliği kaybolmuş danslar şekline dönüştürmüştür. Her biri bir dinsel inanç ve eylemi ifade eden devinimler, anlamlarından ve özel giysilerinden soyutlanması sonucu "Köçek" danslarında olduğu gibi erotik bir anlam kazanmasına neden olmuştur. Türkler Orta Asya dan getirdikleri kültür birikimlerini, Hititlerin, Frigya, İyon, Bizans kültür birikimleri ile pekiştirerek, Selçuklular ve Osmanlılarla sürdürerek yücelttiler. Bu yüceltme sonucunda ortaya çıkan paha biçilmez halk oyunlarımızı gelenekler içinde törenlerimizde yaşatarak bütün çeşitleri ile günümüze kadar getirdiler.

Günümüzde halk oyunları ile ilgili çalışma, araştirma, derleme ve gösteriler çeşitli kuruluşlar tarafindan yürütülmektedir. Dünyada hiçbir ülkede bulunmayan zenginlikteki halk oyunlarımız, kendi halkımıza ne yazik ki basit bir eğlence aracı olarak yansıtılmaktadır. Genelde konu bir kültür ünitesidir. Onun içindir ki, konuya kültür açısından bakmak gerekmektedir. Oysa ülkemizde, halk kültür ürünlerinin en yaygın olanı, halk oyunları başta olmak üzere yalnız tanıtma amaç edinilmiştir. Gerekli bilimsel çalışmalar yapılmadan, yüzeysel ve dayanağı olmayan biçimde konulara el atılmıştır. Sonuç olarak bir kültür hazinesi olan halk oyunlarımızın gelecek kuşaklara daha sağlıklı bir şekilde aktarılması ve hak ettiği seviyeye ulaştırılması en büyük görevimiz olmalıdır.

1900 Yılından Günümüze Halk Oyunları Çalışmaları

Halk dansları çalışmalarında yöntem konu, kadro alan gibi kuramsal bilgiler yanında araştırma, inceleme, derleme ve gösteri gibi uygulamalarla da karşılaşılmaktadır. Bu bakımdan başlangıçtan zamanımıza kadar olan çalışmalarda sık sık değişik konulara öncelik verildiği görülmektedir. Örneğin; başlangıçta sadece halk danslarının öneminden söz edilirken, cumhuriyetin kuruluş yıllarında yazılan yazılarda zeybek gösterileri ele alınmaya başladı. 1929 da halk danslarının filme alındığını öğreniyoruz. 1950 yıllarından sonra ise festivallerle birlikte anılmaya başlanmıştır. Türkiye de halk dansları ile ilgili ilk yazı 1900 yılında Riza Tevfik (Bölükbaşı) tarafından yazılmıştır. "Raks" başlığıi taşıyan bu yazıda halk dansları üzerine bugün bile aktüalitesini kaybetmeyen konulara değinilmiş, önemli bilgilere yer verilmiştir. Bu nedenle de bu yazı Türkiye deki halk dansları ile ilgili çalışmaların başlangıcı olarak kabul edilebilir. " Raks hakkında" adlı bu yazıdan sonra, halk dansları 1917 tarihinde okullarımıza girmiş ve öğretilen ilk dansta zeybek olmuştur. Bu zeybege "Tarcan" zeybeği denmesinin nedeni de Selim Sırrı Tarcan tarafından derlenmiş olmasıdır. Bu oyunun ilk defa İstanbul Ögretmen okulu öğrencileri tarafından İdman Bayramında halka sunulduğunu görmekteyiz. Cumhuriyet yönetiminin kurulması ile halka eğilme ve halkla kaynaşma aşamasınin ilk aşamasına geçilmiştir. 1926 yılında İstanbul Belediyesi tarafından konservatuar Halk müziği derleme gezileri düzenliyor ve bu gezilerde Halk danslarına da yer veriyordu. Ayrıca Selim Sırrı Tarcan Ocaklarında konferanslar verip Zeybek oyunları, gösterileri düzenliyordu. 1927 yılında kurulan Halk Bilgisi Derneği nin Tüzüğünde halk danslarına "raks" adlı bir ana madde koyulduğunu fakat konuya fazla eğilmediklerini söyleyebiliriz.

1929 yılında halk dansları ilk kez filme saptandı. İleriyi iyi gören halkbilimcilerimizde Yusuf Ziya Demircioğlu, Mahmut Ragip Gazimihal, Feruh Arsunar ve Abdülkadir İnan dan kurulu bir ekip sinema operatörü aracılığı ile Trabzon, Rize, Erzincan ve Erzurum halk danslarını İstanbul Konservatuarı adına filme aldılar. Bu olayın önemli olmasının nedeni ise, halk danslarının bundan kırk yıl sonra bilimsel nitelikli olarak ilme alınabilmesidir.

Halk dansları 1932 yılında kurulan Halkevlerinde kendini gösterme fırsatı buldu. Dağınık bir biçimde yapılan çalışmalar düzenli, bilinçli bir şekilde yapılmaya başlanarak tüm yurt düzeyine yayıldı. Tüm illerde halk dansları toplulukları kuruldu. Ankara başta olmak üzere festivaller düzenlenmeye başlandı. 1941 yılında halk dansları üzerinde bilimsel çalışmalar sürerken Vahit Lütfü Salcı araştırmalarını "Gizli Türk Dini Oyunları" adlı eserinde toplayarak yayınladı. 1944 yılında Kasım Ülgen in 3 ciltlik "Doğu Anadolu Oyun Havaları" yayınlandı. Bu kitapta ilk defa oyunların notaları, ayak hareketleri resimlerle çizilerek halk danslarının kalıcı olmasını sağladı. 1951 yılında Halkevleri siyasi gerekçelerle Adalet Partisi tarafından kapatılınca, halk dansı topluluklarının çatısı altında barındıkları yuvasıi dağılmiş oldu. Bu duruma Üniversite ve Yüksek okullarımızdakı gençler, sahipsiz ve ilgisiz kalan halk oyunlarımıza sahip çıktılar. 1955 yılında ilk defa bir kurum olarak Yapı ve Kredi Bankası bu kültür hizmetine sahip çıktı. Türk halk danslarını geliştirmek ve yaşatabilmek amacıyla "Türk Halk Danslarını Yaşatma ve Yayma Tesisi" adlı bir bölüm kurdu ve yuvasız kalan halk oyunlarımızı bu çatı altında barındırdı. Bu çatı altında değerli bilim adamlarımız 14 yıl halk danslarını geliştirmek, yaşatmak ve yaymak için çalıştılar. Yüzlerce araştırma ve rapor hazırlandı. Foto, film ve teyple saptamalar yapıldı. Halk oyunları festivalleri düzenlenerek buralarda 600 e yakın dans gösterildi. Bu çalışmalarda 1600 kadar dans olduğu bunların 400 kadarının yaşamakta olduğu anlaşıldı. Tesiste yapılan tüm çalışmalar ve hazırlanmış olan bant, nota, foto, film ve dia gibi dans ve müzik ürünlerinden yararlanılarak Sadi Yaver Ataman tarafından hazırlanan "100 Türk Halk Oyunu" adlı eser, Yapı Kredi Bankası tarafından 1975 yılında yayınlandı.

Günümüzde ise Halk oyunları ile ilgili çalışma, araştırma, derleme ve gösteriler çeşitli kuruluşlar tarafından yürütülmektedir. Cumhuriyet döneminde Halkevleriyle başlayan ve giderek büyük kentlerde Okul, Dernek, Klüp ve topluluklarca sürdürülen Halk oyunları çalışmalarına; Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanığı, Köy İşleri Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığına bağlı çeşitli kuruluşlar katılmıştır. 1966 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde "Milli Folklor Ensitüsü" kurulmuş olup daha sonra Kültür Bakanlığına bağlı "Milli Folklor Araştırma Dairesi" ne ( M.F.A.D) dönüştürülmüştür. Turizm bakanlığı bünyesinde "Devlet Halk Dansları Topluluğu" oluşturulup, Gençlik Ve Spor Bakanlığına bağlı İzcilik ve Boş Zamanları Değerlendirme Genel Müdürlüğünde Halk Oyunları Şubesi kurulmuştur. 1970 yılından sonra Turizm ve Tanıtma Bakanlığı halk dansları ekiplerini yurt dışı uluslar arası gösterilere göndermeye başladı. Halk oyunları ekipleri daha sonra Japonya- Osaka fuarındaki gösterilere, 1972 yılında ise Fransa nın Diyon şehrindeki ulusararası Halk Dansları festivaline gönderildi. Bundan sonra artık Avrupa gezileri dönemi başladı. Şu anda I.T.Ü Türk Musukisi Devlet Konservatuarı, Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı ve Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuarı içerisinde yer alan Halk Oyunlari Bölümleri Bilimsel olarak Halk oyunları çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor.

 

İSKAMBİL OYUNLARI


 
 
İskambil kâğıdının ortaya çıkışıyla ilgili yeterli bilgi yoktur. Fal bakmaya yarayan çubuklardan ortaya çıktığı biçiminde bir görüş vardır. Rahipler, üzerinde dört ayrı işaret bulunan çubukları,sunağın üzerine atarlar ve çubukların durumuna göre tanrının buyruğunu yorumlarlardı. Avrupa da yapılan destelerin en eskileri Lombardia da Mantegna tarafından yapılanlardır (1470). Bu desteler 50 kâğıttan oluşurdu. Daha sonra 78 kâğıtlık Venedik Tarotlar ı ortaya çıktı. XV. yy da destelerdeki kâğıt sayısı 97 e çıktı. İspanyolların Hombre destesinde 40 kâğıt vardı. Venedik e öbür ülkelerden çok sayıda iskambil kâğıdının gelmesi üzerine 1441 de oyun kâğıtlarının ithali yasaklandı. XVI. yy da basımlarda tahta yerine bakır kalıplar kullanılmaya başlandı. Daha sonra oyun kâğıtlarının düz olan arkaları süslenmeye başladı.
 
 
Fransa da kâğıt yapımcıları kâğıtların kolay tanınabilmeleri için,siyah ve kırmızı olarak işaretlediler. Oyun kâğıtlarında ön yüzdeki resimler, Hint tanrısı Ardhanari nin elinde tuttuğu dört işarete dayandırılmaktadır. Bu dört işaret belli başlı dört kastı temsil etmekteydi. Bugün iskambil kâğıtlarıyla oynanan uluslararası kuralları belirlenmiş oyunlar yanında, belli bölgelerde oynanan pekçok kâğıt oyunu türü vardır.

Okey

OKEY OYUNU tarihi

Okeyin çıkış noktasının 13 yy. Çinliler tarafından oynanan domino olduğu sanılmaktadır. 14 yy. sonlarına doğru Çinliler ile ilişkileri olan Acemlerin oyunu öğrendikleri ve sıkça oynamaya başlamaları sonucu, değişikliğe uğrayarak bu günkü okeyin başlangıcı olmuştur. Ancak o günkü adı Arapça sıralı taşlar manasındaki "El Turaft" dır.
Domino oyununda üzerinde numaraları belirten noktalar bulunan taşlar oyuncuların ellerinde saklanırdı. Ancak bu durumdan rahatsız olan Acemler taşları üzerine koyacakları bir tahta parçası kullanarak okeyin temelini attılar. Daha sonra domino taşları üzerindeki sayıları belirten noktaları gerçek rakamlarla değiştirdiler. Bir yüz yıl dominonun bu değiştirilmiş şekli tüm İran Arap ve Fars diyarlarında oynanmaya başlandı.
15 yy. sonları ve 16 yy. başlarında Türklerle Arapların ilişkileri sonucu oyun Türkler tarafından öğrenildi ve hatta saraya kadar girdi. 17 yy. ortalarında Osmanlı sarayında eğitim ve sanat konularında uğraşan bir bölüm olarak kabul edilen Enderun tarafından sıkça oynanan El Turaft, Enderun hocası Hacı Marufi tarafından yeniden ele alınarak oynanış şekli ve kuralları değiştirilmiştir. Daha sonra Hacı Marufi nin talebeleri hocalarının bulduğu oyunu daha da geliştirerek bu günkü okeyi oluşturdular.
Osmanlı sarayında oyunun bu değişmiş şeklinin adı El Turaft dan birbirinin taşlarını anlamak manasına gelen "Ol Kıraat-ı" seng olmuştur.
Bu söyleniş günümüze gelene kadar değişmiş özellikle yabancı dil etkileri sonucu Okey adını almıştır.

101 oyunu

Zaman içerisinde okey oyunu basit gelmeye başlamış, kurallar değiştirilerek 34, 51, 101, 102 gibi çeşitleri oluşturulmuştur. Bunlardan en çok bilinenin 101 oyunudur. Bu oyunda okey taşları erkek per veya seri olarak dizilir. Per oluşturan bu serideki taşlar toplanır. Toplam 101 ettiğinde el yere açılır. Diğer oyuncular da bu toplamı bulduklarında ellerini yere açıp diğer oyuncuların açtığı ellere işleme yapabilirler. 101 sayıyı bulamayan oyuncu 5 çift oluşturarak elini çift olarak da açabilir.
Oyunda bir oyuncu çift açmışsa diğer el açan oyuncular ellerindeki çiftleri buraya işleyebilirler. Oyundaki amaç eldeki bütün taşları bitirmektedir. Eldeki taşları bitiren oyuncudan 101 ceza silinir. Elini açmış olan oyunculara ellerinde kalan taşların toplamı kadar ceza yazılır. Çift açan oyuncuların cezaları 2 katıdır. El açmayan oyuncuların taşlarına bakılmaksızın 202 ceza yazılır. Bir oyuncu hiç kimse açmadan tek seferde el açıp biterse buna elden bitme denir ve diğer oyuncular 2 kat ceza yer. Okey ile bitilmesi veya çift açan birinin bitmesi sonucunda da diğer oyuncuların cezaları 2 katına çıkar. El açıldıktan sonra diğer oyuncular yere açılan ele işleyen taşları atamazlar. Atmaları durumunda 101 ceza yerler.
101 oyununda yeri sürekli takip edip iyi bir strateji uygulamak gerekir. Oyunun diğer versiyonları olan 34, 51 oyunları da benzer mantıkla oynanır

Okey tarihi bir Romanya’da neredeyse 70 yıl önce başlayan tane. Parlak geleneksel kartların popüler kart oyunlarının içinde kullandığı yerine geçiyor fikiri renkli küplerle vardı. Kader ve bu çok iyi oyun için tutku vardı ve world civarındaki milyonlarca insan uzun bir onu konuşuyor gezisi on yerleştirdi. O onun sayı olmasını istedi bir oyuna as well as onun memleketinde Birleşik Devletlerdeki oyun Romanya.

O Ephraim ve onun karısı Hanna bu oyunu bulunca 1940’s. Ticaret tarafından Ephraim bir tüccardı ve onun manufacturing diş fırçalarından living kazandı. O cosmetics ayrıca sattı ve plastik aksesuarlar üretti. O zamanda, Romanya’da oynayan kartlara izin verilmedi çünkü doğrusu onlara izin verilen oyunlar play azı oldu hangi aile oyunu zamanları çok zor atadı.

O Ephraim ne zaman onun onun onun ailesiyle oynayabildiği ilk bir oyun için beyinini parmaklıklı rafa başlattığı. Onun canlandırması kiremitleri renkli sayılı kiremitleri tahta yarılmış kurullar along with kapsaydı. O kuralların tüm onlar yaklaşık hear o, ve o o need o olacağına ayrıca bilen kart oyunlarına benzer olmak için need biliyordu. Doğrusu onu oynamak için insanlar almak için play dürüstçe kolay.

Durumlar Ephraim için çok zor finans anlamında olduğu için, o onunkinin rüya görürse merak etti ol hiç ol her gerçek. Plastik pahalıydı ve dahi odun onun bütçesinin dışınaydı. Sonra o Romanya’daki o Perspex uçak kokpiti gölgelikleri bir manufacturing mağazasına diş fırçaları gezdi ve o onun madde olduğunu çabucak anladı o o Onun oyunu için need.

Çok sonraki ilk rummy kiremiti taşınan ve o tamamıyla yasal bir kart oynayarak bir akşam için onun arkadaşlarını davet ederek içte hemen set gün Oyun, kartsız. Çabucak yayılan oyun, ve istek kelime büyümek için başladı. Onun arkadaşları oyunlar için kendilerini for sordu ve istif sahipleri onu satmak için bakıyordu. Ephraim zamanın üzerinde onun oyununu daha iyice arıttı renkli kiremitler ve kurallar, ve ona sonra ad koydu Okey.

1950’s içinde Ephraim İsrail’e onun ailesini dokundu ve bu oyunu world civarındaki milyonlarca insan alarak rüyasını sürdürdü. Ephraim birçok saat harcadı assembling her bir oyun hand küçük plastik parçalar, her bir kiremiti boyuyor hand ve assembling tahta oyun kutuları. O dağıtım onun alanındaki küçük perakendecilere başlattı.

Sadece birkaçlar düzine oyunlar satan gelecek yıl, ama Ephraim onun rüyasını sürdürdü. O mağaza sahipleri ve onların karılarını davet etti aşağıya o perakendeciler, komşular, ve birisi iyi oynamak hoş her cumartesi ilerleme bir yolu sevmeyecek Akşam. O onun evindeki bir gelenek oldu ve ne zaman akşam üzerdeydi, o başlamak için insanlar onların kendi oyunları net olarak alan gördü onların Gelenekler sahiplen. Oyun için ısrar et make onun küçük atölyesini genişletmek için Ephraim kadar büyüdü olmak oyunlar sell daha fazlası için yer. Sonunda onun küçücük atölyesi o bugün olur; world oyun üretimi yeteneklerinin yükseltilen birlerce birçoğu.

1977 yılında Ephraim’s OKEY satarak en iyi olunca anlandığı hayal etir oyun yıl. Oyun birlerce tepe, 5 world oyunları satan tane, ve oyun dahi büküverildiyse bile yılların üzer, o Hala tüm ilk oyun özlemleri var. Aşağıya 30 milyon Okey oyunları satılmış tane 48 ülkede tarihlenen tane, 4 kıtanın karşı ve diller 24 tane içinde bastı. şimdi var rüya gerçek olur.

Bilardo Tarihi bilardo


Günümüz bilardosunun ilk örnekleri 16.yüzyılda saraylarda görülmüştür. Önceleri tahta zemin ve tahtadan yapılmış bantlarla oynanan bilardo gerek malzeme gerekse kuralar açısından değişimlere uğrayarak bugünkü konumuna gelmiştir.

BilardoÜç boyutlu bilardo toplarıBilardo topları fil dişli malzemeden imal edilmiş ancak 19.yüzyıl sonlarında sentetik toplar kullanılmaya başlamıştır. Lastik bant ve kösele ucun icadı ıstakaların günümüzdeki şekli alması sürekli değişen kurallar sonucu 20.yüzyıl başlarında bir yarışma sporu olarak ortaya çıkmıştır.

İlk önce delikli masalarla daha sonra üç topla Fransa’da oynanmaya başlamıştır. Delikli bilardo (poll) Avrupa kökenli olmasına karşı Amerika’da daha yaygındır. Bu sebeple de Amerikan bilardosu olarak tanınmaktadır. Snooker ise İngilizler tarafından oynandığı için İngiliz bilardosu olarak tanınmaktadır.



Bilardo Sporu ve Türleri
Bilardo bir spor çeşididir. Son yıllarda spor dalları içinde önemli bir yer kaplamaya başlamıştır. Şu anda Avrupa nın en çok ilgilenilen 5 sporu arasındadır.Bilardo oynamak için gereken aletler; bilardo masası, isteka (bilardo sopası), bilardo topları, tebeşir (istekanın topa daha ölçülü vurmasını ve gereksiz yere kaymamasını sağlar, özellikle falsolu vuruşlarda çok işe yarar), köprü(isteğe göre) (zor uzanılan toplara yetişmeyi sağlar) gerekir.

Bilardoda açı hesaplamak ve hızı ayarlamak iki temel kuraldır. Bilardo kapalı bir alanda oynanır. Bilardo en başta cepli (delikli) bilardo ve cepsiz (deliksiz) bilardo olarak iki temel gruba ayrılır. Cepli bilardoya örnek olarak bilinen 8-Top (Amerikan) bilardosu ve Snooker vardır. Cepsiz bilardoysa 3-Top (3-Bant) bilardo olarak bilinir. Tabi bunların bugüne kadar ulaşamayan çeşitleri de vardır.



Amerikan Bilardosu(pool)
8 top: Amerikan bilardosu bilardonun bugüne kadar gelebilen ilk cepli bilardo çeşitidir. Amerikan bilardosu adından da anlaşılacağı gibi Amerikanların keşfettiği bilardo çeşitidir. Amerikan bilardosunda düz olarak adlandırılan 1-7 arasında numaralanmış yedi tane top, çizgili (pijamalı) olarak adlandırılan 9-15 arasında numaralanmış top, 8 numaralı siyah bir top bir de vuruş yapılan beyaz top vardır. Yani tam olarak 16 tane top vardır. Oyun 2 kişi ya da 2 takım olarak oynanabilir. Oyunun amacı iki gruptan birini tamamlayıp siyah topu sokmaktır. Oyuncu hangi topu hangi deliğe sokacağını vuruş öncesi deklare etmek zorundadır. yanlış top girerse ya da top yanlış deliğe girerse top delikten çıkmaz ama sıra rakibe geçer.Fauller beyaz topu sokmak, herhangi bir topun masadan dışarı çıkması, yanlış gruptaki topun deliğe sokulması, beyaz topun ilk önce diğer gruptan topa ya da siyah topa değmesi ya da hiçbir topa değmeden gitmesi, oyuncunun isteği haricinde herhangi bi organıyla veya bir aletle herhangi bir topa dokunması, istekanın beyaz topa iki kere değmesi ya da beyaz top haricinde bir topa değmesi ve hiçbir topun bant ya da cep görmemesi halinde uygulanır. Beyaz topun deliğe girdigi ya da masadan çıktığı durumlarda rakip oyuncu beyaz topu istediği yere koyarak oyuna devam eder. Bir de oyunun kaybedilmesini sağlayan fauller vardır, bunlar siyah topun daha siyah topa sıra gelmeden sokulması,siyah topun masadan dışarı çıkması ve siyah topun deklare edilenden başka bir cebe sokulmasıdır. Amerikan bilardosu en çok tercih edilen cepli bilardo çeşididir. Amerikan bilardo masasının boyu 1.8 metreye yakın eni de bir metre civarlarındadır.

Ayrıca 9-top, 14+1 ve Bank pool gibi çeşitleri vardır.

9 Top
Yine standart Amerikan Bilardo masasında oynanan bir oyundur. Kuralları hemen hemen aynıdır. Ancak bu oyunda sadece 1-9 arasındaki toplar kullanılır. Toplar, 1 numaralı top en önde ve 9 numaralı top tam ortada kalmak üzere diamond şeklinde 1 numaralı top açılış noktasında olacak şekilde birbirine yapışık olarak dizilir. Oyunun amacı, açılıştan sonra 1 numaralı toptan başlayarak sırayla gitmek ve en son 9 numaralı topu sokarak oyunu bitirmektir. Burdaki önemli nokta sıradaki topu gördükten sonra başka bir topu sokma hakkı olmasıdır. Örneğin sıra 2 numaralı toptayken, oyuncu beyaz topla önce 2 numaralı topu görüp daha sonra 9 numaralı topu sokarak oyunu kazanabilir. Bu durum bütün toplar için geçerlidir. 9-top oyununda deklarasyon yapılmaz.

14+1
Yine standart Amerikan Bilardo masasında oynanan bir oyundur. Bütün toplar 8-top düzeninde yerleştirilerek oyuna başlanır. Bu oyunda her iki oyuncu da sıra kendisindeyken istediği her topu sokabilir. Deliğe nizami olarak giren her top 1 sayıdır. Önceden belirlenen sayıya ulaşan oyuncu maçı kazanır. Bu oyunda da deklare yapmak zorunludur. Deklare edilen top yanlış deliğe girerse ya da başka bir top deliklerden birine girerse söz konusu top çıkarılıp açılış noktasına konur. Oyun sonu ise diğer türlerden tamamen farklıdır. Masadaki 15 topun sonuncusuna atış yapılmaz, masada kaldığı yerde bırakılarak önceden sokulmuş 14 top üçgen içinde en öndeki top olmadan dizilir. Topların diziliş sırası yoktur. Dizilişten sonra son toptan bir önceki topu yani 14. topu sokan oyuncu oyuna devam eder. İdeal devam biçimi masada önceki seriden kalan tek topu sokarak beyaz topla diğer 14 topu dağıtmak ya da "kırmaktır". Bu yapılamıyorsa güvenli vuruş yapmak gereklidir. Eğer 15. top üçgenin konacağı alanda kalmışsa üçgen içine konur ve 15 top birlikte dizilmiş olur. Aynı şey beyaz top için geçerli olursa açılış çizgisinden başlanır. Bu oyunda fauller -1 puan olarak hesaplanır. Faulden sonra beyaz topun kaldığı yerden devam edilir. Beyaz topun deliklere girmesi halinde açılış çizgisinde bir noktadan başlanabilir ancak açılış noktasının gerisindeki toplara atış yapılamaz. Üst üste 3 kez faul yapan oyuncudan 15 puan düşülür. Ayrıca bant kuralı da vardır. Bu kurala göre beyaz top ya da diğer toplardan en az biri vuruştan sonra en az 1 banda temas etmelidir.

Snooker

Cepli bilardoya diğer bir örnek Snookerdır. İki kişi ya da iki takımla oynanır. Snookerı İngilizler savaşa giderken can sıkıntısından keşfetmişlerdir. Diğer bilardo çeşitlerinden canları sıkıldığı için keşfetme gereği duymuşlardır. İngilizler ilk keşfettiğinde renkli toplar yoktu. Renkli toplar sonradan keşfedildi bunlar sarı top (2 puan), yeşil top (3 puan), kahverengi top(4 puan), mavi top(5 puan), pembe top (6 puan) ve son olarak da siyah top(7 puan) olarak sıralanır. Bunların yanında 15 tane kırmızı top (1 puan) olarak sayılır ama kırmızı toplar en baştan beri vardır. Bir de yine bir tane beyaz top vardır. Yani toplam olarak 22 top vardır. Kuralları bir kırmızı top sokmak sonrada bir renkli top sokmak ardından yine bir kırmızı top sokmak gibi bir döngüye sahiptir. Faul olsa da olmasa da deliğe giren kırmızı top asla ve asla çıkartılmaz ama renkli toplar çıkartılır. Kalan renkli toplar kıdem sırasına göre küçükten büyüğe doğru(sarı-yeşil-kahverengi-mavi-pembe-siyah) sokulur. Fauller sıra kırmızı toptayken beyaz topun deliğe girmesi (4 puan), sıra kırmızı toptayken renkli bir topun sokulması (sarı, yeşil, kahverengi için 4 puan mavi için 5 puan, pembe için 6puan, siyah için 7 puan) karşı tarafa geçirilir, sıra renkli bir toptayken vurulan ilk renkli top yerine herhangi başka bir topun sokulması (kırmızı, sarı, yeşil, kahverengi için 4puan,mavi için 5puan, pembe için 6 puan, siyah için 7 puan) sokulan ya da ilk vurulan topun sayısı toplanmaz hangisinin puanı daha fazlaysa ona göre rakibe puan geçer, herhangi bir topun masayı yapılan vuruş sonrası terk etmesi ya da herhangi bir topa isteka harici herhangi bir şeyle değilmesi ya da beyaz topa iki kere vurulması halinde 7 puan karşı tarafa geçirilir. oyunun adını aldığı "snooker" terimi aynı zamanda oyunun ayırıcı ve can alıcı bir özelliğini adlandırmak için de kullanılır. pot şansı olmayan ya da riske girmek istemeyen oyuncu beyaz topu masada rakibinin top görmesini engelleyecek bir noktaya bırakırsa - faul yapmadan - buna "snooker" bırakmak denir. "çin snookerı" ise beyaz topu bir topa yapıştırmak suretiyle rakibi kontrolsüz, zor bir vuruş yapmaya zorlamaktır. üst seviye oyuncular için pot yüzdesi ne kadar önemliyse snooker bırakabilmek ve snooker çözebilmek de o kadar önemlidir. Oyunculardan biri herhangi bir durumda faul yaptıktan sonra, sıra rakibine geçtiğinde eğer bu oyuncu masadaki kırmızılardan herhangi birinin her iki maksimum incesini düz bir vuruş çizgisinden göremiyorsa "free ball" veya "açık top" kuralı uygulanır. Bu kurala göre masa üstündeki tüm toplar (yani renkliler) kırmızı top olarak sayılır ve oyuncu istediği topa vurabilir. Renklilerden birini kırmızı yerine pot yaparsa kırmızı topların değeri olan 1 sayı kazanır ve renkli top yerine konur. Oyunun devamı normal şekilde oynanır.

Hesaplandığında bu oyunda en fazla 147 sayı yapılabilir (fauller sayılmazsa).En çok 147 Stephen Hendry tarafından(7 kez)yapılmıştır.Ronnie O Sullivan ise 5 kez maksimum seriye ulaşmıştır.Bu 5 seri en hızlı 5 maksimum seridir.Bu hızlı oyun tarzından dolayı kendisine roket Ronnie denir. Snookerın devleri(lokomotifleri) olarak bilinen oyuncular Ronnie O Sullivan, Stephen Hendry,Paul Hunter kanser olmasına rağmen kemoterapi gördüğü hafta maça çıkmıştır,2006 yılında kanserden öldü)(Peter Ebdon),(John Higgins),(Ken Doherty),(Steve Davis(80 lerin en büyük oyuncusu))

Türkiye de kuralları pek bilinmediği için Türkiye de çok tercih edilen bir bilardo çeşidi değildir. Yabancı turistleri (özellikle de İngiliz turistleri) ağırlayan oteller snookerı tercih eder. Snooker masasının boyu 3.60, eni 1.80 dir. Dünya nın en fazla tercih edilen bilardo oyunu olmaya doğru ilerlemektedir. Yavaş yavaş Britanya dışında da oynanmaya başlanmıştır

3-Top (Karambol) ve 3 Bant Bilardosu

Cepsiz bilardoya en iyi örnekse 3-Top (Karambol) ve 3-Banttır. Prensip olarak bu iki oyun arasında çok az fark vardır.Bu iki oyunda aynı masada ve aynı toplarla oynanır. 3-Topta ve 3-Bantta bir bitiş sayısı seçilir örnek olarak(20) ve bu sayıya ilk ulaşan kazanır. Bu iki oyunda da bir beyaz top, bir sarı top ve bir de kırmızı top vardır. İki kişi ya da iki takım olarak oynanır. Kural olarak rakiplerden biri beyaz topa diğeri ise sarı topa vurur bu iki oyunda da kırmızı topa vurulmaz. 3-Topta sayı yapmak için vuruş yapılan topun diğer iki topa değmesi lazımdır. 3-Bantta ise sayı yapmak için vuruş topunu 3 kez banda (bir banda üç kez ya da 3 ayrı banda gibi) temas etmesi ve diğer iki topa vurmasıdır. 3-bant oyununun esası vuruşu yaparken ıstakanın çıkış noktasını dikkate alarak, topların masa içinde hangi hızda ve hangi açılarda yol alacağını hesap etmeye dayanır. Masa üstündeki nokta ya da diamond şeklindeki işaretler bu hesaplamaları yapmaya yardımcı olur. bu hesapların yapılabilmesi için farklı sayı sistemleri kullanılmaktadır. Sayı yapan kişi tekrar vurur. Faullerde karşı tarafa sayı geçmez. Herhangi bir topun masayı terk etmesi halinde faul olur. 3-Top 3-Banta göre daha kolay sayı yapılan bir oyundur. Oyunda belirli bir seviyenin üzerine çıktıktan sonra sayıyla birlikte atış bırakmanın ve tuş engellemenin öğrenilmesi gerekir. Atış bırakmak için geometri hesabının yanı sıra oyun temposunun iyi ayarlanması gerekir.Ayrıca zor pozisyonlarda sayı almak yerine rakibe karot atmak tabir edilen vuruşlarla pozisyon vermemek düşünülebilir. Öbür türlü sayı alınamazsa rakibe sote ya da sota tabir edilen kolay vuruş bırakılması kuvvetle muhtemeldir.

Türkiye nin en başarılı bilardocularından Avrupa Şampiyonu Semih Saygıner Türkiye de bilardonun özelliklede 3-Bant ve karambol bilardonun öncüsü olarak görülür.Kendisinin Dünya Şampiyomlukları ve pek çok Türkiye şampiyonluğu vardır.Dünya genelindeki diğer büyük 3 bant oyuncularını Raymond Ceulemans, Torbjörn Blomdahl,Sanchez olarak sayılabilir.

 Tavla Oyunu Yüklemek ve Oynamak İçin Burayı Tıkla!
TAVLA OYUNU TARİHİ

Tavlanın tarihi binlerce yıl öncesine kadar uzanır. Milattan önce 3000 ila 1700 yıllarında tavla oyununun bir versiyonunun insanlar tarafından kullanıldığına dair kalıntılar bulunmuştur. Bir tahtanın ve pulların oluşturduğu oyun sisteminin parçaları bulunduğu düşünüldüğünde, tarihçiler, o kalıntıların tavla oyununun ilk versiyonu olduğuna inanmaktadırlar. Bu kalıntılar muhtemelen MÖ 3000 yıllarında Eski Mısır’da yapılmış oyun araçlarıdır ve bunlara tavla yerine ‘Senat’ ya da ‘Otuz kareli oyun’ denirdi. Zarların görevi ve oyunun kuralları bilinmemektedir. Sonradan, MÖ 2600 – 1700 arasında oyun, Pers İmparatorluğu zamanında, Mezopotamya’da Sümerler zamanında yaygınlaştı.

https://www.kulturevi.org.tr/kizilirmak/index.php?=com_frontpage&Itemid=1&limit=9&limitstart=9Tavla, MÖ 1. yüzyılda başlayan, Roma İmparatorluğu zamanında da mevcudiyetini korudu, insanlar on iki çizgi anlamına gelen ‘Ludus doudecim scriptorum’ adlı bir oyun oynarlardı. Bu oyun, (yukarda bahsedilen) ‘Senat’ adlı oyunun bir çeşidi olduğu sanılıyor ve daha sonraları, günümüzün tavla kuralları na benzeyen ‘Tabula’ (masa oyunu) adlı oyun Senat yerine oynanmaya başlıyor. ‘Tabula’ oyunun gelişimi açısından tavlanın tarihinde önemli bir değeri vardır ve bunun sebebi de parayla oynanan ilk oyun olmasıdır. Bu oyun ile kumara alışılmıştır. Buna ilaveten, tavla tarihinin kitabı ilk kez yazılmıştır. Ancak ne yazık ki, bu yazılan kitap varlığını sürdürememiştir.

https://mumsema.net/oyun-0-9/1697-3-boyutlu-tavla.O zamanlar kumar yasakları uygulanıyordu, ama MÖ. 6. yüzyılda ‘Alea’ (zarla oynanan kumar) adlı yeni bir oyun ortaya çıktı ve yaygınlaşmaya başladı. Fazla sürmeden, İran’da ‘Nard’ adlı benzer bir ortaya çıktı ve popüler oldu.

MÖ. 11. yüzyılda, tavla İngiltere’de yayıldı ve aynı zamanda dünyadaki daha pek çok ülkede yaygınlaşmaya başladı; bunlardan bazıları: Almanya, Çek Cumhuriyeti, Fransa, İtalya, Çin, Türkiye, Yunanistan ve İspanya’dır. Tavla isimleri yayıldıkları ülkelerin kültürlerine göre farklı oldu. Oyunun adı olarak,Tavla terimi 1645 yılında bir İngiliz tarafından üretildi. Tavla terimi tahminen Sakson dilinden türetilmiştir ve araştrımacılar ‘geri oyun’ anlamında olduğunu ileri sürmektedirler.

Tavla resimleri

Tavlanın Asya ve Avrupa’da yayılması uzun sürmedi ve bugün coğrafi anlamda şimdiye kadar yaygın olarak oynanan oyunlar arasında tavlanın en ünlü oyun olduğunu sanıyoruz. Tarih boyunca tavla türü oyunların pek çok çeşidi vardır ve hala benzer bir çok oyun türetilmektedir, ayrıca bu oyun türü için bir çok sayıda kitap yazılabilir. Bununla birlikte, bu yazının amacı, bugün yaygın olarak oynanan bu oyun üzerinde etki yaratan önemli olayları tanıtmaktır, ve tavlanın müthiş tarihi ile ilgili size bir fikir vermektir. Buna ilaveten, ‘Tavla’ teriminin ilk ifade edilmesinden bu yana, ve internet oyunu olana kadar, pek çok değişiklikler ve etklilenmeler olmuştur.

 

Satranç Tarihi

Satranç Satranç 2 bin yıldır var olmasına rağmen eğitimde değerli bir araç olarak kullanılabilmesi yeni yeni kavranılmaktadır. 1997 yılında yapılan araştırmalar matematik, fen ve okuma alanlarında görülen başarıların arkasındaki gizli başarının satranc sporuna ait olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte kavrama yeteneğindeki ciddi gelişmenin yanısıra bilgiye ve mantığa dayalı çıkarımlarda, varsayım, stratejik düşünebilme, mantık, geleceği kurgulama ve karar verme gibi alanların gelişiminde satranç çok önemli rol oynamaktadır. Zihin ile ilgili konular dışında, satranç sporunun : kişisel değerleri güçlendirme, başkalarına saygılı olma, sabır ve farklı bakış açılarını kabullenebilme gibi sosyal davranışların üzerinde de etkisi çok önemlidir.

https://forum.arkitera.com/mimari-gorsellestirme/1605-satranc.Yine yapılan araştırmalar göstermiştir ki satranç sporu için gerekli olan beceriler dil öğrenmek için gerekli olan becerilerle benzerlik göstermektedir. Özetle, teknik bilgi ( taşların ve hareketlerinin öğrenilmesi, açılışlar ve diğer yöntemler) ve bu bilginin uygulanmasından ibarettir. Edinilen bilgi eğitim ve deneysel geri bildirimle desteklenerek geliştirilir. Öğrencilerin otomatik olarak daha karmaşık düşünme becerilerini kazanması sağlanır. Bilimadamları, matematikçiler ve satranç sporcuları arasında yapılan karşılaştırmalarda düşünme tarzlarının yeni fikirlerden çok kaliteli yaratıcılık şeklinde olduğu gözlenmiştir.

Satranç, eski’nin yeni çağdaş kültüre en değerli hediyesidir. Bu değer zaman içinde karşılaştığımız her sınıf insan ile, konuşulan her dilde, tüm uluslarda, hem erkek hemde kadınlar tarafından test edilmiş yegane olgudur. Öylesine nadir bir değerdir ki ; öğrenme, öğretme, paylaşma, yaratma, rekabet etme, eğlenme, başkalarına ve kendimize zarar vermeden faaliyette bulunduğumuz tek aktivitedir. Satranç bütün bu akviteleri içine alır ve bunun karşılığında yalnızca istediği : Meraktır.

Tam boyutlu görseli gösterAltıncı yüzyılda Hindistan da doğan satranç, tüccarlarla İran a geçti. Yedinci yüzyılda Araplar İran ı alınca satranç Arap topraklarında yayılmaya başladı. Arap akıncıları ile birlikte Kuzey Afrika dan İspanya ya geçen satranç ortaçağda şövalyelerin gözde oyunu oldu. Arap ve Avrupa el yazmalarından sonra İspanyol Lucena nın ilk basılı satranç kitabında (1497) satranca eklenen yeni kurallar açıklandı: Vezirin ve filin hareket alanlarının genişletilmesi, rok, geçerken alma, erin vezir olması. Böylece günümüze kadar değişmeden gelen kuralları ile dinamik, ustalık ve incelik dolu, bilgiye dayanan modern satranç dönemi başladı ve satranç, İspanya dan sonra, İtalya, Fransa, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya da hızla yaygınlaşmaya başladı.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında satrancın ilk büyük yıldızları belirdi: Anderssen, Morphy, Rubinstein ve Steinitz. Güçlü oyuncuların katıldığı turnuvalar yapıldı: 1851 Londra, 1857 New York, 1883 Londra, 1889 Hastings ve Saint Petersburg.

İlk dünya satranç birincisi sayılan Steinitz den sonra, Yirminci yüzyılın başlarında Lasker, Capabalanca, Alekhine ve Euwe, İkinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda, Botvinnik, Smyslov, Tal, Petrosian, Spassky, Fischer, Karpov, Kasparov, Khalifman ve Anand dünya satranç birincisi unvanının sahibi oldular.

Böylece, olimpiyatlar, turnuvalar, uluslararası karşılaşmalar, dünya birinciliği maçları, turnuva kuralları, oyunların yazılması, oyunların ve bilgilerin binlerce kitapta toplanması, satranç saati, oyuncuların sınıflandırılması ve herkese açık satranç kulüpleri ile bir spor dalı olan satrancın bu özelliği en belirgin şekilde ortaya çıkmış oldu.

alıntıdır.

Saygılarımla.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Haber >Güncel haberler >ÖSS 30 bin aday sıfır çekti.Kızların Başarı oranı yüksek!
  14.Tem.2009 Sal 00:20:09

    Başarı oranının düştüğü sınavdan 30 bin kişi sıfır aldı.Adaylar en çok Sosyal Bilimler de zorlandı.yüzde 60 ı Fen yapmadı.

   Sınava başvuran 1 milyon 350 bin 124 adaydan 1 milyon 324 bin 197 si sınava girerken,25 bin 927 aday sınava girmedi.Sınava giren 1 milyon 324 bin 197 adaydan 1milyon 324 bin 1 adayın sınavı geçerli sayılırken 196 adayın sına vı gecersiz sayıldı.Sınavı geçerli sayılan adaylardan 1 milyon 294 bin 74 ünün ÖSS puanı hesaplanırken,29 bin 927 adayın ise ÖSS puanları hesaplanmadı.Yani buna göre 30 bine yakın aday sınavlardan sıfır aldı.Sınavı geçerli sayılan adaylardan 1 milyon 229 bin 800 ü (yüzde 92.89) tercih yapma hakkı kazandı.

MATEMATİK DAHA KOLAYDI

   ÖSYM Başkanı Prof.Dr.Ünal Yarımağan Türkçe testinin başarısı 4 puan düştü.Ham puanlara bakıldığında,tüm sorulara doğru cevap veren Türkçede bin 281,Sosyal Bilimlerde133,Matematikte 8 bin 655,Fen Bilimlerinde 140 aday oldu.Yarımağan,matematik testinin bu yıl daha kolay olduğu yorumunu yaparak, Öğrencilere en zor gelen testin sosyal Bilimler olmuş,adayların yüzde 60 ı Fen yapmamış dedi.

 

KIZLAR DAHA BAŞARILI

   Barajı geçen öğrenci sayısının geçen yıla göre düşüş gösterdiği sınavda kızlarda başarı oranı erkekleri geçti.

   ÖSYM Başkanı Prof.Dr.Ünal Yarımağan,barajı geçen öğrenci sayısının geçen yıla göre düşüş gösterdiğini belirtti.Yarımağan,bu sene baraj seviyelerine karşılık gelen başarı düzeylerinin 5 puan düşürülmesine rağmen barajı geçenlerin geçen yıla göre daha az olduğunu belirtti.Barajın 165 olduğunu hatırlatan Yarımağan.baraja ulaşan toplam aday sayısının 713 bin kişi olduğunu kaydetti.Yarımağan,145 barajını geçme yönünden kızlarda başarı oranının yüzde 95,erkeklerde yüzde 91 olduğunu söyledi.165 barajını geçme oranlarının ise kızlarda yaklaşık yüzde 86,erkeklerde yüzde 79 olduğunu söyledi.

ŞAMPİYONLARIN TERCİHİ TIP

   ÖSS birincileri İstanbul.Kayseri ve Aydın dan çıktı.Şampiyon gencler,tercihlerinin Tıp Fakülteleri olacağını açıkladı...

   Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Yabancı Dil Sınavı (YDS) dün sabah acıklandı.1milyon 324 bin 197 adayın ter döktüğü sınavın sonuçlarına göre en başarılı iller Karaman,Kayseri,Denizli,Niğde,Aydın ve Nevşehir olurken,en başarısız illar ise Ardahan,Hakkari,Şırnak ve Ağrı oldu.ÖSS; de birinci olan öğrenciler şunlar;İzmir den Çağatay Ermiş,İstanbul dan Mücahit Erdoğan,İstanbul dan Serhat Güzel,Aydın dan Gülşen Yücel.

SÜPRİZ BAŞARI...

     Eşit ağırlıkta Türkiye birincisi Kayseri den Mustafa Öztürk,yabancı dilde ise Berkay Dertsiz oldu.Türkiye birincileri arasında yer alan Serhat Güzel ve Mücahit Erdoğan başarılarını düzenli çalışmaya borclu olduklarını belirtirken,tercihlerinin Tıp Fakülteleri olduğunu söyledi.ÖSS de 2 puan türünden Türkiye birincisi olan Serhat Güzel Hocalarımın programlarına uydum,çok fazlada bişey yapmadım.Tercihim doktorluk diye konuştu.

TUVALETE BİLE GİTMEDİM!

    Sınavın birincilerinden Mustafa Öztürk,hazırlanırken tuvalet ve yemek dışında ara vermediğini söyledi...

    Sözel,sayısal ve eşit ağırlık alanında birinci olan Mustafa Öztürk,sınava nasıl hazırlandığını anlattı. Başarının tek formülü var.O formülüde çalışmak diyen Öztürk. Ben çalışmayı düzenli ve sistemli bir şekilde yürüterek.o sistematiği oturtarak çalıştım.Hazırlanırken tuvalet ve yemek dışında ara vermedim.Öyle azimli çalıştım; dedi.Hangi Üniversiteyi tercih edeceği sorusuna da Öztürk, Hacettepe Tıp Fakultesini istiyorum.Doktor olmak istiyorum diye cevap verdi.

 

ÖSS de başarı ile Kazanan öğrencilerimizi Kutlar ve başarılarının devamını dilerim.İnşallah önce kendilerine.Ailelerine ve Ülkelerine Başarılı birer Birey olmalarını Temenni ederim

Tebrikler çocuklar.Başarılarınızın devam etmesi Tek dileğimiz.

 Haber.13.07.09 tarihinde Güneş gazetesinden alıntıdır.                                                                              SAYGILARIMLA  



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Komik Videolar, Klipler, Resimler, Karikatürler >Öylesine bakın Gülmek size kalmış
  14.Tem.2009 Sal 04:57:06

Yorumsuz.

resimler alıntıdır.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >UZAY HAKKINDA BİLGİ
  14.Tem.2009 Sal 21:50:33

uzay nedir

Evreni anlama ve kavramamız her geçen gün biraz daha artmaktadır. Bunun en önemli iki  nedenini geliştirilen aletlerin hassasiyetlerinin sürekli iyileşmesine ve aynı zamanda evreni elektromanyetik spektrumun bütün dalgaboylarında gözlememize bağlayabiliriz. İnsanoğlu evren hakkında bir şeyler öğrenmeye son derece meraklıdır; büyük keşifler duymayı, heyecen verici görüntüler görmeyi her zaman istemişizdir. Ancak, doğal çevrenin teknolojik ilerleme ile birlikte hızla bozulması astronomların çalışmalarını sekteye uğratmakta ve halkın merak ve beklentilerini de bir ölçüde söndürmektedir. Yerden yapılan gözlemler için ışık kirliliği, artık uzayın net ve berrak gözlenmesini ciddi boyutlarda engellemektedir. Uzay tabanlı gözlemler de gerek uzaya bırakılan uydu kalıntılarından gerekse haberleşmenin ortaya çıkardığı radyo gürültüsünden aşırı şekilde etkilemektedir. Astronomların gözleri artan bir şekilde kör olmaktadır. Daha önce hükümetlerin denetiminde yapılan uzay araştırmaları bir dereceye kadar kontrol altında tutulabilmekteydi. Ancak, günümüzde bu çalışmalar yerini ticari amaçlı serbest piyasa ekonomisinin özel şirketlerine terk edince, durum işin içinden çıkılmaz bir hal almaya başlamıştır.

Astronomlar evren hakkındaki bilgileri görünür, morötesi veya kırmızı ötesi ışıktan, enerjitik partiküllerden ve radyo dalgalarından elde eder. Şehirleşmenin ve kötü ışık kullanımının getirdiği artan ışık kirliliği, ve telekomünikasyon uydularının kullandığı radyo dalgaları gözlem kalitesini tehdid etmektedir. Durum böyle devam edecek olursa yakın bir gelecekte çalışmalar sekteye uğrayabilecektir.

Işık kirliliği için acilen yapılması gereken kötü elektrik techizatlarının bir an önce iyileştirilmiş yeni tasarımlarla yer değiştirmesidir. Bu sadece astronomlara değil aynı zamanda Dünya için önemli bir enerji tasarrufu da sağlayacaktır. Radyo dalgalarında yapılan çalışmalarda durum biraz daha vahimdir. Her yıl haberleşme amaçlı yüz kadar uydu fırlatılmakta ve elektromanyetik spektrumda bizlere yer bırakmayacak şekilde hemen hemen bütün radyo dalgalarını kullanarak Dünya nın en ücra yerlerine kadar ulaşılmaktadır. Acilen uluslararası radyo gözlemlerinin yapılacağı sakin bir bölgeye ihtiyaç vardır. Uyduların hiçbir şekilde istenmeyen radyo sinyallerini bu bölgelere göndermemeleri sağlanmalıdır.

BUNLARI BİLİYORMUYUZ?

Güneş i bir yıldız olarak tanımadan önce aşağıdaki bazı soruları cevaplamaya çalışalım. Sonra Güneş Sistemi nin oluşum senaryosunu ve evrendeki yerimizi gözden geçirelim. Yaşamımızın ana kaynağı Güneş in yakın Dünya çevresine ve Dünya ya yaptığı bazı etkilerden bahsettikten sonra önlemlerden ve alınması gereken tedbirlerden sözedelim.

                                                   

                                             Şekil 1. <!--[endif]-->Dünya ve yaşanabilir tahmin edilen bazı uydular.

 

Dünya ResimleriDünya ResimleriDünya nedir? Dünya (Arz), Güneş Sistemi ne bağlı Güneş ten itibren uzaklık sırasına göre üçüncü gezegen, üzerinde yaşadığımız yer küre. Işık ve ısısını Güneş ten alır. Yaşı yaklaşık 4.6 milyar yıl. 111 kimyasal elementi ve biyolojik bir yaşantı sağlayan atmosferi ile bizim için eşi benzeri görülmemiş mükemmel bir kosmik cisim.

 Kozmik Bulut Resimleri

Kozmik Resimler

Boşluk Resimleri

Uzay nedir? Dünya yı saran atmosferin dışında kalan tüm evren, kosmos. Astronominin çalışma

alanı. Uzayın başlangıcının bir kriteri olarak suni uyduların en düşük yörüngelerinin başladığı noktayı da almak, kozmik bir anlam ifade etmesi açısından uygun olabilir. O noktada artık bir iki cisim problemi söz konusudur ve artık uzay başlamıştır diyebiliriz.

Atmosfer nedir? Bileşiminde %78 azot, %21 oksijen ve %1 diğer elementler bulunan Dünya mızı saran gaz tabaka. Varlığını Dünya nın kütlesel çekim gücüne borçludur. Bizim için hayati önemi, Dünya üzerindeki canlı yaşam için tehlikeli olacak zararlı Güneş ışınlarını süzme özelliğe sahip olmasından ileri gelir.

Güneş Sistemi nedir? Güneş in kütlesel çekim alanının belirlediği bölge içinde kalan cisimlerin oluşturduğu bir sistem. Sistemi idare eden baş cisim Güneş. Sisteme bağlı dokuz gezegeni, asteroit kuşağını, kuyruklu yıldızları ve meteorları belirli yörüngelerde tutan ve onların hareketlerini belirleyen gene Güneş. 

Evrendeki yerimiz? Güneş, Samanyolu galaksisinde bulunan 100 milyar yıldızdan sadece biri. Samanyolunun çapı 100 bin ışık yılı. Samanyolu galaksisi yakın çevremizde bulunan irili ufaklı 30 kadar galaksi ile birlikte Lokal Gurubu oluşturur. Lokal Gurubun çapı yaklaşık 4 milyon ışık yılı. Lokal Gurup binlerce üyesi bulunan çapı 75 milyon ışık yılına kadar uzanan Süper Kümenin bir üyesi. Evrende binlerce bizim ait olduğumuz Süper Küme gibi galaksi kümeleri var. Ve bütün evrende yüz milyarlarca galaksi olduğu tahmin edilmekte. Erişilebilen en büyük uzaklık ise yaklaşık 13 milyar ışık yılı.  

  Şekil 2.Güneş Sistemi ve gezegenleri.

             

Şekil 3. Evrenin başlangıcından günümüze evrimin  şematik temsili görünümü.

 güneşGÜNEŞİN OLUŞUMU, EVRİMİ VE ÖLÜMÜ

Günümüz teorileri Güneş in yaklaşık 4.6 milyar yıl önce, yıldız patlamalarından arda kalan toz ve gazı da içeren muazzam büyüklükteki bir yıldızlararası gaz bulutun çökmesiyle oluştuğunu kabul eder. Kütle çekiminin etkisi altında kalan bulut büzüşmeye ve yoğunlaşmanın büyük olduğu yerlerde dönmeye başlar. İlk birkaç milyon yıl içinde çökme sırasında dönme hızı çok büyüktür ve bundan dolayı da manyetik olarak son derece aktiftir. Açısal momentumun korunması prensibine göre rotasyon hızı gittikçe büyümekte ve dış kısımlar yassılaşmaktadır. Zamanla merkezi bölgenin çevresinde yassı bir disk oluşur. Bu diskin dış kısımlarındaki gaz ve toz küçük yoğunlaşmalar gösterir. Her bir yoğun bölge ana diskle aynı yönde kendi eksenleri etrafında döner. Bu senaryo Dünya nın ve diğer gezegenlerinin nasıl oluştuğu açıklayan oldukça makul bir senaryodur. 

Oluşum sırasında bir çok yıldız iki veya üç kısma parçalanarak çift yıldız veya çoklu yıldız sistemlerini oluştururlar. Son zamanlarda yapılan uydu gözlemlerinden bir çok yıldızda gezegen olduğuna dair ipuçları gelmekte fakat bunların büyüklükleri ve yıldızına olan uzaklıkları henüz Güneş Sistemi nde olduğu gibi dizilim göstermemektedir. 

Şekil 4.Hubble uzay aracından çekilen yıldız oluşum bölgeleri.

Hızla büzüşen bulutun merkezi kısmında yoğunluk, dolayısıyla basınç artar ve bir zaman sonra da ışmıaya başlar. İçten dışa doğru olan ışınım basınca, içe doğru olan kütle çekim kuvveti tarafından nötürlenmeye çalışılır ve sonunda denge sağlanır. Işıldayan çekirdek, bir yıldızın yıldız öncesi (protostar) evresidir. Güneş in normal ışımasına başlayıncaya kadar bu evrede yaklaşık 10 milyon yıl kaldığı düşünülmektedir. Bu aşamadan sonra Güneş ısısını merkezdeki nükleer yakıttan sağlamaya başlar. Artık içten dışa doğru olan radyasyon basıncı, dıştan içe doğru olan gravitasyonel kuvvete karşı koyarak büzüşmeyi durdur ve bir denge hali oluşur. Güneşimiz yaklaşık 4.5 milyar yıldır bu kararlı halini sürdürmektedir. Gelecekte zamanla dönme hızı yavaşlayacak ve ışıma gücü artacaktır. Bu arada çapı da büyüyecektir. Işıma gücünün oluşum döneminde bugünkü değerinin yaklaşık %70 i olduğuna, ve dönmenin de 9 gün kadar olduğu tahmin edilmektedir. Aslında dönmenin bugünkü değeri 27 gündür. 1.5 milyar yıl sonra güneş 6 milyar yaşına geldiğinde parlaklığı bugünkü değerinden yaklaşık % 15 daha fazla olacaktır. 10 milyar yaşına geldiğinde ise, parlaklığı bugünkü değerinin iki katına çıkacak ve yarıçapı % 40 artacaktır. Güneş, çap ve ışımagücü artışını bir kırmızı-dev yıldız oluncaya kadar sürdürür. Kırmızı dev evresinde yarıçap 100 kat artar. Bu durumda Merkür gezegeni, genişleyen sıcak plazmanın içinde kalarak buharlaşır. Çaptaki 100 katlık artıp ışımagücünde 500 katlık bir artışa neden olur.

Şekil 5. Yıldızların enerji üretiminin bir gösterimi. Yıldızın kütlesine bağlı olarak merkezde demir üretilene kadar  termonükleer reaksiyonlar devam etmektedir.
 

Bu da Dünya yüzeyinin sıcaklığının 1700 K e çıkması demektir. Artık Dünya yüzeyi erimiş lavlar denizi halindedir. Güneş in çekirdeği, kırmızı dev evresinde de, büzüşmeye ve ısınmaya devam eder. Bu evre sadece 250 milyon yıl sürer. Çekirdeğin sıcaklığı takriben 100 milyon dereceye eriştiğinde, önceki nükleer reaksiyonlarla oluşan helyum karbona dönüşmeye başlar. Bu durum çok büyük bir enerji çıkışına neden olur. Artık, çekirdeğin sıcaklığı yaklaşık 300 milyon dereceye çıkmış ve helyum çok ani tutuşmuştur. Bu evre flaş evresi (helyum flaş=helyum parlaması) olarak bilinir. Bu olay sonucu Güneş, kütlesinin hemen hemen üçte birini bir planeter nebula oluşturmak üzere uzaya fırlatır. Çekirdek helyumun sürekli yanmaya başladığı yaklaşık 100 milyon kelvine kadar soğur. Daha sonra yarıçap bugünkü değerinin 10 katına, ışımagücü de 20 katına kadar düşer. Helyumun karbona dönüşmesinden sonra Güneş in geri kalan kütlesi bir beyaz-cüce oluncaya kadar büzüşür ve soğur. Yaklaşık 15 milyar yıl yaşında ve çapı bugünkünün % 1 i büyüklüğünde (yaklaşık Dünya nınkine eşit) olan Güneş in ışımagücü de, bin kat azalarak, mevcut değerinin % 0.1 ine kadar düşer. Beyaz cüce tamamen karbon çekirdeğinden oluşur. Son derece yoğundur. Güneş kütlesinin yaklaşık yarısı Dünya büyüklüğündeki bir kürenin içine sıkışmıştır. Yoğunluk yaklaşık 2x109 kg/m3 dür. Bu, 1000 kg lık bir kaç arabanın baş parmağımızın içine sıkışılması anlamına gelmektedir. Bir kaç milyar yıl içinde beyaz cücenin sıcaklığı ve ışımagücü yavaş yavaş azalır ve yaşamı siyah cüce olarak bilinen soğuk, siyah bir karbon artığı  olarak son bulur.

GÜNEŞ İ BİR YILDIZ OLARAK TANIYALIM

Güneş galaksimiz Samanyolu ndaki yaklaşık 100 milyar yıldızdan sadece biridir. Enerjisini merkezi kısmında meydana gelen termonükleer reaksiyonlardan sağlar. Şu anki yaşı yaklaşık 4.6 milyar yıl olmasına rağmen, ancak en az bir o kadar daha ömrü vardır. Çapı 1.4 milyon km ile aslında dev bir plazma küre olan Güneş bizden ortalama 150 milyon km uzaklıkta bulunur. Bu uzaklığa rağmen Dünya nın ısı ve ışık kaynağı olma özelliğini muhafaza eder. Dokuz gezegeni, asteroit kuşağı, kuyruklu yıldızları ve meteorları ile birlikte bir sistem oluşturmaktadır. Muazzam kütlesinin oluşturduğu çekim kuvveti O na sistemin baş cismi olma özelliğini vermiş, ve bu özelliğinden dolayı sisteme ait bütün cisimleri idaresi altınd almıştır. Güneş in oluşturduğu bu sisteme Güneş Sistemi denir. Güneş Sistemi aynı zamanda Galaksi merkezi etrafında yaklaşık 200 milyon yılda –ki bu bir güneş yılı olarak gözönüne alınır- bir dolanım yapar. Güneş in galaktik merkezden uzaklığı 30 000 ışık yılıdır.

                                                                       image011.jpg (5625 bytes)

                                                                 Şekil 6. Güneş in iç katmanlarının   temsili resmi.

Çeşitli dedektörler ve aletlerle gözleyebildiğimiz yüzey tabakalarından elde ettiğimiz gözlemsel veriler ışığında iç yapısının teorik modeli oluşturulabilir. Buna göre en içte hidrojeni helyuma kaynaşma (füzyon) yoluyla dönüştüren kor (çekirdek) adını verdiğimiz nükleer fırın bulunur. Güneş in asıl enerji kaynağı bu bölgedir. Bu bölgenin sıcaklığı yaklaşık 15 milyon kelvin, yoğunluğu da 160 tonm-3 kadardır. 0.25 Ro kalınlığında olan kordan sonra radyasyon bölgesi gelir. Korda nükleer kaynaşma ile üretilen enerji çevresindeki radyasyon bölgesi ile sınırlandırılmıştır. Korda üretilen gama fotonları radyasyon bölgesindeki atomik çekirdekler tarafından sürekli olarak absorblanır ve tekrar yayınlanır. Yüzeye doğru hareket eden fotonlar enerjilerinin çok büyük bir bölümü kaybederler, ve yüzeyden ayrıldıklarında gama fotonları artık görünür dalgaboylarındadır. Radyasyon bölgesinin kalınlığı 0.45 R¤ kadardır. Gama fotonlarının radyasyon bölgesini katetme süresi yaklaşık 50 milyon yıl olarak hesaplanmaktadır. Bu tabakanın üzerinde sıcaklığın daha düşük olduğu konvektif bölge bulunur.  Enerji bu bölge içinde konvektif işlemlerle yüzeye doğru taşınmaktadır. Konvektif bölgede çeşitli büyüklükteki hücresel yapılardan oluşur. Bölgenin en üstündeki hücre fotosferde granül olarak görünür. Bu, çeşitli büyüklüklere sahip hücrelerin oluşturduğu sirkülasyon gerek lekelerin gerekse güneş parlamalarının oluşumunda önemli rol oynayan kuvvetli manyetik alanların yaratılmasında başlıca etkendir. 

Şekil 7. Güneş in iç ve dış atmosfer tabakaları.

    Şekil 8. Güneş in X-ışın görüntüsü.

Güneş in gözlenen yüzey atmosferlerini fotosfer, kromosfer ve korona oluşturur. Ayrıca kromosfer ile korona arasında son derece ince bir geçiş tabakası vardır. Fotosfer Güneş in beyaz ışıkta gözle görülen tabakasıdır. Tabanını parlak granüller kaplar. Sıcaklığı yaklaşık 6000 derece, yüksekliği ise 500 km civarındadır. Tabakanın en karakteristik özelliği güneş lekelerine sahip olmasıdır. Güneş lekeleri manyetik alanların yoğunlaştığı bölgelerdir. Fotosfer tabakasının üzerinde sıcaklık bir minimum (4700 ºK) değere düşer. Bu noktadan itibaren kromosfer tabakası başlar. Yoğunluk çok düşük sıcaklık ise 10 000 ºK civarındadır. Fotosferin parlak ışığından dolayı normal şartlar altında görülemez. Ya özel bir filtre yardımı ile (hidrojenin alfa çizgisinde) disk dahil olmak üzere veya bir tam güneş tutulması sırasında disk kenarında görülebilir. Tabakanın en karakteristik yapıları parlamalar, plaj alanları, filamentler (kenarda prominensler) ve spiküllerdir. Kromosferin kalınlığı 2500 km olarak verilir.  Bu tabakanın üzerinde ince geçiş bölgesinden sonra Dünya ya ve daha ilerisine kadar uzanan korona vardır. Son derece ince bir tabakadır. Partikül yoğunluğu bir güneş çapına kadar metreküpte1012 iken 1 AB uzaklıkta 107 ye kadar düşer. Korona, ancak bir tam güneş tutulması sırasında doğal olarak görülebilir. Ayrıca, örtücü bir diske sahip özel geliştirilmiş koronograf adı terilen teleskoplarla da görülebilir. Sıcaklığı 2 milyon derece civarındadır ve bunun sebebi bir çok alternatif teoriler önerilmesine rağmen tam olarak bilinmemektedir. Korona kuvvetli bir X-ışın kaynağı olmasından dolayı Dünya ve yakın Dünya çevresi için önemlidir. Dünya atmosferinin bu dalga boylarına geçirgen olmamasından dolayı bu tür gözlemler uydulardan yapılmaktadır. Koronada koronal delik olarak adlandırılan normal koronal yoğunluğun en az üç mertebe daha az yoğunluklu bölgeler vardır ki bunlar koronal materyalin güneş rüzgarı şeklinde serbest olarak Güneş ten kaçmasını sağlarlar. Gezegenlerarası ortamdan geçerek Dünya ya kadar ulaşan bu materyal, Dünya nın manyetik alanında bir dizi karışıklıklar meydana getirir. Koronal deliklerin Dünya üzerindeki bu etkilerinden dolayı, onların sayılarının ve büyüklüklerinin araştırılması önemlidir.

Bilimadamları koronayla dört temel sebepten dolayı ilgilenmektedir. 1. Korona Güneş in nasıl çalıştığına dair çok şey söyler. Güneş tarafından yayınlanan enerjinin tamamı koronadan geçer. Sıcaklığının neden birkaç milyon derece kadar yüksek olması halen bir açık soru olmakla beraber günümüzde enerjinin manyetik alanlarla yayıldığını ve bu durumun sıcaklığı izah edeceğini söyleyen teoriler hakimdir. 2. Güneş koronasının incelenmesiyle yakın Dünya çevresi hakkında ve ona etki eden olumsuzluklar hakkında daha fazla şeyler öğrenebiliriz. Dış korona, Güneş Sistemi ni dolduran ve güneş rüzgarı olarak bilinen yüklü partikül akıntısı şeklinde gezegenlerarası uzaya doğru uzanır. Güneş parlamaları ve koronal kütle atımı gibi Güneş te meydana gelen şiddetli parlamalar kutup tanına, uçuşların ve haberleşmenin devre dışı kalmasına, suni uyduların devrelerinin yüklenmesine, ve Dünya üzerindeki elektrik şebekelerine etkisi olabilmektedir. Güneş in ışıma gücündeki değişimler keza Dünya nın havasını ve iklimi oluşturan nedenleri etkileyebilir. 3. Güneş nispeten sarı bir cüce yıldızdır, onun incelenmesi bize ayrıntılar hakkında bilgi verir. Onun yakından incelenmesiyle elde edilen bilgiler diğer yıldızlara da uygulanabilir.   

image017.png (173756 bytes)

Şekil 9. Güneş disk kenarında görülen aktif loop prominensi

Örneğin X-ışın gözlemevleri, özellikle Chandra uydusu Güneş benzeri diğer bir çok yıldız etrafında koronalar keşfetmektedir. Böylece, Güneş koronasının yakından incelenmesiyle diğer yıldızların koronaları hakkında da bilgi edinilmiş olunur. 4. Güneş Dünya da yaratamadığımız şartları sağlayan bir fizik laboratuardır. Örneğin koronanın yoğunluğu öyle düşüktür ki laboratuarda bir vakum ortam olarak gözönüne alınabilir.

GÜNÜMÜZ GÜNEŞ BİLİMİ

Güneş in aslında potansiyel bir tehlike olduğu bilinciyle yola çıkıldığında onun  ayrıntılı incelenmesi gerçeği daha iyi kavranır. Çoğu insan onu sadece sabah doğan ve her akşam batan bir cisim olarak tanır. Güneş in enerjisinde olabilecek değişimlerin ve manyetik aktivitenin suni uydular, uzayda veya uzay yolculuğunda bulunan insanlar, haberleşme, Dünya üzerindeki elektrik santralleri ve boru hatları, özellikle kutup rotasından uçan uçakların içindeki insanlar, göçmen kuşlar ve hatta kalp hastaları üzerine bir dizi hayati etkileri olduğu artık bilinmektedir. Güneş te meydana gelebilecek bir patlamanın ve bunun Dünya ya ne zaman ve şiddette çarpacağının iyi tahmin edilmesi yukarıda sayılan etkilere tedbir alınması açısından önemlidir. Bütün bu durumlar, Güneş in çok iyi incelenmesi için özel nedenler teşkil eder. Gezegenimizdeki yaşamın başlamasında ve mevcudiyetinin devamında yıldızımızın merkezi rolünün bilinmesini isteriz. Aynı zamanda, Güneş, evreni anlamamızda da eşsiz bir labaratuvar olarak karşımıza çıkar.

Şekil 10.  <!--[endif]-->Güneş disk kenarında görülen aktif  loop 
                prominensi.
    Şekil 11.   <!--[endif]-->Babcock modeli çerçevesinde güneş lekelerinin   oluşumu.

Güneş teki şartlar Dünya dakinden çok farklıdır. Güneş in üzerinde meydana gelen fiziksel işlemler olay gözlenmediği sürece önceden tahmin edilemez. Bu prosesler aynı zamanda Dünya da labaratuvarlarda incelenemeyecek kadar çok büyük bir ölçekte meydana gelmekte ve bilgisayarlarla da modellenemeyecek kadar çok karmaşık yapı arz etmektedir. Güneş de meydana gelen fiziksel proseslerinin Dünya da olmayışı, bunların çok değişik fizik şartlarda meydana gelmesi (sıcaklık, basınç, yoğunluk) sonucudur. Sıcaklıktan dolayı iyonize halde bulunan gaz elektriksel olarak iletkendir, ve kuvvetli manyetik alanların içinde hapsolmuş durumdadır. Güneş in Dünya dan çap olarak 109 kat daha büyük olması onun farklı fiziksel özelliğe sahip olmasını sağlar. Yoğunluk ve sıcaklık farkları bölgeden bölgeye binlerce, milyonlarca kat değişiklik gösterir. Önemli proseslerin boyutları atomik ölçekten yüzbinlerce kilometre mertebesine kadar uzanır. Hızlar Dünya da alışık olmadığımız ölçeklerdedir. Plazmanın hızı Jet uçaklarından çok daha fazladır. Güneş yüzeyine yakın yerlerde hızlar yaklaşık 1600 km/saatten,  koronada 32000 km/saate çıkar. Şartlar sadece Dünya standartlarında alışılmışın ötesinde değil aynı zamanda anahtar teşkil edecek temel Güneş prosesleri üzerine yapılan geleneksel yaklaşımları da altüst eder. Bu aşamada Güneş astronomları, Güneş in son derece karmaşık ve modellenmesi çok zor olan kaçınılmaz sonuçları ile yüzyüze kalır. Manyetik alanlar ve türbülans halindeki plazma çok farklı ölçeklerde umulmadık bir şekilde bir araya gelebilmekte ve değişik yapılar oluşturmaktadır. Manyetik alanlar ve yüksek hızda partiküller çok uzak bölgeler arasında hızlı enerji transferine neden olurlar. Aslında Güneş te olan bu fiziksel işlemler tam olarak anlaşılamamaktadır. Tam olarak ayrıntıları bilmek için bütün girdilerin işin içine dahil edilmesi gerekir. Bütün olarak bir sistemin davranışındaki gerçeklik sistemi meydana getiren parçaların toplamından temelde farklı olduğu düşüncesi nispeten yenidir. Hatta lineer olmayan fizik ve kaos teorisi de bu prensibi doğrular. Fizik Dünya yı anlamaya çalışmak için önce yalıtılmış basit problemleri gözönüne alırız, sonra karmaşık bir işlemi kavramak için onları birbirine ekleriz. Bir çok durumda bu gayet iyi çalışır, fakat Dünya veya Güneş üzerindeki hava tahmini gibi, gerçekten büyük problemlerle uğraştığımız zaman bu yaklaşım temelde yanlış çıkar.

Bir senfoni meydana getirdiğinizi düşünün. Orkestranın bütününün çıkaracağı sesi düşünürken her bir enstrümanın bağımsız olarak işlevini ortaya koyarsınız. Bu çalışır, çünkü siz her bir aletin hangi sesi çıkaracağını bilirsiniz. Fakat gerçek Dünya da bir çok olayda bu yaklaşım başarılı olamaz, çünkü olaylar arasında lineer olmayan etkileşimler vardır. Aletlerden bir tanesinin orkestradaki diğer aletlerin ne yaptığına bağlı olarak sesini değiştirmesi gibi. Güneş i bir bütün olarak anlamak için onun lineer olmayan karmaşıklığının kavranması gerekir. Karmaşık "ölçek kavramı" (=scale coupling) bir çok astrofizik olayda oluşur. Şanslıyız ki, Güneş bu prosesleri ayrıntılı inceleyebilmek için bize yeterince yakındır. Günümüz Dünya ve uzay tabanlı aletleri, Güneş in çekirdeğinden en dış seyrek atmosferine kadar eşi benzeri görülmemiş görünüşlerini sergileyebilmektedir. Keza günümüz bilgisayarları, sistemin tamamının canalıcı kısımlarının güvenilir modelini yapacak kadar hızlı ve güçlü durumdadır. Sistemin iç dinamiğindeki karmaşık ilişkiler  Güneş ve uzay havasının ayrıntılı tahminini güçleştirir. Tahminedilemezliği tahmin etmeğe çalışarak gayretlerimizi boşa harcamak yerine mümkün olmayanlardan mümkün sonuçları ayırıp düzenlilikleri araştırmalıyız. Ayırdedilenler daha iyi tanımlanmaya başlanınca tahminlerin insanlık için ne kadar değerli olduğu anlaşılacaktır.

Güneş in değişken olmasının altında yatan neden Güneş in manyetik alanıdır. Güneş dinamiğinin bu genel yapısı, Dünya dan gözlediğimiz iç kısma, yüzeye ve atmosfere ait tüm olayları etkiler

image023.png (517691 bytes)  

Şekil 12.  <!--[endif]-->Zamanla değişen Güneş in manyetik alanı. Zaman dizisi sol alttan (8 Ocak 1992, önceki güneş leke maksimumu) başlar sağ altta (25 Temmuz 1999) içinde bulunduğumuz 23. çevrimim maksimumuyla biter. Görüntüler Kitt Peak Ulusal Gözlemevindeki Kuleli Vakum Teleskopuyla çekilmiştir.  

image025.png (110100 bytes)

Şekil 13. Güneş in karmaşık ve değişken iç rotasyonu. Yüzeye bakıldığında (solda) iyi bilinen diferansiyel rotasyon (sarı) ortalamasından daha hızlı (kırmızı bantlar) ve daha yavaş (yeşil bantlar) bölgeler görülür. Güneş in iç kısmına doğru (sağdaki kesit) bu bantlar belirli bir derinliğe kadar devam etmektedir. Konvektif bölgenin tabanına yakın (noktalı yarı daire) kırmızı hızlı dönmeyi mavi yavaş dönmeyi gösterir. İki görüntü arasındaki 6 ay süresinde ekvatoral derinliklerdeki hızlı (kırmızı) bant yavaş (mavi) banda dönüşür, halbuki bunların hemen altındaki tabakalar bunun zıddını göstermektedir. Bu çevrim yaklaşık her 1.3 yılda tekrarlanır.

Güneş in manyetik alanı 200,000 km derinliğe kadar uzanan kaynayan konvektif hareketlerin dönmeyle etkileşmesi sonucu ortaya çıkar. Konvektif hareketler manyetik alanları yaratan elektrik akımlarını üretmekte, dolayısiyle ortaya çıkan manyetik alanlar da daha fazla elektik akımlarının üretilmesine yardımcı olmakta ve böylece bir dinamo etkisi ortaya çıkmaktadır. Manyetik alanın değeri yeteri kadar büyük olduğunda alanı tutan gaz paketi yüzeye doğru bir kaldırma kuvveti ile yükselir. Yüzeyde yani fotosferde bu alanlar kendini iki kutuplu güneş lekeleri olarak gösterir. Alanın en yoğun olduğu noktalar güneş lekesi olarak, daha zayıf olduğu çevre bölgeler ise aktif bölge olarak isimlendirilir. İki kutuplu bu bölgelerin sayılarındaki artma ve eksilme yaklaşık 11-yıllık bir peryod gösterir ki buna güneş leke çevrimi denir. İki kutuplu bölgeler doğu-batı doğrultusunda yönlenmişlerdir ve hakim manyetik polariteleri de bulunduğu yarımkürenin işaretinin zıttıdır. Her bir güneş leke çevriminde bu polariteler yönlerini ters çevirir ve böylece tam bir manyetik çevrim 22-yıl sürer. Manyetik bölgelerin büyüklüğü 100 000 km den magnetogramlarla yapılan gözlemlerde ayırmagücümüz olan yaklaşık 500 km ye kadar uzanır. Ölçek olarak küçük bölgeler büyük bölgelerden daha fazladır fakat hakim bir büyüklük yoktur. Ancak, her bir boyuttaki manyetik yapının toplam manyetik aktiviteye katkısı vardır ve güneş çalışanların bu durumu gözardı etmemeleri gerekir. Güneş in derinliklerinde oluşan manyetik alan üretme proseslerinin ayrıntıları, anlaşılması zor olduğundan problemin çözümü göz korkutur. Bununla birlikte manyetik alan üretim mekanizmalarının anlaşılmasında önemli ilerlemeler katedilmiştir. Yakın zamana kadar Güneş in iç yapısı hakkında sadece teorik yaklaşımlar yapabilmekteydik. Bugünlerde ise Güneş in iç kısmından gelen son derece düşük frekanstaki ses dalgalarının incelenmesi olan helyosismolojiyle çekirdeğe kadar olan derin tabakalar hakkında gözlemsel sonuçlar çıkarılabilmektedir. Bu dalgalar kendilerini son derece kurnazca Güneş yüzeyinde gösterebilmektedirler. Helyosismoloji, çoğu yaklaşık 5 dakika peryodlu, minnacık yüzey osilasyonlarının milyonlarca frekansını analiz ederek, Güneş in iç kısmındaki herhangi bir yerin ses hızını dolayısiyle sıcaklık, hareket ve kimyasal bileşimini ölçebilir.

Teorik modellerle helyosismolojinin birbirleriyle uyum göstermesi, gözlenen düşük nötrino akısının gerçek bir problem olduğunu ve bunun fizikçiler tarafından çözülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Problem nötrinoları anlamamızda yatmaktadır, yoksa Güneş te değil. Sonuç olarak, fizikçilerin daha önce düşünmedikleri bir ihtimal olan birinden diğerine dönüşen üç tip nötrinoya müsaade eden radikal yeni fikirleri takip etmeleri gerekmektedir.

Gerçi, Güneş in iç yapısı ile ilgili teori ve gözlem arasındaki uyum mükemmel değildir. Radyasyon ve konveksiyon bölgeler arasındaki sınırın belirlenmesinde 0.004 e varan sapmalar vardır. Bu küçük sapmalar belki de kuvvetli manyetik alanlardan ve konvektif hareketlerin radyasyon bölgesine azda olsa bir karışımından ileri gelmektedir. Bu tür etkiler helyosismoloji ve muazzam bilgisayar hesaplarıyla ayrıntılı incelenmektedir.

                                                         image027.png (129477 bytes)

Şekil 14. SOHO da bulunan MDI aleti kullanılarak  helyosismoloji ile ölçülen Güneş in iç kısmının dönme periyotları

Helyosismoloji yapısal bilgiden çok daha fazla bilgi sağlar. Güneş in içerisindeki oluşumların üç boyutlu hareketli haritalarını sağlar. Göz önüne alınan her hangi bir gaz kabarcığı için açısal momentumun büyük ölçüde korunması gerektiğinden ve gaz kabarcıkları arasındaki açısal momentum değişiminin zor olmasından dolayı teorikçiler Güneş in dönme eksenine paralel silindirlerde dönmenin sabit olması gerektiğini beklerdi. Fakat görünürde, konvektif karışım veya dalgaların ya da hakim sirkülasyonun birleşmesi neticesinde açısal momentum beklenenden çok daha farklı bir şekilde nakledilir. Bu karmaşık problem üzerine çalışmalar devam etmektedir. Hatta bazı ümit verici sonuçlar da vardır, henüz genel kabul görmüş model yoktur.

Güneş in iç kısmına doğru ilerlendiğinde dönme profilinde büyük sürprizlerle karşılaşılır. 50000 km kalınlığındaki yüzey tabakası derin iç tabakalardan daha yavaş döner. Hiç kimse bunun nasıl olduğunu bilmiyor. Son zamanlarda helyosismologlar konvektif bölgenin tabanına yakın yerlerde, bir yılı biraz aşan periyotlu, rotasyon hızının bir arttığı bir azaldığını bölgeler keşfettiler. Son bilgiler, Güneş kütlesinin büyük bir kısmını içeren iç bölgelerin katı bir cisim gibi döndüğünü vermeketedir. Konveksiyon simülasyonları, büyük ölçekli diferansiyel rotasyonun nasıl ortaya çıktığına dair bir bakış açısı vermeye başlamış, fakat bu sonuçlar henüz gözlemlerle teyit edilmemiştir.

                                                                           image029.png (59570 bytes)

Şekil 15. MDI ile alınan helyosismogramlardan ölçülen bir güneş lekesinin altındaki bölgede ses hızın bir görüntüsü. En üst yüzey üzerinde güneş lekesi görünen beyaz ışık görüntüsü. Düşey kesit 24000 km ye kadar iner. Kırmızı ortalama ses hızından daha hızlı, mavi ortalamadan daha yavaş bölgeleri gösterir. Ses hızı hem gazın sıcaklığından hem de ortama karışmış manyetik alandan etkilenmektedir. En alt düzlem 22000 km derinlikteki ses hızındaki değişimleri gösterir. Not: Düşey eksen eşele uygun çizilmemiştir

Güneş in iç kısmına doğru ilerlendiğinde dönme profilinde büyük sürprizlerle karşılaşılır. 50000 km kalınlığındaki yüzey tabakası derin iç tabakalardan daha yavaş döner. Hiç kimse bunun nasıl olduğunu bilmiyor. Son zamanlarda helyosismologlar konvektif bölgenin tabanına yakın yerlerde, bir yılı biraz aşan periyotlu, rotasyon hızının bir arttığı bir azaldığını bölgeler keşfettiler. Son bilgiler, Güneş kütlesinin büyük bir kısmını içeren iç bölgelerin katı bir cisim gibi döndüğünü vermeketedir. Konveksiyon simülasyonları, büyük ölçekli diferansiyel rotasyonun nasıl ortaya çıktığına dair bir bakış açısı vermeye başlamış, fakat bu sonuçlar henüz gözlemlerle teyit edilmemiştir.

Konveksiyon ve radyasyon bölgesi arasındaki girişimin manyetik alanların üretimi için önemli olduğuna inanmamızı gerektirecek iyi sebeplerimiz var. Bu ara bölgede manyetik alanlar gerilmekte, şiddetlenmekte ve yapılar doğu batı doğrultusunda sıralanmaktadırlar. Manyetik alan belirli bir şiddete eriştiğinde manyetik kaldırma kuvveti onu yukarı doğru yükseltmeye başlar. Fakat problemler vardır. Bilgisayar modelleri manyetik alanın yüzeye kadar parçalanmadan çıkabilmesi için son derece şiddetli olması gerektiğini gösterir. Kutup bölgelerine yakın yüzeye çıkmamaları içinde yeteri kadar şiddetli olmaları gerekmektedir. Zaten bu bölgelerde aktif bölgeler görülmemektedir.

Şayet, bir manyetik alan paketçiği dağılmaya karşı koyacak kadar kuvvetli ise parçalanmaya mani olmalı ve gaz akıntılarını yönlendirmelidir. Bundan dolayı manyetik alanın üretimi için oluşturulacak bir modelin gaz akıntıları ve manyetik alanlar arasındaki birleşmeyi iyi tanımlaması gerekir. Böyle bir model henüz mevcut değildir çünkü yükselen manyetik alanlar için bilgisayar modelleri sadece manyetik alan paketçiklerinin nispeten küçük kaldığı tesir kesitleri için geçerlidir. Bir gaz paketçiği konvektif bölge boyunca yükselirken çevresindeki basınç azaldığından genişleme gösterir, aynı yükselen bir balonun genişlemesi gibi. Hiçbir varsayım yoktur ki paketçik yüzeyin yaklaşık 10000 km altına geldiğinde parçalanmasın. Hiç kimse bu gaz paketçiğinin son kilometreleri genişlemeden ve çok zayıf parçalara ayrılmadan yükselip nasıl hayatta kaldığını anlayamaz; balonun malzemesi patlamasını engelleyecek kadar kuvvetli olmamalı. Son 10000 km Güneş in 700000 km lik yarıçapı ile mukayese edildiğinde küçük görünebilir. Fakat son 6000 km de yoğunluk 1000 faktörü kadar düşmesine rağmen buna paralel olarak genişlemesi gereken manyetik alan paketçiği genişleme göstermez. Manyetik alan tahminlere karşı koyarak kuvvetli, küçük paketçikler şeklinde yüzeyde parçalanma gösterir. Bu paradoks, modelin yüzeyde ortaya çıkan aktif bölgelerin tercih ettikleri yerleri ve bölgelerin yönelimlerini gayet başarılı açıklıyor görünmesine rağmen, büyük derinlikler için geçerliliğinin sorgulanması gerektiğini ortaya koyar.

İlgi çeken bir durum, yüzey altındaki nispeten daha sığ tabakalara kadar olan bölgeye gözlemsel yolla erişilebilmektedir. Zaman-uzaklık (time-distance) veya yerel helyosismoloji (local-helioseismology) olarak isimlendirilen helyosismolojinin yeni bir kolu, bilgisayar simulasyonlarının henüz bize yol gösteremediği bu yüzey altına yakın tabakalardaki ses hızının oluşturduğu küçük pertürbasyonların haritalarını çıkarabilmektedir. Konvektif tabakanın tabanında oluştuğu görülen Güneş in genel manyetik alanına ilaveten bazı tip küçük jeneratörler muhtemelen konvektif bölgenin tamamında rol oynarlar. Bilgisayar modelleri konveksiyonun onlara neden olan hareket enerjisinin % 20 kadarını ihtiva eden manyetik alanları yaratabileceğini gösterir. Bu tür proseslerin muhtemelen önemli bir kısmı derinliğe bağlı olarak ölçekte oluşur, fakat bunu problemin tamamına uygulamak hala çok zordur. Bilimadamları hala bütün bu ölçeklerin nasıl etkileşebileceğinin yollarını aramaktadır.

Örneğin, teorikçiler büyük ve küçük ölçekli manyetik alan oluşumlarının birleşmesi sonucunda 11 yıllık aktivite çevriminin muntazam olmayan bir modülasyonu olan ve ara sıra meydana gelen uzun dönemli düşük bir aktivitenin ortaya çıkacağına işaret etmektedirler. Böyle bir olay 17th yüzyıldaki Maunder Minumumu olabilir. Bu dönemde (1645-1715) yaklaşık 70 yıl güneş leke aktivitesi çok düşük seviyelerde seyretmiştir. Bunlar, güneş aktivitesinin uzun dönemli tahmin edilmesi yolunda bizi cesaretlendirici adımlardır.

GÜNEŞ RÜZGARI

Yukarıda belirtildiği üzere Güneş ten güneş rüzgarı şeklinde sürekli bir madde akıntısı dış uzaya doğru yayılmaktadır. Korona, plazmanın aşırı derecede yapısallaştığı bir bölgedir. Bu yapıyı Güneş in yüzeyinden dış koronaya kadar uzanan Güneş in manyetik alanı şekillendirir. Korona pozitif yüklü çekirdekler ve negatif yüklü elektronlar topluluğu olduğundan mükemmel bir elektriksel iletkenliğe sahiptir. Bu iletkenliğin sonucu olarak koronal plazma manyetik alan çizgileri boyunca hareket edebilir. Manyetik alan çizgilerinin kapalı ve açık olmak üzere iki tipi vardır. Kapalı alan çizgilerinin ayakları fotosferde iki noktada demirlenmiş olarak koronaya bir ilmek veya bir yay şeklinde uzanmaktadır. Bu manyetik alan çizgilerin görünür tezahürü prominenslerin hareketinde açıkca görülebilir.

image031.png (13874 bytes)

                 Şekil 16. Aktif bir güneş olayı ile Dünya manyetosferinin etkileşimini gösteren temsili resim.

Açık manyetik alan çizgileri fotosferde sadece bir noktada demirlenmiştir ve gezegenler arası uzaya kadar uzanabilir. İşte bu koronadaki açık manyetik alan bölgeleri bir güneş rüzgarı oluşturacak şekilde dış uzaya doğru uzanır. Genişleyen koronal gaz veya güneş rüzgarı gezegenlerarası uzayı doldurur. Plazmanın içine gömülmüş vaziyette bulunan manyetik alanlar gezegenlerarası manyetik alanı (GMA) oluşturmak üzere güneş rüzgarı ile uzaya taşınır. Yaklaşık 15-20 güneş yarıçapından sonra Güneş in manyetik alanı güneş rüzgarı akıntısı tarafından idare edilmekte ve hemen hemen radyal bir doğrultuda Güneş ten uzaklaşmaktadır. Ancak açık manyetik alanların bir ayağı fotosferde demirlenmiş olduğundan ve Güneş te ekseni etrafında döndüğünden, bu doğrultu Güneş ten uzaklaştıkça radyallikten sapar ve bir bahçe fiskiyesinden çıkan suyun çizdiği spiral örneğe benzer tarzda bir yayılım gösterir. Radyallikten sapma bir astronomik uzaklıkta, Dünya civarında, yaklaşık 45 dereceye ulaşır, daha ilerlerde alan hemen hemen radyal doğrultuyla 90 derecelik bir açı yapacak kadar eğilir. Güneş rüzgarının bir astronomik birim (1 AB= 150 milyon km) uzaklıktaki ortalama hızı 400 kms-1 dir. Bu hız sabit değildir. Hız, Güneş aktivite çevriminin evresine bağlı olmakla beraber, aktif bir bölgede meydana gelen bir parlama veya koronal kütle atımı gibi aktif olaylarla da direk olarak bağlantılıdır. Güneş rüzgarının hızı 1000 kms-1 yi geçebildiği gibi 300 kms-1 ye kadar da yavaşlayabilir. Yakın uzay çevremizde güneş rüzgarının ortalama yoğunluğu santimetreküpte yaklaşık 7 protondır. Dünya nın manyetik alanı tarafından hapsedilen güneş rüzgarı geomanyetik fırtına ve aurora gibi olaylara neden olur. Güneş rüzgarı yayınlanırken yoğunluğu uzaklığın karesi ile ters orantılı olarak düşer. Rüzgar Güneş ten yeteri kadar uzaklaştığında helyopause olarak isimlendirilen bir bölgeye gelir ve bu noktadan ileriye gitmesi engellenmeye başlar, ve yerel yıldızlararası ortamın manyetik alanı ve partikülleri güneş rüzgarının hızını 400 kms-1 den 20 kms-1 ye kadar düşürür. Bu geçiş bölgesinin yeri tam olarak bilinmemekle beraber direk uzaygemisi ölçümlerinden elde edilen sonuçlardan bölgenin en azından 50 astronomik birimden daha uzakta olduğu yönündedir. 1993 de Voyager 1 ve 2 den gelen 3 kHz radyasyon gözlemleri bunun durdurucu şoktaki bir radyo patlamasından ortaya çıktığı şeklinde izah edilmişti. Bu patlama Voyager 2 tarafından gözlenen güneş rüzgarındaki bir olayla tetiklenmiş olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Tetiklenme olayı ve 3 kHz radyasyonun gözlenmesi arasındaki zaman gecikmesinden durdurucu şokun uzaklığının 130 ila 170 AB arasında olabileceği sonucu çıkmıştır

GÜNEŞ İN YAKIN UZAY ÇEVREMİZE ETKİLERİ

Dünya mızın iki tür koruyucu özelliği vardır. Şayet bu koruyucu özellikleri olmasaydı Güneş ten direk olarak gelen yüksek enerjili ışınım ve yüklü partiküller yaşam için öldürücü üzeyde tehlikeli olurdu. Birinci koruyucu özelliği, X ve morötesi ışınımın deniz seviyelerine kadar inmesini engelleyen atmosferidir. Enerjitik fotonlar atmosferdeki moleküller çarparak soğurulurlar ve alt seviyelere indiklerinde biyolojik tahribat oluşturmayacak şekilde uzun dalgaboylarında yayınlanırlar. İkinci koruyucu özelliği ise bir manyetik alana sahip olmasındır. Dünay, manyetik alanı sayesinde güneş rüzgarı şeklinde Güneş ten gelen yüklü partiküllerden canlı organizmaları korur. Güneş te çok büyük parlamalar olsa bile bu manyetik kalkan vazifesini görür.

image035.png (46403 bytes)

Şekil 17. Kuzey kutup ışıkları.

image033.jpg (84869 bytes)

Şekil 18. Kuzey kutup ışıkların uzaydan görünüşü.

Günlük yaşadığımız çevrede mevcut manyetik kuvvet pek önemli değildir. Manyetik alanı tesbit edebilmek için pusula iğnesi gibi hassas bir alete ihtiyaç duyarız. Çevremizdeki materyal, hatta soluduğumuz oksijen ve azot elektriksel olarak nötür yani etkisizdir. Gerçi oksijen atomları negatif elektrik yüklü elektronlar ve pozitif protonlardan oluşmuştur, fakat her iki yük birbirlerini dengelediklerinden elektrik ve manyetik kuvvetler yok olmuş olur. Manyetik kuvvetler nötral atomlara hemen hemen hiç etki etmezler. Ancak Dünya atmosferinin 100 km veya daha üstüne çıktığımızda doğal çevre gayet farklılaşır. Bu yüksekliklerde atmosfer Güneş in X ve morötesi ışınları (keza diğer nedenlerden dolayı) tarafından ısıtılır, ve bölgedeki atomlardan elektron koparılmasını sağlayarak atomların pozitif yüklü "iyon" haline geçmesini sağlar. Bu elektrik yüklü parçacıklar manyetik kuvvetlerle kuvvetli bir şekilde etkileşir, ve alan tarafından tuzaklandığı gibi idare de edilirler. Uygun bir enerji girişi ile, bu parçacıklar keza yüksek hızlara ivmelendirilebilir, elektrik akımları doğurabilir ve çeşitli tipte radyo dalgaları yayınlamasına sebep olabilir. Bu tür serbest elektron ve iyonların güney (manyetik) kutbuna yakın bir yerden ortaya çıkan manyetik alan çizgileri tarafından rehberlik edilerek tekrar kuzey kutbuna yakın Dünya ya girdiği bilinmektedir.

Elektronlar ve iyonların kuvvet çizgilerine bir tele dizilmiş boncuklar gibi tutunma eğilimleri vardır. Parçacıklar bu tutumu takınırlarken aynı zamanda enerji düzeylerine bağlı olarak komşu çizgilere de geçiş yapabilirler. Dünya ya yakın kuvvet çizgilerinin yapısı bölgede bulunan serbest elektron ve iyonların hareket ve davranışlarının çoğunu da belirler. Yakın uzayda manyetik alanları ölçmek için dolanan uydular, kuvvet çizgilerinin her doğrultuda sonsuz uzağa gidemediklerini ve Dünya nın manyetosferi adını verdiğimiz bir boşluk içinde alan çizgilerinin habsolduklarını tesbit etmişlerdir. Bu bölgenin içinde olayları graviteden ziyade manyetik alanlar tayin etmektedir. Manyetosferin dış kısmındaki uzaya ise Güneş hükmeder. Yani bu dış bölge,Güneş tarafından yayınlanan serbest iyon ve elektronların oluşturduğu hızlı güneş rüzgarıyla şekillendirilir. Dünya üzerinden gözlenen olayların sadece bir kaçı manyetosferden gelir:

image037.png (62540 bytes)

Şekil 19. Manyetosfer ve ayrıntıları.

Manyetosferde manyetik alan değişimleri olduğu zaman -ki bunları manyetik fırtınalar veya tali fırtınalar olarak isimlendiriyoruz- özellikle her iki yarım kürede yüksek enlemlerde, açık bir gecede atmosferde yeşilimsi bir kızarıklığa şahit olunur. Sürekli hareket eden ve değişim gösteren bu kızarıklığa uzaydan gelen hızlı elektronların atmosferdeki atomlara ve moleküllere çarpması sebep olur. Kutup ışığı, kutup tanı veya "aurora borealis" adı verilen bu ışıklar yaklaşık 100 km lik bir yükseklikte oluşurlar. Kuzey yaryküreden görünen bu ışıklara Kuzey Kutup Işıkları (aurora borealis), Güney yarymküreden görünen ışıklara da Güney Kutup Işıkları (aurora australis) adı verilir. Auroranın yeşil ışığı bilinen hiçbir elementle uyum göstermediğinden bilimadamlarını uzun süre hayretler içinde bırakmıştır. Daha sonra bu ışıklara çok seyrek üst atmosferdeki oksijen atomlarının bulunduğu bazı özel şartların sebep olacağı anlaşıldı. Daha ender görülen kırmızı ışıklara ise gene elektronların oksijen atomlarına fakat çok daha yüksek tabakalarda çarpması neden olmaktadır

Radyasyon Kuşakları: Dünya nın gerçekte farklı orijinli iki radyasyon kuşağı vardır. Bunlardan birincisi iç kuşak, Explorers 1 ve 3 uçuşları sırasında Van Allen Geiger sayıcısı ile keşfedilmiştir. Bu kuşak ekvatorun hemen üzerinde yoğun olarak belirli bir bölgeyi işgal eder. Nispeten düşük şiddete sahip kozmik radyasyonun bir yan ürünüdür. Uzay araçlarına kolaylıkla nüfuz edebilecek 10-100 Mev enerjilik protonlar çoğunluktadır.

İç radyasyon kuşakları Dünya ya yakın son derece kararlı bir yörünge oluşturur. Dünya nın kozmik ışınlardan aldığı enerji miktarı yıldız ışığından aldığı ile mukayese edilebilir düzeydedir. Ancak, zamanla partiküllerin iç kuşakta birikmesi kuşağın şiddetinin artmasını sağlar. Kozmik ışınlar bilindiği gibi her doğrultuda gelen ve Dünya yı bombardımana tutan hızlı pozitif iyonlardır. Sayıları az olmakla beraber her bir parçacığın enerjisi çok yüksektir. Atomik çekirdeklerle çarpışmaları sonucu kısa ömürlü partiküller yaratsalar da parçacıkların çoğu atmosfer veya yer tarafından absorblanırlar. İkincisi dış kuşak, Pioneer 3 ve 4 uzay sondaları sırasında keşfedilmiş, iç kuşağın dışında tuzaklanmış partiküllerin oluşturduğu geniş muz şeklinde bir yapı arzeder. Bu muz şekli partiküllerin manyetik alana tutunmaları ve alan çizgileri boyunca sürüklenmeleri neticesinde olmuştur. 25 Ocak 2001 tarihine kadar dış kuşağın iyon ve elektronlarının manyetosferin gece tarafında "manyetik kuyruk" boyunca uzanan alan çizgilere tutunmaları sonucu oluşturduğu sanılmaktaydı, ancak IMAGE uydusunun gönderdiği görüntülerde yoğun bir güneş rüzgarı döneminde kuşağın ön kısmının da Güneş e doğru uzandığı tesbit edilmiştir.

image039.jpg (15572 bytes)

Şekil 20. 25 Ocak 2001 tarihinde IMAGE uydusu tarafından ilk kez büyük ölçekte alınan Dünya nın manyetosfer tabakası. Güneş e doğru uzanan bir manyetik kuyruk dikkat çekmektedir.

İç kuşağın aksine dış kuşak sürekli değişim gösterir. Bu bölgede bir dizi karmaşık fiziksel olaylar cereyan etmektedir. Arasıra oluşan şiddetli patlamalar Dünya tarafındaki plazma kuyruğunu Dünya ya yakın manyetosferin içine iter, bu sırada yüksek voltajlı elektrik alanları üretilir, ancak bu durum kuyruktaki partiküllerin frenlenerek belirli yörüngelere girmesine ve onların yüksek enerjilere çıkmasını da sağlar. Patlama sona erdiğinde elektrik alanda ölür, fakat partiküller kendilerini halka akımlarının yörüngelerinde ve dış radyasyon kuşağında tuzaklanmış olarak kitler. Daha düşük enerjili patlamalar tali fırtınalar (substorm) olarak bilinir, ve bunlar çok daha sık meydana gelirler.

Partiküllerin enerji düzeyleri: Bir gazın atom ve moleküllerinin sürekli hareket halinde olduğunu, birbirlerine hızla çarptıklarını ve bulundukları ortamı hemen doldurduğunu hepimiz biliriz. Gaz ne kadar sıcaksa partiküller o kadar hızlı ve dolayısıyla daha fazla enerjiye sahip olur. Bir plazmadaki serbest iyonlar ve elektronlar da aynı davranışı gösterir. Sıcaklığı bildiğimiz takdirde iyon ve elektronun enerjisini hesaplayabiliriz. Ancak, durum uzayda böyle değildir. Uzayda gözlenen bu parçacıklar genelde çok fazla enerjitik olmakta hatta ışık hızına yakın hızlarda hareket etmektedirler. Bu durumun bir açıklaması, parçacıkların enerjilerini sadece sahip oldukları ısıdan değil aynı zamanda elektrik ve manyetik işlemlerle de kazandıkları şeklindedir. Bu tür enerjileri ölçmek için en uygun birim elektron volttur (ev). Voltaj farkı bir volt olan bir ortamda bir elektronun kazandığı enerji 1 ev tur. Doğadaki partiküllerin enerjilerini dış atmosfer tabakalarında cereyan eden olaylarla mukayase ederek biraz daha ayrıntılı bilgi sahibi olmaya çalışalım. Soluduğumuz havadaki bir oksijen veya azot molekülünün enerjisi 0.03 ev tur. Moleküller bir mermi hızıyla hareket ederler, ancak enerji ölçeğinde çok düşük enerjiler olarak geçer. Güneş yüzeyindeki (~6000 K) bir atomun enerjisi 0.5 ev mertebesindedir. Dünyanın çekim alanından bir proton veya nötronun kurtulması için gerekli enerji 0.67 ev tur. Kutup tanındaki bir elektronun tipik enerji düzeyi 1000 - 15 000 ev arasındadır. Halka akımındaki bir iyonun tipik enerjisi 50 000 ev, Dünya nın iç ısısının ana kaynağı olan radyoaktif potasyum elektronlarının enerjileri ise 1.4 Mev (mega ev) tur. Manyetosferik bölgeye gittiğimizde parçacıkların enerji seviyeleri anormal artmaktadır. İç radyasyon kuşağında tipik proton enerjileri 10 - 100 Mev, bir güneş patlamasındaki enerji seviyesi ise 10 - 15 000 Mev mertebesinne çıkmaktadır. Kozmik iyonlar arasında enerji seviyeleri 1- 100 000 000 000 Gev (100 bin katrilyon volt) olanlar vardır

 

4-uzay.jpg

10-uzay.jpg

9-uzay.jpg

8-uzay.jpg

Bu çalışma ile faydalı olmaya çalıştım.İnşallah öğrencilerimize yarar bilgiler derlemişimdir.

Alıntıdır.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >FELSEFE TARİHİ VE ÜNLÜ FİLOZOFLAR
  15.Tem.2009 Çar 03:22:02

 Felsefe Nedir?

Yunanca "seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum" anlamına gelen phileo ve "bilgi, bilgelik" anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin.

Buna göre, felsefe Yunanlılar için, "bilgelik sevgisi" ya da "hikmet arayışı" anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya filozof adı verilmiştir.

Başlangıçtaki söz konusu anlamına rağmen, felsefenin bir tanımını vermek oldukça zordur. Bunun en önemli nedeni, hemen bütün felsefe tanımlarının tartışmalı olmasıdır. Bu ise büyük ölçüde felsefe denen faaliyet ya da disiplini anlamının, veya felsefe anlayışlarının tarihin akışı içinde çağdan çağa, hatta filozoftan filozofa kökten bir biçimde değişmesidir. Örneğin, Platon ve Platoncular için felsefe, empirik gerçekliği değil de, idealar alemini, soyut kendilikler dünyasını betimleyen ve bütün doğruları nihai ilkelerden çıkarsamak suretiyle temellendiren a priori bir disiplindir. Oysa Aristoteles te felsefe, gerçekliğin daha genel yönlerini betimlediği için, bilimlerin bir devamı olmak durumundadır. Felsefe bilimlerin ya kraliçesi, ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir.

Ortaçağda dini inançları temellendirmek için, teolojinin hizmetkarı olma görevini üstlenen, başta ilahi gerçeklik ve onun dünya ile olan ilişkisi olmak üzere, yine gerçekliği betimleyen felsefe, empiristlerin, ama özellikle de J. S. Mill ve W. O. Quine gibi radikal empiristlerin gözünde de, diğer bütün disiplinler gibi, gerçekliği betimleyen bir etkinlik olmak durumundadır.

Felsefenin anlamı ve göreviyle ilgili bu mutabakatı bozan filozof, ünlü Kopernik devrimiyle Kant olmuştur. Zira ona göre, felsefenin nesnelerden ziyade, nesneleri bilme tarzımızla meşgul olması gerekir. Başka bir deyişle, Kant, bilimin gerçekliği betimlediği yerde, felsefenin şu ya da bu türden nesnelerle, Platon un varoluşunu öne sürdüğü cinsten kendiliklerle uğraşmadığını savunmuştur. Felsefe, bunun yerine dış dünyadaki nesneleri deneyimleyebilmemizin veya bilebilmemizin zorunlu önkoşullarını araştırır.Bir de bunları bir şekilde tamamlayan, bilimin kendine özgü bir teknolojik, kültürel mana kazandığı 19. yüzyılın felsefe konsepsiyonlarından, bilime, bilimlere dayanan bilimsel felsefeyle dünyayı ve insanın dünyadaki yerine ilişkin genel bir görüş, bir dünya görüşü olarak felsefe anlayışından söz edildiğinde, herhalde felsefenin özü itibariyle rasyonel bir eleştirel düşünce, dünyanın genel doğasıyla (metafizik ya da varlık teorisi), dünya ile ilgili inançların mahiyeti ve haklılandırılması (epistemoloji) ve dünyamızdaki eylem tarzımız üzerine sorgulayıcı ve de refleksif bir düşünce etkinliği olduğu söylenebilir.

Buna göre, felsefenin konusu nihai ve en yüksek şeyler , genel olarak varlık, bir bütün olarak evrenin kendisini ya da insanın eylemlerini, yaşamını ve yazgısını en temelli bir biçimde etkileyen şeylerdir. Varlığı bir yönüyle ya da belli bir bakımdan ele alan bilimlerden farklı olarak, felsefe, varlığı bir bütün olarak ele aldığı, varlığı varlık olmak bakımından incelediği, olanı betimleyen bilimlerden farklı olarak olması gerekene yöneldiği için, konularına uygun düşen yöntem ya da yöntemleri kullanır.

Buna göre, felsefenin konuları arasında yer alan şeyler, duyuların ya da duyusal kavrayışın çok ötesinde kaldığı için, felsefe duyuları kullanmaktan özenle kaçınır. Felsefe saf düşünceye, refleksiyona dayanır ve a priori bir araştırmadır. Buna göre, felsefe bir kavram analizinden oluşur ya da kavramsal analiz temeli üzerinde yükselir. Öte yandan, felsefe ulaştığı sonuçları kanıtlamak için, belirli ve kesin birtakım işlem ya da yöntemler kullanmaz.

Felsefe bilimle kıyaslandığında, bilimin dünyada yer alan şeyleri betimlerken, felsefenin onları sınıfladığını söylemek gerekir. Bilim bilgi verirken, felsefe bilginin ne olduğunu, neyi ve nasıl bilebileceğimizi araştırır. Öyleyse, felsefe varolan şeylerle ilgili olarak akla dayalı bir açıklama sağlar; bilimlerin ayrı ayrı ele aldığı olgu sınıflarının tümünü birden açıklayacak en genel ilkelere ulaşmaya çalışır. Bu anlamda felsefe, varlığın ilk ilkelerinin bilimidir. Özel bilimlerden kazanılan tüm bilgilerin eleştirisini ve sistematizasyonunu gerçekleştiren en genel bilim, bilimlerin bilimidir. Ve nihayet, felsefe insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu alanda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin bilgisidir.

Felsefe bir faaliyet, bir düşünce faaliyetidir. İnsanın soru sorabilme yeteneğine dayanır ve bu bağlamda, o belirli türden sorular hakkında belirli bir türden düşünme faaliyetidir. Felsefeyi tüm diğer disiplinlerden ayıran en önemli özelliği, felsefenin bu türden sorular üzerinde düşünürken, mantıksal argüman ya da akıl yürütmeye dayanmasıdır. Buna göre, filozoflar, bu mantıksal akıl yürütmeleri ya kendileri yaratırlar ya da başkalarının akıl yürütmelerini eleştirirler. Filozoflar, aynı zamanda bu akıl yürütmelerin temelinde bulunan kavramları analiz eder ve açıklığa kavuştururlar.

Filozoflar, insan yaşamını ilgilendiren her şey hakkında akıl yürütebilir, her şeyi felsefi bir problem konusu yapabilirler. Filozoflar, örneğin bizim apaçık ve doğru olduklarına inandığımız inançlarımızı sorguya çekerler. Yaşamın anlamını meydana getirdiğini söylediğimiz temel sorular üzerinde dururlar. Dinle, Tanrı nın varoluşuyla, doğru ve yanlışla, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular üzerinde akıl yürütüp, bu sorulara genel geçer ve nesnel yanıtlar getirmeye çalışırlar.

Felsefi Düşüncenin Özellikleri

 En genel anlamı içinde, soru sormanın sonucu olan ve insanla, insan yaşamıyla ilgili problemlere karşı ilginin gelişmesiyle başlayan düşünce türü.

Buna göre, felsefe zor ve çözülemeyen yaşam problemleriyle karşılaşmaktan, bu problemlerle uğraşmaktan korkmayan bir yaklaşım, düşünsel bir tavır olmak durumundadır. Felsefe insan yaşamının anlamıyla, varlık, bilgi ve değerle ilgili sorulara bir yanıt getirmeye, bu konularda ortaya çıkan problemleri çözümlemeye çalışırken, işe sıfırdan başlamayıp, belli bir bilgi birikimine sahip olunduğunu varsayarak çözüm getirmeye çalışır. Çünkü insanların yaşamlarında neyin önemli olduğunu değerlendirebilmeleri için, hayatla ilgili bazı deneyimlere sahip olmaları gerekir. Demek ki, felsefe insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt verirken, başka bilgi türleri tarafından sağlanan bilgilerden yararlanarak, genel, bütüncül ve kuşatıcı yanıtlar getirmeye çalışır.

Bununla birlikte, felsefeyi felsefe yapan şey, insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt vermekten çok, sorular sormak, problem görebilmektir. Zira, insan için önemli olan, yalnızca felsefe okumak ve felsefeyi bilmek değildir, felsefe yapmaktır, felsefi davranabilmektir. Felsefe yapmak ise, felsefi hissetmeyi ve felsefi düşünmeyi gerektirir. Felsefe yapmak varlığı ve bilgiyi bir bütün, insan yaşamıyla ilgili olay ve problemleri çok boyutlu olarak görmek ve her yönüyle kavramaya çalışmak anlamına gelir.

Felsefi düşünce, araştırmaya ve eleştirel bir tavra dayanan bir düşüncedir. Yani, felsefi düşünce, kendisine veri olarak aldığı her tür malzemeyi aklın eleştirici süzgecinden geçirir. Her şeyi olduğu gibi kabul eden, merak etmeyen ve kendisine sunulanla yetinen bir insan için felsefe söz konusu olamaz. Felsefi düşünce, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını merak eden, hayatı bütün boyutlarıyla görmeyi, yaşamın bütün boyutlarını göz önünde bulundurmayı bilen, açık ve sorgulayan bir zihnin ürünüdür.

Felsefi düşünce, akıl temelli soruşturma ve refleksif bir düşünme yönteminin sonucu olan bir düşüncedir. Felsefede söz konusu olan düşünce, kendi üzerine dönmüş olan ve kendisini konu alan bir düşüncedir. Buna göre, felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, çeşitli bilimler tarafından sağlanan malzeme üzerine de düşünebilir. Yine, o bir problemi yalnızca bir bakış açısından, bir bakımdan ele alan diğer disiplinlerin, bilgi türlerinin tersine, bir problemi bütün yönleriyle ele almayı içerir.

Felsefi düşünce, ayrıca çözümleyici ve kurucu bir düşüncedir. Yani, felsefi düşüncenin analiz ve sentez gibi işlevleri söz konusudur. Analiz söz konusu olduğunda, filozof, kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil eniği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan her türlü bilgi, deney, algı ve sezgi sonuçlarından oluşan düşünceyi analiz eder, açıklığa kavuşturur. Fakat filozof, bununla yetinmez, yani dünyayı parçalanmış bir halde bırakmaz; analize koşut olan başka bir düşünme tarzı ile, üzerinde düşünülmüş, çözümlenmiş, aydınlığa kavuşturulmuş malzemeden hareketle dünyayı yeniden inşa eder, bir birlik ve bütünlüğe kavuşturur. Nihayet, felsefi düşünce evrenseldir, çünkü insan yaşantısına giren her şey felsefeye konu oluşturabilir. En basit bir algı öğesinden (örneğin, dokunduğum masanın sertliği) en karmaşık bir düşünme sistemine (örneğin, Einstein ın genel rölativite teorisi) kadar her şey felsefeye inceleme konusu olabilir. Öte yandan, felsefede söz konusu olan insan yaşantısı, şu ya da bu insanın değil, genel olarak insanın yaşantısıdır.

 Felsefe Tarihi Sayfaları


Türkiye nin en kapsamlı Felsefe Tarihi sayfasındasınız. Felsefe Tarihi sayfalarımız kronolojik sıra göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır.  Tam 100 filozofun fikirlerinin yanı sıra;
Kişilerin yaşadığı, görüşlerin ise öne sürüldüğü çağın özellikleriyle değerlendirilmesi ilkesine bağlı kalarak filozofların içinde yaşadıkları dönemin genel özellikleri hakkında da bilgiler verilmiştir. Aşağıda yer alan dönemler ve filozoflara sitemizden ulaşabilirsiniz.

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

1) İLKÇAĞ FELSEFESİ
Thales
Anaximandros
Aneximenes
Pyhtagoras
Herakleitos
Parmenides
Zenon
Empedokles
Anaxsagoras
Demokritos
Sofistler
Sokrates
Platon
Aristoteles

2) HELLENİSTİK DÖNEM
Stoalılar
Epiküros
Akademi
Septikler
Philon
Plotinos

3) ORTAÇAĞ FELSEFESİ
Gnostikler
Augustinus
Anselmus
Roscelinus
Albertus Magnus
Aquinolu Thomas
Duns Scotus
Ockhamlı William
Tümeller Tartışması

4) İSLAM FELSEFESİ
El-Kindi
Muhyiddin el-Arabi
Ebu Bekir er-Razi
Farabi
İbn-i Rüşt
İbn-i Sina
Gazzali
İbn-i Bacce
İbn-i Tufeyl
Sühreverdi
Sadreddin Konevi
 İbn-i Haldun
İslam Felsefesinde  Ekoller
 

5) RÖNESANS FELSEFESİ
Machiavelli
Bodin
Kopernik
F.Bacon
 

6) 17.YÜZYIL FELSEFESİ
Descartes
Pascal
Hobbes
Geulincx
Malebranche
Spinoza
Leibniz

7) 18.YÜZYIL FELSEFESİ
Locke
Berkeley
Hume
La Mettrie
Kant
Fichte
Schelling
Rousseau
Voltaire
Montesquieu
A.Smith
Condorcet
Hegel

 

 

8) 19. YÜZYIL FELSEFESİ
Saint Simon
Comte
K.Marx
Kierkegaard
Nietzsche
Bergson
J.Bentham
W.James
J.Dewey
Darwin
H.Spencer
Reuerbach
Bakunin
Schopenhauer
Schiller
Durkheim


9) 20. YÜZYIL FELSEFESİ
E.Husserl
K.Popper
L.Wittgenstein
Gramsci
İrigaray
M.Heidegger
J.Habermas
Derrida
Ayn Rand
Adorno
Deleuze
Foucault
Baudrillard
Levi-Strauss
J.P.Sartre
A.Camus
A.Einstein
Simone De Beauvoir
Lyotard
Hayek
Varoloşçuluk
Postmodenizm

 Felsefe Tarihi Sayfaları


İLKÇAĞ FELSEFESİ

M.Ö. 7. yüzyılın sonundan başlayıp, M. S. 2. yüzyıla dek süren dönemin felsefesidir.

ilkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamıştır.

En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır.

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

DÖNEMİN GENEL ÖZELLİKLERİ

  • İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.

  •  Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.

  • Sistemli bağımsız ve kişiseldir

  • inanca ve sezgiye değil akla dayalıdır.

  • Mitolojiye çoktanrıcılığa tepkiyi dile getirir

  • Görünüşün,çokluğun,ilişkilerin,oluşların ardındaki değişmez olanı arar.Buna da birlik adını verirler.

  • Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür.

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

THALES


.

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Hiçten hiç bir şey meydana gelemez noktasından hareketle, Thales tüm şeylerin birinci gerecinin (arke) SU olduğunu ileri sürmüştür.

Bütün şeylerin ortak özdeği, dayanağı nedir sorusunu sorarak, Thales BİR sorununu ortaya koymuştur. Düz bir tepsi gibi olan dünyada su üstünde, sonsuz okeanosda yüzer.

Aristoteles der ki: Thales i bu yargıya götüren olgu gözlemdir. Tüm şeylerin besini nemdir ve ısı nemle yaratılıp nemle diri tutulur. Böylece kendisinden varoldukları öğe; su, şeylerin tek ilkesi olur.

Doğadaki her besin, nemli ortamda büyür. Su da nemli şeylerin doğasının kökenidir. Thales e göre, su buharlaşarak hava ve neme, donarak toprağa ve taşa kadar değişir. Bu süreç içerisinde tüm nesneler oluşur.

Onun ilk filozof sayılmasının ana nedeni; ayrımdaki birliği kavramasıdır. Birlik düşüncesini ortaya koyması, çokluğun açık türlülüğünü açıklamaya çalışmasıdır. Tüm bunların ışığı altında, felsefe: doğal olarak görgül dünyadaki çokluğu, bunun varoluş ve doğasını anlamaya çalışmaktadır.

Anlamak; filozof için temelde yatan bir birlik ya da ilk ilke bulmak demektir.

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

ANAKSİMANDROS

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Anaksimandros’da diğer İlkçağ filozofları gibi tüm şeylerin birincil öğesini yani arkeyi arıyordu.

O herhangi bir tikel özdek türü olamayacağına karar verdi. Çünkü su karşıtlardan biriydi ve sorun bunların çatışmaları ve birbirlerinin sınırlarını aşmaları olgusuydu.

O vakit birinci öğe APEİRON’dur. Apeiron karşıtlardan daha ilkeldir, çünkü nesneler ondan gelmişlerdir ve geriye ona döneceklerdir.

Apeiron bilinen bir öğe değildir, bengi (saf)  ve yaşsızdır.

Anaksimandros yaklaşık olarak M.Ö. 610-546 arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.Aynı zamanda, Thales in daha genç bir çağdaşıydı. Kendisi iyonya okulunun ikinci düşünürüdür. Yaklaşık olarak iki yüzyıl sonra yaşamış olan Aristo gibi başkalarının yorumlarının yanında Anaksimandros a atfedilen günümüze kadar gelmiş sadece tek bir fragman vardır. Anaksimandros’ta bilimsel faaliyetler ile felsefi düşünceler iç içe geçmiş bir haldedir. Kendisinin Karadeniz’e açılan denizciler için bir harita yapmış olduğu söylenilmektedir. Din ya da mitolojiden ayrı bir şekilde kendisini öne süren, kendisine yer açan felsefenin, onda biraz daha soyut ve gelişmiş bir düzeye ulaştığını görmekteyiz. Anaksimandros un evren anlayışı, dünyanın su üzerinde yüzen düz bir tepsi olduğunu öne süren Thales’in evren anlayışının çok daha ötesine gitmiştir.

Anaksimandros, Thales gibi benzer soruları sormuş ve benzer öncülle işe başlamıştır. Anaksimandros, suyun değişmeyen cevher (arke) olduğunu iddia etmek için, hiçbir zorlayıcı neden bulamamıştır. Şayet su toprağa ve toprak da, suya ya da su, havaya ve hava suya dönüşüyorsa; bunun anlamı her şeyin, her şeye dönüştüğüdür. Mantıksal olarak suyun ya da toprağın ya da havanın ya da herhangi bir şeyin arke olduğunu iddia etmek tamamen nedensizdir. Belki de Anaksimandros un Thales in cevabına karşı getirdiği itirazlar, bu türdendi.

Anaksimandros kendi açısından “arke”si (urstoff) , apeiron yani “zaman ve mekanda sınırsız ve belirsiz olan” şeklinde tanımlamayı tercih eder. Bu anlamda kendisi, yukarıda bahsi geçen itirazlardan kaçınmış olur.

Gözlemleri ile evren düzenini açıklamaya çalışmış ve bunun için ilk defa kozmos sözcüğünü kullanmıştır, bu sözcükle düzenli ve anlaşılır bir evreni kastetmiştir. Ekliptiğin eğimini hisseden ilk kişidir. Yıldızların ve gezegenlerin dönen bir küreye çakılı olduklarını ve basık bir silindir şeklindeki dünyanın, bu kürenin merkezinde yer aldığını ileri sürmüştür. Güneş, gündüz saatlerinde, üzerinde delikler bulunan bu kürenin içinde bulunurken, gece süresinde kürenin dışında bulunuyordu. Böylece gece, deliklerden giren ışık yıldız ve gezegen olarak görünüyordu.

Tutulmalardan yararlanarak Güneş’in yarıçapının Yer yarıçapının 27 katı olduğunu tahmin etmiştir. Ona göre Güneş’in Yer’e olan uzaklığı da Güneş çapının 27 katı idi. Ay’ın uzaklığını ise Yer yarıçapının 19 katı olarak hesapladı.

Anaksimandros un canlıların kökenine ilişkin görüşü de oldukça çarpıcıdır: İnsan yavrusunun doğuş sırasındaki çaresizliği gözleminden hareket eden filozof, atalarımızın başlangıçta balık olduğunu ileri sürer. Açıklaması da oldukça basittir; Bir zamanlar denizlerin çekilmesiyle yaşamlarını karada sürdürme zorunda kalan kimi balıklar insana kadar uzanan pek çok hayvan türüne kaynak olmuştur

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

ANAKSİMENES

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Anaksimenes’e göre her şeyin temel öğesi HAVA’dır. Hava yaşam ilkesidir.

Ruh nasıl bizi ayakta tutuyorsa, hava da evreni canlı kılar, ayakta tutar (ruh kavramı da böylece felsefeye katılmış olur, bu kavramı ilk kullanan filozoftur)

Tabi ki tüm şeylerin havadan geldiğini açıklamak çok zordur ve Anaksimenes bu konuda dahilik göstermektedir; hava genişler (ya da seyrelirken) ateşe, sıkışınca rüzgar, bulut, su, toprak ve taşa değişir. Ayrıca hava seyreldikçe sıcaklığı artmakta ve ateşe yaklaşmaktadır. Sıkıştıkça soğumaktadır, yani katı nesnelere dönüşmektedir

Arkhe olarak aslında hava, buğu ya da sis anlamına gelen aer i öne sürmüştür. Aer, Anaksimenes e göre, eşit olarak dağılım gösterdiği haliyle, görünmez atmosfer olup, yoğunlaşarak buğu ve suya, daha sonra da toprak ve taş benzeri katı maddelere dönüşür. Daha az yoğun olduğu zamanlarda ise, daha sıcak hale gelip, ateş olur. Başka bir deyişle, Anaksimenes in felsefe alanındaki yeniliği, ilk kez olarak birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, varolan her şeyin havadan nasıl varlığa geldiğini açaklama işinde yoğunlaşmış olmasıdır.

Buna göre, Anaksimenes birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklarken, dudaklarımızı birbirine yaklaştırıp avucumuza üflediğimiz zaman, ağzımızdan çıkan havanın soğuk, ağzımızı fazlaca açıp, avucumuza üflediğimiz zaman da, ağzımızdan çıkan havanın sıcak olması gözleminden yararlanarak, sıkışma ve seyrekleşme kavramlarına başvurmuştur.

Yani, Anaksimenes e göre, hava seyrekleştiği zaman, ateş, sıkıştığı zaman da rüzgar, bulut, su ve toprak haline gelebilir. Bu çerçeve içinde, o, havanın seyrekleştiği zaman, daha sıcak hale geldiğini ve böylelikle de ateş olma yoluna girdiğini, buna karşın sıkıştığı zaman, daha soğuk olup katılaşma yoluna girdiğini düşünmüştür.

Anaksimenes teki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği niceliğe indirgeme girişimini temsil eder.

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

PYHTAGORAS
(PİSAGOR)

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Pisagor kendini matematiğe adamıştı, bu çalışmayı ilk geliştiren o ve onun yolundan gidenlerdi(pisagorcular). Pisagor "Sayıların babası" olarak bilinir.

Matematiğin ilkelerini tüm şeylerin ilkeleri olarak düşünüyorlardı. Gelişmekte olan bir bilimin ilk öğrencileri olmanın çoşkusunu duyuyorlardı ve sayıların dünyadaki öneminin çarpıcılığına kapılmışlardı. Tüm şeyler sayılabilirdirler, ve pek çok şeyi sayısal olarak anlatabiliriz. Böylece, bağıntılı iki şey arasındaki ilişki sayısal olarak anlatılabilir: belli bir sayıda düzenli nesne arasındaki düzen sayısal olarak anlatılabilir  vb.

Ama onlara özellikle çarpıcı gelmiş görünen şey lirdeki (bir müzik aleti) notaların arasındaki müziksel araların sayısal olarak anlatılabileceğinin bulunuşuydu. Müziksel perdenin uzunluklara bağlı olduğu ölçüde sayı üzerine bağımlı olduğu söylenebilir ve gamdaki aralıklar sayısal oranlar tarafından anlatılabilir. Tıpkı müziksel uyumun sayı üzerine bağımlı olması gibi, yine düşünülebilir ki evrenin uyumu da sayı üzerine dayanmaktadır.

Miletuslu evrenbilimciler evrende karşıtların bir çatışmasından söz ediyorlardı ve Pisagorcuların müzik üzerine araştırmaları kolaylıkla onlara ‘çatışma’ sorununa sayı kavramı yoluyla bir çözüm düşüncesini telkin etmiş olabilir.

Aristoteles demektedir ki ‘müziksel gamların özelliklerinin ve oranlarının sayılarda anlatılabilir olduğunu gördükleri ve tüm başka şeyler bütün doğalarında sayılara göre modellenmiş göründükleri için, sayılar doğanın bütünündeki ilk şeyler olarak ve bütün gök müziksel bir gam ve bir sayı olarak göründü.

Anaksimander her şeyi sınırsızdan yada belirsizden üretmiş ve Pisagoras bu kavramı sınırsıza biçim veren sınır kavramı ile birleştirmişti. Bu müzikte örneklenmekte, çünkü onda oran ve uyum aritmetiksel olarak anlatılabilmektedir . Bunu bütününde evrene aktararak Pisagorcular evrensel uyumdan söz ediyorlardı. Ama evrende sayılar tarafından oynanan önemli rolü vurgulamakla yetinmeyerek daha öteye gidiyor ve şeylerin sayılar olduklarını bildiriyorlardı.

Bu açıktır ki kolay anlaşılacak bir öğreti değildir ve tüm şeylerin sayılar olduklarını söylemek anlaşılması güç bir deyimdir. Pisagorcular bununla ne demek istiyorlardı ? Aristoteles bize iletmektedir ki ‘ Pisagorcular sayı öğelerinin çift ve tek ve bunlardan birincilerinin sınırsız ve ikincilerin sınırlı olduklarını savunuyorlardı; ve Ben bunların ikisinden (çünkü hem çifttir hem de tek) ve sayı Benden çıkmaktadır; ve bütün gök, söylenmiş olduğu gibi sayılardır.

Aristoteles tam olarak Pisagorcu gelişimin hangi dönemine değiniyor olursa olsun ve tek ve çifti ilgilendiren sözleri üzerine hangi yorum getirilirse getirilsin, açıkca görünmektedir ki Pisagorcular sayıları uzaysal olarak görüyorlardı. ‘Bir’ noktadır, ‘iki’ çizgidir, ‘üç’ yüzeydir, ‘dört’ oylumdur. Böylece tüm şeyler sayılardır demek, ‘tüm cisimler uzaydaki noktalardan yada birimlerden oluşurlar ki, bir arada alındıklarında bir sayı oluşturmaktadırlar’ demek olacaktır. Betisel sayıların bu kullanımı ya da sayıların geometri ile bağlantıları Pisagorcuların şeyleri nasıl yalnızca sayılabilir olarak değil ama sayılar olarak da gördüklerini anlamayı açıkca kolaylaştırmaktadır.

Onlar matematiksel düşüncelerini özdeksel olgusallık düzenine aktarıyorlardı. Böylece bir çok noktanın birleştirilmesiyle bir çizgi yaratılır, yalnızca matematikçinin bilimsel imgeleminde değil, ama ayrıca dışsal olgusallıkta da ; aynı yolda yüzey bir çok çizginin birleştirilmesiyle yaratılır. Noktalar, çizgiler ve yüzeyler öyleyse olgusal birimlerdir ki doğadaki tüm cisimleri oluştururlar ve bu anlamda tüm cisimler sayılar olarak görülmelidirler...

Matematik ve astronomiye katkıları olmuştur. Pisagor bağıntısı adıyla bilinen bağıntının kaynağı Pisagor’dur. Müziğin matematiksel oranlara indirgenebileceğini ortaya koymuş ve diatonik skalayı keşfetmiştir. Günümüzde bazı bilim adamlarının çok sıcak baktığı  “kürelerin müziği” adıyla bilinen “kürelerin armonisi” teorisini ortaya atmıştır. Müzikle tedavi çalışmalarıyla tıbba katkıda bulunmuştur.

Bir iddiaya göre, Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve ikili bir hareket içinde olduğunu biliyordu ve bunları yalnızca inisiyelerine açıklamıştı ki, bu açıklamaları, ezoterik doktrin yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılarak bu bilgilerin kabulünde rol oynamıştır.

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

HERAKLEİTOS
(HERAKLİT)

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Herakleitos’ un başlıca ilgisi, Milet’ liler gibi varlık sorununa yönelmiştir. O da öz varlığın bütün değişiklikler içinde birliğini yitirmeyen o gerçek varlığın o ana maddenin (arkhe) ne olduğunu araştırır.

Ona göre evrenin temel maddese ateştir. Ateş bütün varolanların ilk gerçek temelidir. Bütün karşıtların birliğidir. İçinde bütün karşıtların eridiği birliktir. Varlık sorununa verilen bu yanıtta, Miletlilerinki ile bir Anaksimenes’ inkiyle karşırılaştırılırsa pek bir yenilik yok. Ancak Heraleitos’ un bu savını kanıtlayışı yakından incelendikce onun düşüncesi ile milletlilerinki arasında temelli bir ayrılık olduğu görülür. Miletli filozoflar ana maddeyi kalıcı kendi kendisini özdeş bir şey, doğanın değişmeyen tözü sayıyorlardı.

Buna karşılık Herakleitos şunu belirtmekten usanmaz:

"Evren boyuna akan bir süreçtir, başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme içinde kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. "
"PANTA REİ" her şey akar.

Bu sürekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey bulduğumuzu sanırsak, Herakleitos’a göre, bu, bir yanılmadır, bir aldanmadır.  Kalıcı şeyler varmış sanısına kapılmamız , değişmenin kuralsız değilde, belli bir düzene, belli bir ölçü ve yasaya göre olması yüzündendir.

Bu ölçüye, bu yasaya Herakleitos LOGOS diyor. Evrende egemen olan yasadır, düzen ve akıldır (Logos).

Evren bize, bir yandan sürüp giden bir devinme, öbür yandan da karşıt şeylerin sonu gelmez bir savaşımı olarak görülür.

Bu karşıtlar ile bunların arasındaki savaşım olmasaydı, evrende nesnelerde olmazdı. (Dialektik yöntem) ÇÜNKÜ NESNELER, DÖNÜMLÜ İLERLEYEN BİR YANMA SÜRECİNİN EVRELERİDİR, Savaşıma egemen olan yasanın karşıtları uzlaştırmasından meydana gelmiş olan uyumlardır, birliklerdir. Dolayısıyla ; Savaşımı kaldırırsak dünyadaki bütün şeylerde ortadan kalkar. Evrenin bu yasasını LOGOS’U bilmek, tanımak aklın ödevidir.

Bilgi bakımından, empirik ya da duyusal bilgiye hiç değer vermeyen Herakleitos, gözlerin ve kulakların kötü tanıklar olduğunu öne sürerek, rasyonalizmin savunuculuğunu yapmıştır. Çok şey bilmeye, ansiklopedik bir bilgiye karşı çıkan, çok şey bilmenin akıllı olmayı öğretmediğini söylemiştir.

Siyasi alanda, demokrasi karşıtı eğilimlerini, çoğunlukla geniş halk yığınlarına karşı duyduğu nefretle birleştiren ve "bir kişinin, yetkin biriyse eğer, kendisi için, onbin kişiden daha değerli olduğunu" söyleyen Herakleitos un metafiziğinin en önemli tezi, hiç kuşku yok ki, çatışma ve savaşın her şeyin babası olduğu düşüncesidir.

Ona göre, karşıtların savaşı, varlık ya da oluşun tek ve en önemli koşuludur. Zira bu savaş olmasaydı, hiçbir şey varolmayacaktı. Bundan dolayı, varlıkların doğuş ya da varlığa gelişi, birbirlerine karşıt olan ve dolayısıyla birbirlerini varlıkta tutan karşıtların çatışmasına bağlıdır.

Herakleitos kendisinden önceki filozofların boşu boşuna evrende kalıcılık ve süreklilik aradıklarını, oysa evrende kalıcılık bulunmayıp, mutlak bir değişmenin söz konusu olduğunu öne sürmüştür. Nehir akıp gittiği için, o aynı nehre iki kez giremeyeceğimizi belirtir. Evrende hiçbir nesne, nesnelerin hiçbir özelliği yoktur ki, değişmeden aynı kalsın.

Herşey bir başka şeyin yıkımı ve ölümü sayesinde varlığa gelmekte ve daha sonra yok olup gitmektedir. Evrendeki tüm öğeler arasında sürekli bir çatışma ve savaş hali vardır ve değişmeyen tek şey, bu değişme halinin sonucu olan kozmik

İLKÇAĞ FİLOZOFLARI

PARMENİDES VE ZENON

PARMENİDES

< ="Handle(this); return false" name=Gotcha>

Mantık ve diyalektik in ilk kullanıcılarındadır. Felsefi görüşlerinde Anaximenes, Xenophanes ve Pythagorasçilar ın etkileri olduğu görülür, ancak o daha çok kavramsal düşünmeye yönelmiştir.

Doğru ile sanı yı kavramlar üzerinden ayırmaya çalışır. Onun Bir ci görüşü, bir takım mantıksal çıkarsamalarla evrende değişimin olmadığını kanıtlamaya çalışır.

Gerçeklik ebedi ve değişmez olan, yaratılmamış ve yokedilemez olan, sürekli ve kalıcı olan Bir dir. Varlık varolan gelmiştir, parçalı değil bir bütündür, hareket ve değişim sözkonusu değildir. Varlık hakkında söylenebilecek tek şey varlığın varolduğudur. Böylece ortaya özdeşlik ilkesi çıkmıştır. "Varlık varolandır, hiçlik ya da varolamayan var değildir" der Parmanides. Yalnızca varolan düşünülebilir ve varolmayan düşünülemez. Buna bağlı olarak da yaşadığımız dünyanın bir görünüşler dünyası olduğu, gerçek olmadığı önermesine varılır.

Ontolojik düzlemde görünüş ile gerçeklik, epistemolojik düzlemde akılsal ile duyumsal olanın ayrıştırılamsı böylece ortaya konulmuş olunmaktadır.Onun geliştirdiği anlamda diyalektik, salt kavramlarla düşünme yöntemidir.

Bir varlık vardır. Parmenides buna , kısaca, BİR, BİR OLAN’da der. Bir birliktir o. Kendi içine kapalıdır. Doğmamıştır, yok olmayacaktır. Değişmez, bölünmez, yoğunlaşmaz, seyrekleşmez. Bunun karşıtı olan her görüş var olmayanı, var diye göstermek zorunda kalır, bu da olamaz.  Çünkü var olan meydana gelmiş bir şey olsaydı, varolmayan bir şeyden doğmuş olması gerekirdi, böylece varolmayan gerçekten var olmuş olacaktır. Yok olsaydı, yerine bir varolmayan geçecektir.

 Değişme de , hiç olmazsa belli bir yönüyle , bir meydana gelme ile bir yok olmadır. Bölünebilir olsaydı varlık, bölümlerin arasına bir varolmayan girerdi. Yoğunlaşma ile seyrekleşmede de böyledir: Yoğunlaşma ile seyrekleşme bir maddenin az ya da çok bir bölümünün bir araya birikmesidir.

Şimdi bilginin amacı ve ödevi: Varolanı düşünmektir; yanılması da: varolan içinde varolmayanı düşünmeye, bunu var saymaya kalkışmasıdır. ‘Yalnız varolan vardır ancak bu düşünülebilir: varolmayan yoktur ve düşünülemezde’. Bu Parmenides’in ana önermesidir.

Varolmayan derken de Parmenides, belli bir şeyi az çok açık olarak göz önünde bulundurmaktadır: Boş uzayı. Bir de şunu belirtelim: Parmenides’in Bir olanı kendisinden önceki filozoflarda olduğu gibi, cisimsel nitelikte bir şeydir. Bunu Permenides kendi içine kapalı, birliği olan ‘küre biçiminde’ diye düşünür.

Parmenides’de ilk olarak, deney bir yana bırakılıyor salt düşünme ile varlık üzerinde yalnız düşünmekle varolanın nitelikleri türetilmeye çalışılıyor. Deney hareket eden, değişen, meydana gelip yok olan şeylerin renkli bir çokluğunu karşımıza çıkarır. Parmenides ise boyuna değişen çokluk karşısında, bunun tam karşıtı olan bir şeyi kendi içine kapalı, hep olduğu gibi kalan bir birliği koyar. Çokluk bir aldanma, yanılmadır. Bu çokluğu bize gösteren e duyulardır. Onun içinde duyular da bizi yanıltırlar. Duyu algıları bilginin yanlış kaynağıdır. O tek ve gerçek varolanı kavratan ise düşünmedir, dolayısıyla bilginin doğru yoluna düşünmeyle girilir.

 

ELEA LI ZENON

Zenon, Parmenıdes’ın, Bir Olan’nın biricik gerçek varlık olduğu öğretisini, çokluğu ve devinimi varsaymanın düşünülemeyeceğini, böyle bir düşüncenin çelişmelere sürükleyeceğini göstermeye çalışmakla desteklemiştir. Bunu da o, çokluğa ve harekete karşı ileri sürdüğü pek ün salmış olan kanıtları ile yapmıştır . Bu kanıtlarda, sonsuz bölünebilen bir uzay ve zamanı kabul etmenin , bizi nasıl bir yığın güçlükle karşılaştırdığı gösterilmek istenilerek , şu sonuca varılır: Varolanı, bir çokluk ve devinim diye düşünürsek çelişmelere düşeriz, öyle ise ‘Varolan’ ancak BİR ve HAREKETSİZ olabilir...

Zenon un paradoksları, Parmenides in felsefi doktrinini, çoğulluk ve değişimin, algılarımızın tersine, var olmadığını ve özellikle de hareketin sadece bir ilüzyondan ibaret olduğu desteklemek amacıyla Elealı Zenon tarafından ortaya atılmış paradokslardır.

Zenon un bugüne ulaşmış sekiz paradoksundan bir kısmı birbirlerinin dengidir ve çoğu, antik zamanlarda bile, kolayca çürütülebilir kabul edilmişlerdir. Bunların en ünlü ve kuvvetli üçü, dikotomi, Akhilleus ve kaplumbağa ve ok paradokslarıdır.

Akhilleus ve Kaplumbağa

Yunan kahramanı Akhilleus’un kaplumbağa ile bir yarış yaptığını hayal edelim. Çok iyi bir koşucu olduğu için Akhilleus kaplumbağa’nın belirli bir mesafe, örneğin yüz metre, ileriden başlamasına izin verir. Eğer her ikisinin de sabit hızlarda koştuğunu düşünürsek (biri sabit yüksek bir hızda, diğer sabit düşük bir hızda), belirli bir süre sonra Akhilleus yüz metre koştuğunda, kaplumbağanın başladığı yere gelmiş olacaktır; bu süre boyunca kaplumbağa da küçük de olsa belirli bir mesafe ‘koşmuştur’, örneğin 1 metre. Akhilleus bir süre sonra bu mesafeyi de tamamladığında, o süre zarfında kaplumbağa yine küçük de olsa bir mesafe ilerlemiş olacaktır ve bu böyle devam edecektir. Böylece, Akhilleus ne zaman kaplumbağanın varmış olduğu bir noktaya varsa, daha hâlâ gitmesi gereken bir mesafe kalmış olacaktır. Bu nedenle Zenon Akhilleus’un kaplumbağayı hiçbir zaman geçemeyeceğini söylemiştir.

Dikotomi Paradoksu

A kişisinin d noktasına gitmesi gerektiğini hayal edelim. Fakat d ye gitmeden, önce d ye olan mesafenin yarısını gitmek zorundadır. Fakat d ye olan mesafenin yarısını gitmeden önce bu mesafenin çeyreğini gitmesi gerektir. Daha sonra çeyreği gidebilmek için sekizde birini gitmesi gerekmektedir; bu böyle devam eder.

Sonuç olarak A kişisinin sonsuz sayıda mesafe gitmesi gerekir. Bu seride bir sorun daha vardır; her ilk mesafe aralığı yarıya bölünebileceği için gidilmesi gereken belirli bir ilk mesafe yoktur. Böylece bu yolculuğun bir başlangıç noktası yoktur, yani yolculuğa başlayamaz. Bu paradoks sonuç olarak belirli bir mesafenin yolculuğunun tamamlanamayacağını veya başlanamayacağını, böylece de her hareketin sadece bir ilüzyondan ibaret olacağını ifade eder.

Ok Paradoksu

Yaydan çıkmış, ilerleyen bir ok hayal edelim. Zaman içindeki her anda, ok belirli bir konumdadır. Eğer an belirli, tek bir nokta ise o anda okun hareket etmeye zamanı yoktur ve durağandır. Bu nedenle gelecek anların hepsinde de durağan yani hareket etmeyen şekilde olması gerektir. Böylece ok her zaman durağandır ve hareket etmez; hareket imkansızdır.

denge durumudur.



Muckun

Muckun resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >:) UYKUNUN TATLILIĞI :)
  16.Tem.2009 Per 05:19:57

nazar boncukları

BEBEKLERE MAŞALLAH DEYİNİZ

Resimler alıntıdır.

<<1234567891011 1213>>