ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
29 Mart 2024, Cuma 10:12   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  Tancredi> Forum Başlıkları
    Tancreditarafından açılmış Toplam 12 Forum Başlığı var
<<1 2>>


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >COVID-19 Pandemisi ve Merak Ettikleriniz
  27.Oca.2022 Per 21:34:01
Herkese merhaba!

Madem ki CC Forum açıldı, öyleyse daimi olarak dinamik kalacağını umduğum bir başlığı huzurlarınıza sunuyorum. COVID-19 pandemisi başlayalı yaklaşık 2 sene oluyor. Pandeminin başladığı ilk günden bugüne kadar birçok konu merak edildi, tartışıldı, konuşuldu ve halen merak edilen çok fazla sayıda konu var.

Hepimizin takdir edeceği üzere, yanlış bilgi, doğru bilgiye kıyasla -özellikle sosyal medya üzerinden- çok daha hızlı yayılıyor. Söz konusu pandemi ve halk sağlığı gibi çok kritik konular olduğunda, herkesin doğru bilgiye erişmesi ve bazı bilim dışı iddialar nedeniyle hayati tehdit oluşturabilecek durumlardan uzak durması da oldukça önem arz ediyor. 

Bu meyanda, her ne kadar alanım enfeksiyon hastalıkları ve mikrobiyoloji olmasa da, alanı biyolojik bilimler olan biri olarak, COVID-19 pandemisi hakkında merak ettiğiniz her şeyi bilimsel kaynaklar ve referanslar eşliğinde, mümkün olduğunca sade ve anlaşılır bir dille cevaplamaya gayret edeceğim. Böylelikle, sohbet odalarında diğer kullanıcıların da başını şişirmemiş, konu hakkında konuşmayı talep edenler ile bu başlık altında hasbihal etmiş oluruz.

Peki, formatımız nasıl olacak? Tabii ki, CC Forum kurallarının tamamı burada da geçerli. Eğer CC Forum kurallarını okumadıysanız, lütfen bu linkte yer alan kuralları (https://www.chatcity.cc/forumKurallar.asp) gözden geçiriniz. Ayrıca konularımızın sadece bilimsel temelde ilerlemesine de özen göstermemiz gerekiyor. Burada sadece bilimsel gerçekleri konuşacağız; siyasetle ilgili meseleler, konumuzun tamamen dışında kalıyor. Her ne olursa olsun, farklı yaşam görüşüne sahip kişilere küçümseyici, dışlayıcı ve hakaret içerikli sözler söylememek ve fikirler ayrılığı ilkesi temelinde saygı göstermek de oldukça önemli.

Örneğin, pandeminin başlangıcında çeşitli ilaçların COVID-19 ile enfekte kişileri tedavi etmek amacıyla kullanıldıklarını, fakat ilerleyen süreçte dünya çapında yapılan bilimsel çalışmalar ve yayınlar sayesinde, bu ilaçların zannettiğimiz kadar etkili olmadıklarını ve hattâ tehlikeli olabileceklerini anlamış olduk. Bunun neden böyle olduğu ile ilgili bir soru gelirse, elimden geldiğinde açıklayıcı ve anlaşılır biçimde yanıtlamaya çalışacağım. Zira bilim, anlaşılamaz bilgilerden oluşan karmaşık bir alan değil, hayatla ilgili gerçekler hakkında heyecan duymamıza aracılık eden bir alandır. Bu nedenle de, anlaşılır olmak durumundadır.

Merak ettiğiniz konularla ilgili İngilizce ve Türkçe birçok bilimsel makaleyi, videoyu ve animasyonu gayet sadeleştirerek ve anlaşılır kılarak burada paylaşmak ilk hedefim. Zira, öyle zamanlar geliyor ki, benim de anlamakta epey zorlandığım ve kafamın karıştığı durumlar oluyor. Bu nedenle, her şeyi temelinden başlayarak ele almak gerekiyor.

Sınav yok, sorgulayan yok, yargılayan yok. Hep birlikte öğreneceğiz, ilerleyeceğiz; çünkü esas güzel olan bu. Öyleyse, ilk sorularınızı okumak için sabırsızlıkla bekliyorum. 

İyi dileklerimle. 


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Evrimsel Psikoloji Yazı Dizisi: 1- Evrimsel Psikoloji Nedir?
  28.Oca.2022 Cum 15:01:40

Türlerin Kökeni’nin son sayfalarında, doğal seçilim yoluyla evrim teorisini açıklayan Darwin cüretli bir öngörüde bulunmuştur (Darwin, 1970, s. 468): 

"Gelecekte çok daha önemli araştırmalara açık alanlar görüyorum. Psikoloji, Bay Herbert Spencer’ın şimdiden attığı temelle, zihni güçlerin ve yeteneklerin ancak yavaş yavaş ve aşamalı olarak kazanılmış olmasının gerekliliğine, güvenle oturtulabilir. İnsanın kökeni ve tarihi daha çok aydınlanacaktır.”

Darwin’in bu sözleri, günün birinde “evrimsel psikoloji” adında yepyeni bir alanın doğacağını haber veren ilk sözler gibidir.

20. yüzyıl boyunca birçok düşünür, Darwin’in temel anlayış biçiminden hareketle psikolojiye daha sistematik bir yaklaşım için gerekli yapının nasıl inşa edileceği sorusunu çözmeyi denediler (Tooby ve Cosmides, 2005). Tüm bu çeşitli yaklaşım ve çabaların da etkisiyle, birkaç on yıl önce evrimsel psikoloji alanı ortaya çıktı.

Evrimsel psikolojiyi farklı açılardan tanımlamak elbette mümkündür; burada genel bir tanım yapmak gerekirse evrimsel psikoloji, tüm psikolojik olguları anlamaya yönelik temel bir çatı ve insanın sinir sistemi ile bu sistemin doğurduğu davranışların evrimsel süreçlerin ürünleri olduğunu ileri süren bir ilkeler bütünüdür. İnsanları doğal seçilimin ürünleri olarak ele alır, bu sebeple de insan türünü doğal dünyayı yöneten kurallardan bir şekilde bağımsızmış gibi kabul eden bir kavrayışa sahip değildir (Geher, 2006). Buna göre insanın zihni ve davranışları bir takım tabii ilkeler doğrultusunda, rastgele değil belli bir amaca yönelik ve kendi içinde tutarlı şekilde oluşmuştur. Dolayısıyla şu anki insanı bilimsel bakımdan izah ederken türün evrimsel geçmişi incelenmeli, davranışların nedenleri bu geçmişin ışığında araştırılmalıdır.

Evrimsel psikolojinin bilim camiasının dikkatini çekmesi bir hayli zaman alsa da günümüzde bu alan birçok disiplin tarafından bilinmekte ve etkisini giderek arttırarak yaygınlaşmaktadır. PsycINFO veritabanından alınan bilgiye göre evrimsel psikoloji alanında yapılan yayın sayısı 1985-1992 yılları arasında 29 iken, 1993-2000 yılları arasında yapılan yayın sayısı 331’dir (Durrant ve Ellis, 2002). Bu göstergeler özellikle psikoloji içerisinde evrimsel bakış açısının zamanla ne kadar önem kazandığının niceliksel bir kanıtıdır. 2000 yılından sonraki dönemde yapılan yayın sayısı ise önceki değerlerden daha fazladır (Bkz. Webster, Jonason, ve Schember, 2009).

Evrimsel psikoloji alanında çalışan araştırmacılar her ne kadar bütün insan davranışları ve zihinsel yapısıyla ilgilense de bazı konular üzerinde daha fazla yoğunlaşmışlardır. Alanın önemli bir yayın organı olan Evolution and Human Behavior (Evrim ve İnsan Davranışı) adlı bilimsel dergide 1997-2008 yılları arasında yapılan 408 yayının başlığı incelendiğinde bu başlıklarda en çok; “sex (cinsellik/cinsiyet/cinsel ilişki)”, “attractiveness (çekicilik/cazibe)”, “differences (farklılıklar)”, “sexual (cinsel)” gibi sözcüklerin kullanıldığı görülmüştür (Webster, Jonason, ve Schember, 2009). Bu da göstermektedir ki alanda çalışan bilim insanları dikkatlerini son yıllarda, daha ziyade insan eşleşmesi, cinsiyetler arası ve cinsiyet içi sosyal ilişkiler, cinsel yönelimli davranışlar vb. konulara odaklamışlardır.

Sonuç olarak bugün evrimsel psikoloji, birçok temel insan davranışı örüntüleri hakkında tutarlı yorumlar sağlama ve insan olmanın ne manaya geldiğine ilişkin yeni bulgular üretme konusunda son derece muktedir olduğunu kanıtlamıştır (Geher, 2006).

* Makale, Evrim Ağacı sitesinden alıntıdır. Link: https://evrimagaci.org/evrimsel-psikoloji-nedir-5191



Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Felsefe, Din, İçsel meseleler >Bilinçli Olmak Niçin Bilinci Anlamak İçin Engeldir? – Ken A. Paller £ Satoru Suzuki
  29.Oca.2022 Cmt 21:16:56


Dur duraksız bir deneyim akışının niçin zihnimizi tıka basa doldurduğuna yönelik elimizde tümüyle tatmin edici bir izahımız yok. Biraz yakından bakıldığında, bilinç, gerçekten de mucizevi ve umutsuz bir şekilde hiçbir zaman açıklanamaz görünebilir: Böylesi bir ön kabul ve düşünme biçimiyle bilince dair bilimsel araştırma yapmak da anlamsız olurdu.

Bilinçli deneyimlerin bilimsel araştırma alanının dışında olduğu fikri, sürekli bir biçimde kamuoyunda kendine yer bulmaktadır. Şayet bilincin kökenleri doğaüstü veya başka türden bir insan anlayışının ötesinden kaynaklanıyorsa, bilince dair soruyu bilimsel bir şekilde ele alma umudu kalmamıştır.

Tam aksine, Trends in Cognitive Sciences dergisinde yayınlanan ve bu yazımızda da özetlenen yeni bir makalede insan zihninin bu temel yönünün; yani bilincin ne olduğuna dair açıklamanın, her zaman için insan kavrayışının ötesinde mevcut olduğu yaklaşımına karşı argümanları bir araya getirdik.

Farkındalık İçin Mühim Olan Bileşenler

Bir şeyi dikkatlice incelediğinizde o şeyin farkında olmanız gerektiğini düşünebilirsiniz. Ama bu doğru değil. Birkaç “Hareket-kaynaklı körlük” deneyimi fikrinizi değiştirmenizi sağlayabilir. Michael Bach’ın web sitesinde bulunan aşağıdaki videoyu dikkatlice izleyin. Ortada yanıp sönen yeşil ışığa odaklanın; bu esnada sarı noktalar, farkındalığınız dahilinde olsalar dahi tamamen zihninizden yitip gidebilir.

Bir şeyi incelemenin ve bir karara varmanın kesinkes “farkındalık” gerektirdiğini düşünebilirsiniz. Ama “farkındalık” zorunlu değildir. Kısa aralıklarla yanıp sönen bir sayının farkında olmayabilir fakat yine de sayının değerini doğru bir hesaplayabilir, matematiksel bir işlem yapabilir ve doğru cevabı bulabilirsiniz.

Güçlü duyusal uyarım, dikkat ve derinlemesine inceleme, farkındalığın teminatı değilse, asıl kritik bileşen nedir? Bu sorunun cevaplarından biri, farkındalığın, beyin kütlesinin %80’inden fazlasını oluşturan iri kıvrımlı doku tabakası olan serebral korteksteki yer alan birçok karşılıklı bilgi alışverişine bağlı olmasıdır.

Başlıca ve ana görsel korteks olarak bilinen serebral kortekste bulunan küçük bir bölge, görsel farkındalık için önemlidir. Bu bölgede olabilecek bir hasar genellikle körlüğe sebep olur. Bunların yanı sıra, kimi hastalar bilinçli olarak görmüyor olsalar bile hareketli nesneleri doğru bir şekilde ayırt edebilir ve “kör görüş" sergileyebilir. Bu gibi durumlarda, bir nesneye yönelik “farkındalık olmaksızın yargıda bulunma yetisi”, muhtemelen, yansıyan bilgi alışverişi olmaksızın sınırlı kortikal işlemi dışavurmaktadır.

V5 alanı, görsel hareketi algılamada önemli bir rol oynadığı düşünülen korteksin bir parçasıdır. V5 alanı yapay olarak etkinleştirildiğinde tuhaf hareket duyumları yaşanabilir, fakat V5 ile ana görsel korteks arasında iletişim bozulduğunda bunlar yaşanmaz. Belirli kortikal alanlar arasındaki bilgi alışverişi, hareket algısı için, ve belki de diğer bilinçli deneyimler için, gerekli görünüyor.

Yoğun bir bilinçli deneyim, bilgi alışverişi için kompleks bir ortam da gerektirebilir: Kısa, orta ve uzun ölçekli nöronal bağlantıların işlevsel bir birleşimine ihtiyaç duyulabilir. Böyle bir karışım gerçekten de serebral korteksin anatomisini karakterize eder. Böylesi bir birleşim/karışım gerçekten de serebral korteksin anatomisini karakterize eder.

Bilinci Anlamak

İnsan bilincinin bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız kadar fantastik olduğunu düşünebilirsiniz. Diğer yandan bu görüş, kendi iç gözlemlerinizle ilgili, yaygın olarak kabul edilmesine rağmen yanlış olan varsayımlara dayanabilir.

Az bir çaba ile bu varsayımların yanlışlını görebilirsiniz. Böylece de zihin ve zihnin kökeni, evrimi, gelişimi ve öznelliğine dair bütünlüklü bir anlayış geliştirmek adına bilimsel yöntemlere başvurabilirsiniz.

Rasyonel bir dünya görüşü, insanların öznel deneyimlere sahip olduğu gerçeğini bir kenara atamaz. Bizzat bilimin kendisi dahi bilinçli algı ve akıl yürütmeye dayalıdır. İşte bundan ötürü, aleyhteki felsefi veya dini argümanlara rağmen “insan bilinci” konu başlığı bilimin çalışma alanına girmektedir.

Farklı türden bilimsel yaklaşımlar, bilincin neliğine dair işe yarar ip uçları sunabilir. Bilinçli deneyimler doğaları gereği birincil bakış açısına bağlı yani kişiye özel olsa dahi, bilim insanları beyin fizyolojisine dayalı yeni nesnel ölçümler geliştirme yolunda ilerleme kaydediyorlar. Beyindeki bilgi ölçümüne dair ölçümler umut verici bir yolun açıldığına işaret ediyor: Söz konusu bu çabalar bizi bilince dair belirli türden hipotezleri test etmeye daha yakınlaştırmaktadır.

Sübjektif bildirimlere gereken güveni göstermek büyük özen gerektirir, fakat bu bildirimlerin doğruluk ve geçerliliğini artırmak mümkün. Subjektif tercihleri deneysel olarak kontrol altına alabilir, meditasyon eğitimi ile iç gözlem yeteneklerini belirgin hale getirebilir ve bilinçli deneyimin nörolojik mekanizmalarına dair mevcut anlayışımızı istikrarlı bir şekilde daha ileri taşıyabiliriz.

İşten söz konusu bu gelişmelere dayanarak bilince neliğine dair gelecekteki bilimsel araştırmaların gelecekte artacağı hususunda iyimser olmak için elimizde birçok makul gerekçe vardır. Bu çabalar, toplum için de birçok faydalı çıktı sunabilir.

Örneğin, bilinç için gerekli olan nöral etkileşim türlerini karakterize etmeye yönelik devam eden çabalar, insan ve hayvan haklarını da kapsayan problemleri bir karara bağlamamıza, bilinci etkileyen hastalıkları teşhis ve tedavi etme çabalarını desteklememize, bireyse ve toplumsal refaha katkıda bulunan ortamları ve teknolojileri teşvik etmemize yardımcı olabilir.

Bilim, bilinci daha anlaşılır kılabilir. Ve elbette daha öğreneğimiz çok şey var. Bahsettiğimiz bilimsel araştırmalar ilerledikçe öğrenilecek yeni şeyler ortaya çıkacak ama yine de bilinç tümüyle şaşırtıcı olmaya devam ediyor.


Ken A. Paller & Satoru Suzuki– “Why being conscious is a barrier to understanding consciousness“, (Erişim Tarihi: 20.06.2021)

Çevirmen: Taner Beyter


* Öncül Analitik Felsefe Dergisi`nden alıntıdır.



Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Evrimsel Psikoloji Yazı Dizisi: 2- Aşk Nedir? Neden Evrimleşmiştir? Nasıl Âşık Oluruz?
  31.Oca.2022 Pzt 00:36:00
Onu görürsünüz... Gözlerine baktığınızda, kokusunu duyduğunuzda, tenine dokunduğunuzda içiniz içinize sığmaz. Kalp atışlarınız hızlanır, yüzünüz pembeleşir, göğüs kafesiniz üzerinde bir yumru hissedersiniz, karnınızın burulduğunu, içerisinde "kelebeklerin uçuştuğunu" hissedersiniz. Eğer etki yeterince güçlüyse dizleriniz zayıflar ve ağırlığınızı taşıyamamaya başlar. 

Sadece bu kadar değil! Terlersiniz, göz bebekleriniz büyür. Koltuk altlarınızdan ve cinsel organından etrafa, ter kokunuz ile karışacak şekilde düşük miktarda koku hormonları (feromonlar) saçmaya başlarsınız. Bunların miktarı, etkilendiğiniz kişinin çevresinde kalmayı sürdürdüğünüz müddetçe giderek artar. Bu sırada iştahınız kapanır ve mideniz ile bağırsaklarınız daha yavaş çalışmaya başlar, ağzınız kurur. Çünkü vücut hayatta kalmaya yönelik fonksiyonlardan, üremeye (sekse) yönelik fonksiyonlara yönelir. Erkekseniz penisiniz sertleşir, dişiyseniz vajinanız ıslanır ve kabarır. Beyninizin aktivitesi artar, vücut, var olma amacını gerçekleştirmek üzere hazır hale getirilir. 

Siz, âşıksınızdır.

Evet, aşkı tanımlamak konusunda edebiyatçılar ve filozoflar kadar başarılı değiliz, kabul ediyoruz. Ne yazık ki size toz pembe bir tanımlama yapamıyoruz ve bugüne kadar öğretilen, hayallerinizdeki aşkı anlatamıyoruz. Eğer o tür bir tanım peşindeyseniz, edebiyat alanında uzman kaynaklara bakmanızı tavsiye ediyoruz. Ancak bir konuda net bir şekilde iddialıyız: Aşkı size bugüne kadar yapılan her türlüsünden daha gerçekçi ve somut bir şekilde anlatabiliriz, konuyla ilgili bilimsel gerçekleri ortaya koyabiliriz ve size "gerçek aşk"tan öte, "aşkın gerçeklerini" anlatabiliriz. Bu makalemizde de bunu hedefliyoruz. 

Bildiğiniz gibi aşk konusunda binlerce yıldır bin bir şiir yazılmış, methiyeler dürülmüş, şarkılar söylenmiş, efsaneler uydurulmuş, masallar yaratılmış ve aşkın gücü, kulaktan kulağa, "kalpten kalbe" tüm Dünya`yı avuçları içerisine almıştır (hah, şimdi başlangıçtakine göre biraz daha edebi oldu, ne dersiniz?).

Peki, tüm bu gerçeklikten uzak benzetmeler ve abartılı, neredeyse hiçbir zaman gerçeği yansıtmayan hikâyeler bir yana, sahiden, aşk nedir? Neden aşık oluruz? Daha önemlisi, evrimsel süreçte aşk gibi bir duygu neden geliştirilmiş, korunmuş ve desteklenmiştir? Bu bağlamda, sadece biz mi aşık oluruz? Diğer hayvanlar da aşık olur mu? Aşkın sevgiden farkı var mıdır ve varsa nedir? Bu makalemizde, olabildiğince anlaşılır ve yalın bir dille bu sorulara cevaplar vermeye çalışacağız.


Aşk Nedir?

Aşkın bilimsel arka planını anlamak isteyen biri, ilk olarak şunu anlamalı ve kabullenmelidir: Aşk, diğer tüm bedensel olaylar gibi, tamamen biyokimyasal bir süreçten ibarettir ve hiçbir madde üstü ve mutlak olarak “soyut” olan bir anlam taşımamaktadır!

Çoğu zaman insanlar bunu kabul etmekte zorlanır, muhtemelen bu satırların okurları olarak, bu gerçekle daha önce yüzleştirilmediyseniz, sizler de bu gerçeği inatla, belki de bizlere kızarak reddedeceksiniz. Çünkü birçok insan, duygular söz konusu olduğunda, hele ki aşk gibi çoğu zaman olumlu; ancak yeri geldiğinde acı çektirebilen “epik” duygular söz konusu olduğunda, konunun edebi ve felsefi boyutları içerisinde kaybolmaktadırlar ve gerçeklikten bağlarını koparmış olmaktadırlar. Umuyoruz ki bu makalemiz sayesinde, bu sis perdesinin arasından da olsa bir miktar gerçeklerle yüzleşebilirsiniz. Gerçek, son derece yalın bir şekilde gözümüzün önündedir: aşk, tüm diğer duygular gibi nöral (sinirsel) ve hormonal yolaklar aracılığıyla açıklanabilmektedir. Bunu zaten bu makale boyunca göreceksiniz. 

Aşkın bilimsel arka planıyla ilgili anlamamız gereken ikinci önemli nokta, belki kimilerine aptalca gelebilecek kadar sade bir diğer gerçektir. Bu gerçek, çok yalın olmasına rağmen büyük bir inatla halen toplum içerisinde çarpıtılmakta ve “gerçekmiş gibi” sunulmaktadır: Aşk, kesinlikle kalp ile ilgili bir duygu değildir ve diğer bütün duygular gibi, aşk da, sadece ve sadece beyinde meydana gelmektedir.

Gerçekten de bunu söylemek ve savunmak zorunda olmak bile utanç vericidir; ancak eski Pagan geleneklerinden kalma sayılabilecek sebeplerle, günümüzde birçok inanç sistemi ve inanç sistemlerinden bağımsız olarak insan grupları, aşkın “kalpten kaynaklandığı” gibi bir yanılgıya saplanıp kalmışlardır, üstelik aksini gösterenlere de büyük bir kin duyabilirler. Bilime düşen ise gerçeği ortaya koymaktır.

Özetle, aşk da dahil olmak üzere istisnasız her duygu beyinde üretilir, beyinde algılanır, beyinde sonlanır. Yani "aşk" dediğimiz şey, beyinde başlar ve beyinde biter. Beyinde olan bu süreçler diğer organları etkileyebilir; ancak yaşanan duyguların kendilerinin bu etkilenen organlarla (örneğin aşkın kalple, kaslarla, bağırsaklarla) hiçbir alakası yoktur.


Şimdi, gelelim aşkın tanımına... Dünyaca ünlü Merriam-Webster sözlüğünde oldukça yalın bir şekilde tanımlanmaktadır: 

Aşk, güçlü bir bağlılık hissi ve kişisel bağlanma duygusudur.

Türkçede biz bu duyguyu sevgi ve aşk diye iki seviyede incelesek de, İngilizcede böyle bir ayrım bulunmamaktadır ve her tür sevgi için "aşk" sözcüğü kullanılmaktadır. Türk Dil Kurumu aşk sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır:

Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor.

Sevgi sözcüğünü ise şöyle tanımlamaktadır:

İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu.

Dolayısıyla, aşkın sadece cinsiyetler arası sevgi olarak düşünülmesi kimi durumda hatalı olabilecektir. Ancak biz bu makale dahilinde Türkçe bir anlatımda bulunduğumuza göre, buradaki "aşk"tan kastımın “bireyin kendi cinsel yönelimi dahilinde, ilgi duyduğu cinsiyete karşı yoğun sevgi duyma hali”, yani günlük hayatta kullandığımız "aşk" olduğunu belirtmek isteriz. Bu tanımımızdan da anlayabileceğiniz ve eşcinsellik gibi konulardan da anlayabileceğimiz gibi aşk, erkekle dişiler arasında olmak zorunda olan bir duygu değildir.

Aşkın Evrimsel Temelleri

Aşk, diğer tüm duygular gibi sıradan ve yaygın bir duygu olduğuna göre, biyolojik olarak incelenebilmesi gerekmektedir. Gelin biraz buna bakalım:

Esasında aşkı sadece tek bir bilim dalı incelememektedir ve farklı açılardan ele alınabilmektedir. Örneğin aşkı inceleyen bilim dalları arasında evrimsel psikoloji, evrimsel biyoloji, antropoloji ve sinirbilim bulunmaktadır (ki bunların her biri, devasa bilimsel çalışma sahalarıdır). Biz burada yalnızca evrimsel biyoloji ve sinirbilim açısından ele alacağız.

İlk olarak, aşkın neden evrimleştiğini, yani bilimsel kökenlerini anlatmakta fayda görüyoruz. Bu sayede, aşık olduğumuzda vücudumuzda meydana gelen biyolojik ve fiziksel değişimlerin nedenlerini daha kolay anlayabileceğiz.

Aşktan Sekse Yolculuk...

Evrimsel açıdan bakıldığında, aşkın evrimleşmesinin arkasındaki nedenleri tam olarak bilmek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü duygular, arkalarında fosiller bırakmıyorlar ve doğrudan genlerle analiz edebileceğimiz unsurlar değiller: Bireyden bireye, zamandan zamana, mekandan mekana değişebiliyorlar ve çevreyle, kişinin kendi geçmişiyle ve daha nice unsurla çok sıkı bir ilişki içerisindeler. Hele ki aşk gibi bireyin bütün özelliklerinin toplamına bağlı olarak ortaya çıkan bir duygunun, bundan yüz binlerce ve hatta milyonlarca yıl önceki versiyonlarını görebilmemizin herhangi bir yolu yok.

Ancak evrimsel biyolojide sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak, günümüzdeki (insan da dahil olmak üzere) hayvan türlerinin sevgi anlayışlarına/davranışlarına bakarak ve bunlar arasındaki paralellikler ile zıtlıkları analiz ederek, davranışsal bir evrim süreci belirlemek mümkün olabilmektedir. Üstelik bu davranışların fizyolojik kökenlerini anladıkça, genler üzerinden giderek ne gibi değişimler yaşandığını ve evrimsel süreçte aşkın ne gibi köşe taşları bulunduğunu konusunda çıkarımlarda bulunabilir, bu çıkarımları farklı hayvan gruplarında test ederek yanlışlayabiliriz. 

İlk bakışta, aşkın evrimleşmesinin en kritik nedenlerinden birinin seks olduğu açık bir biçimde görülecektir. Çünkü artık net bir şekilde bilindiği üzere, bütün canlılar hayatta kalmak ve üremek üzerine kurulu bir genetik yapıya sahiptirler; en karmaşık hayvan türlerinden, en basit yapılı bakterilere kadar... Bu, yaşamın var olabilmesinin en temel kuralıdır. Bu yolda, hayatta kalma veya üreme başarısını arttıracak her unsur ve yöntem, bir avantaj olacak, bu sebeple doğal süreçler içerisine seçilecektir. İşte aşk da, cinselliği sağlaması ve garanti altına alması açısından önemli bir unsurdur. Çünkü aşk, bireylerin birbirini anlaması ve birbirine bağlanması için çok güçlü bir hormonal unsurdur ve bu sayede, duygusal birliktelikten doğacak olan cinsel birleşme şansını kat kat arttırır. Bir duygu olarak aşk bu süreci, empati ve bağ kurma gibi ikincil duyguları içerisinde barındırarak yapar. Şimdi bunu örnekleyelim:

Hayali bir ortam düşünelim: Bu ortamda A grubu ve B grubu bulunsun. İki grupta da 200`er birey bulunsun. Bu 200`er bireyin 100`eri erkek, 100`eri dişi olsun. Anlatım kolaylığı açısından bu grubun tamamının heteroseksüel olduğunu düşünelim, yani erkekler dişilerden, dişiler de erkeklerden hoşlanıyor olsun. A grubunda, empati, bağ kurma, sevgi ve nihayetinde aşk gibi duygular bulunsun. B grubunda ise bu duyguların hiç bulunmadığını varsayalım.

Bu durumda, iki grup serbest bir şekilde bırakıldığında, üreme başarıları evrimsel açıdan aşkın neden evrimleştiğine dair fikirler verecektir: Muhtemelen, birbirine karşı empati, sevgi ve aşk duyan popülasyonlarda, kendisine uygun gördüğü bireye karşı saplantı duyma, arzulama ve aşk duyma gibi hisler, nihayetinde cinsel başarıyı da getirecektir. Diğer grupta ise, tamamıyla rastlantısal olacak olan çiftleşme, çok büyük ihtimalle birbiriyle uyumsuz bireylerin çiftleşmesi ihtimalini arttıracak, bu da popülasyonun geleceğini tehlike altına alacaktır. Yani aşk, seksin önünü açan ve onu garantileyen bir mekanizma olarak evrimleşmiş olabilir, bu çok muhtemeldir. Gerçekten de, evrimin Cinsel Seçilim mekanizmasının bir diğer adı "rastgele olmayan çiftleşme"dir. Bu, doğrudan aşka işaret etmek için kullanılmasa da, üremenin rastgele olup olmadığı evrimin yönünü belirleyen önemli bir faktördür.


Burada anlaşılması gereken kritik bir diğer nokta bulunmaktadır: kişisel arka plan. Bir kişiye aşık olup olmayacağımızı seçememekteyiz. Benzer şekilde, hangi bireye aşık olacağımızı da seçememekteyiz. Bunun neden olduğunu hiç düşündünüz mü? Bir erkek olduğunuzu düşünelim:

Bir dişiye aşık olduğunuzda, öncesinde durup düşünür müsünüz? Burnu 30 derece eğime sahip, gözleri birbirinden 5 santim ayrık ve mavi renkte, saçları 56 santimetre uzunluğunda ve sarı, boyu 1.66 ve kilosu 55. Bu kız tam bana göre!

Elbette böyle bir analizde bulunmazsınız. Tek bir bakış bile, beyninizin anında tek bir bireye saplanıp kalmasına neden olabilmektedir. Zaten evrimsel avantaj da buradan kaynaklanmaktadır: İmkan olan her ortamda cinsel başarıya ulaşmaktansa, o cinsel başarıyı sağlayacak unsurları yaratmanıza neden olacak bir duygunun evrimleşmesi son derece avantajlıdır.

İşte burada "kişisel arka plan" olarak tanımladığımız unsur, aşk için bu yüzden önemlidir. Sizin kime aşık olacağınızı, biyolojik ve kültürel arka planınız belirlemektedir. Biyolojik yapınız, yani genetik ve gelişimsel özellikleriniz sizin ilk bakıştaki tercihlerinizi belirlemede rol oynamaktadır. Kültürel özellikleriniz ise, aşık olacağınız kişilerin sizin için sosyal anlamda ne kadar uygun olduğunuzu belirlemenizi sağlayacaktır.

Kimi zaman ilk bakışta çok güzel/yakışıklı bulduğumuz kişilerden, onlarla konuştuktan ve sosyokültürel durumunu anladıktan sonra soğuyabiliriz. Tam tersi şekilde, ilk bakışta beğenmediğimiz kimselerle konuştukça, onlara aşk duyduğumuzu fark edebiliriz. İşte beyniniz, tüm bu süreçler olurken, sizin sosyobiyolojik arka planınız ile söz konusu şahsın arka planı arasındaki uyumluluğa bağlı olarak aşk duygusunu, sizin kontrolünüzden tamamen bağımsız olarak gerçekleştirebilmektedir. Kişisel zevklerimizin, genetik ve çevresel birçok unsurdan ötürü birbirinden tamamen farklı olması, aşkın hedeflerinin de tamamen farklı olmasına neden olmaktadır. Bu yüzden kimi zaman çiftleri birbiriyle yakıştıramaz ve birbirlerine layık görmeyiz; ya da tam tersi şekilde birbirlerine uyumlu buluruz.

Dolayısıyla, evrimsel açıdan bakıldığında, A ve B grupları arasındaki başarılı çiftleşme oranı kıyaslanacak olursa, A grubunun daha başarılı yavrular üretebilmesi çok daha muhtemeldir. Belki B grubu da başarılı olabilecektir (sonuçta üremeyi başarmaktadırlar); ancak A grubunun yavruları, nesiller geçtikçe, B grubundan daha üstün olabilecektir. Zaten evrimsel bir analiz de ancak bu şekilde yapılabilir: Uzun vadede, nesiller boyunca iki popülasyon içerisindeki uyum başarısı grafiklerinin nasıl değiştiği önemlidir. Hele ki değişen çevre koşullarında, aşk ve bağlılık gibi duygular sayesinde uygun bireylerin birbirleriyle çiftleşmesi, gelecek nesillerin daha uyumlu olmasını garanti edebilir.

Tüm bunların, evrimsel biyoloji dahilinde çok basit bir nedeni vardır: cinsel seçilim. Esasında beyninizin, ilk etapta tamamen içgüdüsel olarak yaptığı seçimler, en güçlü evrim mekanizmalarından biri olan cinsel seçilimin işleyişini yansıtmaktadır. Cinsel seçilimin etki ettiği davranışsal özelliklerin de aşkla ilgili yönelimlerimizde büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz. Tüm canlıların özellikle içgüdüsel davranışları, seçilim sonucunda başarılı olabilecek şekilde özelleşmiştir. Elbette, her zaman olduğu gibi, popülasyon içerisinde geniş bir çeşitlilik (varyasyon) vardır: Bazı bireyler daha isabetli seçimler yapabilecek dürtülere sahipken, bazıları bundan yoksundur. Değişen çevre koşulları dahilinde, bu çeşitlilik çerçevesinde en uyumluların sürekli seçilimi evrime neden olacaktır. Bu evrimin içerisinde aşk gibi duygular da, cinsel seçilim (dolayısıyla evrim) tarafından desteklenmektedir. Hayvan davranışlarının evrimiyle ilgili bilgileri buradaki makalemizden alabilirsiniz.


Türümüzün (ve diğer birçok türün) dişileri ve erkekleri, birbirlerini belli özelliklerine göre seçmektedirler ve kendilerine uygun buldukları özelliktekilerle çiftleşmeyi tercih etmektedirler. İşte bu, evrimin cinsel seçilim mekanizmasıdır. Beyin bakımından oldukça gelişmiş bir hayvan türü olarak insanda, bu seçilim sadece fiziksel özelliklere göre değil, daha önce de açıkladığımız gibi arka plan bilgilerimize bağlı olarak da yapılmaktadır. Ancak ne olursa olsun, ortada bir seçim vardır ve bu seçim, evrimsel süreçte gelecek nesillerdeki bireylerin (yavrularımızın) genetik yapısına doğrudan etki etmektedir.

Bu sebeple, cinsel seçilimin etkili olmadığı, yani cinsiyetlerin birbirlerini herhangi bir öncül koşula bağlı olarak seçmedikleri, rastgele çiftleşen türler bile günümüzde hayatta kalabilmektedir; ancak birçok türde cinsel seçilim etkilidir. Bunun sebebi, aşk, sevgi ve bağlılık duygularının popülasyonun cinsel başarısını arttırıyor olması olabilir.

Öte yandan, aşkın sadece cinsel başarı için evrimleşmediğini düşünen birçok bilim insanı da bulunmaktadır. Zira hem insan, hem de diğer hayvan türleri incelenecek olursa, her aşkın sonu, seks ile bitmemektedir (büyük bir çoğunluğu sonunda buna ulaşıyor olsa da). Benzer şekilde her seks, aşka dair duyguları da beraberinde taşımamaktadır. Örneğin çiftleşme sonrası erkeğinin kafasını kopararak yiyen dişi mantisin veya benzer şekilde üreme sonrasında erkeğini öldüren bir karadulun o sırada pek de aşk dolu duygular beslemediği aşikârdır (mantislerin aşk anlayışı bizden çok farklı değilse tabii). Bu durumda, aşkın evrimsel geçmişinde başka bir sebep daha yatıyor olabilir. İşte evrimsel psikologlar, bu konunun detaylarını aydınlatmak için çaba sarf etmektedirler. Şimdi bu konudaki bazı önemli bulgulara değinelim.

Evrimsel Psikolojinin Aşka Yaklaşımı

Bağ... Evrimsel süreçte, özellikle toplumsal bir yapıya sahip olan sosyal türlerde, popülasyonu bir arada tutan en önemli özelliklerden biri, bireyler arasında oluşan bağlardır. Ebeveyn ile yavru arasında, benzer dönemde doğmuş bireyler (genelde kardeşler ve yaşıtlar) arasında, erkekler ve dişiler arasında oluşan bağlar, sosyal yapıyı güçlendirmekte ve evrimsel olarak avantajlı bir konuma geçilmesini sağlamaktadır. Ayrıca bu bağ duygusu, empati duygusunu da beraberinde getirmekte, böylece bencil ve bireysel davranan bireyler yerine, bir bütün olarak hareket edebilen türler evrimleşebilmektedir. Dolayısıyla türün devamlılığı ve gücü açısından aşk duygusu önem arz etmiş olabilir. Rastgele çiftleşen bireylerde, ebeveynleri ile yavrular arasındaki sevginin farklı bir forma dönüşmesi, cinsiyetler arası sevginin evrimleşmesine neden olmuş olabilir. Çünkü özellikle ebeveyn ile yavru arasındaki sevgi, karşılıklı bir gizli çıkar ilişkisine dayanmaktadır. 

Her ne kadar "anne sevgisi", kültürel yapımız içerisinde "yüce" olsa da, evrimsel ve bilimsel açıdan oldukça çıkarcı bir ilişkinin ürünü olarak gelişmiştir: Anne, yavrusuna bakarak kendisinin daha ileriye götüremeyeceği genlerinin, gelecek nesillere aktarılmasına katkı sağlamış olur. Yavruysa, annesi tarafından bakılarak, diğer yavrulara göre avantajlı konuma geçebilir. Böylece hem yavru, hem anne evrimsel açıdan kazanmış olur. Elbette bu bilinçli veya art niyetli olarak yapılmaz; ancak organizmaların genetik donanımının bu tür bir bencillikle yüklü olduğunu gösteren sayısız veri vardır. Ne var ki özellikle kültürel evrimimiz sayesinde geliştirdiğimiz diğer sosyal özellikler, bu tür bencillikleri çoğu zaman baskılayabilmektedir. Örneğin bir başkasının çocuğuna ve hatta başka türlerin yavrularına, tamamen karşılıksız gibi gözüken bir sevgi besleyebiliriz (her ne kadar bu tür sevginin bile karşılıklı olduğunu iddia edebilecek sayısız bilim insanı bulunsa da).

Dolayısıyla aşkın evriminin temelleri, cinsel güdüler ve toplum bireyleri arasındaki bağın, türün devamlılığına katkı sağlıyor olmasına dayanmaktadır diyebiliriz.


Bir diğer önemli nokta, ebeveynler arasında kurulacak bağın yavrular için önem arz ediyor oluşudur. Çoğu türde erkekler, çiftleşme sonrasında yuvayı terk ederek yeni potansiyel eşler aramaya başlarlar. Bu, kimi tür için avantajlı bir strateji olsa da, türümüz için pek de avantajlı olduğu söylenemez. Çünkü beyin yapımızın evriminden ve kafalarımızın büyüklüğünden dolayı, iki ayak üzerinde yaşamaya uyumlu türümüzün doğumu oldukça sancılı bir hal almış, evrimsel süreçte bebeklerimizin ve dişilerimizin vücutları bu zor doğumu başarabilecek bazı değişimler geçirmiştir: Kafataslarımız yumuşak ve esnek olarak doğarız, anneler doğuma yakın ağrı kesici etkisi olan hormonlar salgılarlar, vs.

Ancak hepsinden önemlisi, insan türünün bebekleri, gelişimlerinin daha çok başlarındayken doğarlar ve gelişim evrelerinin büyük bir kısmını, ana karnının dışında, vahşi yaşam içerisinde geçirirler (günümüzde bu yaşam artık herkes için “vahşi” olmasa da). Dolayısıyla türümüzün bebekleri, evrimsel açıdan oldukça dezavantajlı bir konumdadır, ancak böylesine büyük bir beyin için, iki ayak üzerinde duran ve dolayısıyla doğum kanalı iki bacağının arasına hapsolmuş ve dar kalmak zorunda olan bir tür dahilinde, bu şekilde bir evrim kaçınılmazdır. İşte bu sebeple, biyolojik evrimin şekillendirdiği kültür, insan ebeveynlerinin arasındaki bağı güçlendirecek şekilde gelişmiştir. Bunu başaramayan veya bu tür bir duruma daha uyumsuz olanlar her nesilde elenmiştir.

Bunun nasıl olduğunu anlamak oldukça basittir: Her bireyin, evrimsel süreç içerisinde sahip olduğu karakterler vardır, bunu yazı içerisinde “kişisel arka plan” olarak tanımlamıştık. İşte bu arka plan dolayısıyla, bazı bireyler aile kavramına ve sevgiye daha eğilimli iken, bazıları bundan daha uzaktır. Dolayısıyla vahşi yaşamda, eğer ki aile ve bütünlük kavramlarını destekleyecek durumlar oluştuysa (ki az önce anlattığımız sebeplerle türümüz üzerinde bu tür bir baskı oluşmuştur), birbirine daha fazla bağlılık duyan ve dolayısıyla aile kurmaya ve sürdürmeye daha meyilli olanlar avantajlı konumda olacaktırlar. Bu avantajın evrim süreci içerisinde sürekli seçilimi, aşk gibi bağ duygularının gelişmesini ve güçlenmesini sağlamış olabilir. Bir arada kalarak, yavrularını daha uzun süre, daha güçlü bir şekilde koruyan bireyler, kaçınılmaz olarak daha avantajlı olacaktırlar. Dolayısıyla, kendi genlerinin bir karışımı olan yavrular arasından da, bu eğilime en yatkın olacak şekilde genlere sahip olanlar ve bu duygulara en aşina olarak yetiştirilen bireyler, vahşi yaşamda daha avantajlı olacaktırlar. Bu da aşk gibi duyguların her nesilde daha da artması ve popülasyon içerisinde sabitlenmesi anlamına gelir.

Görülebileceği gibi aşkın evrimini tek açıdan incelemek oldukça zordur. Doğum biçimimizden, iki ayak üzerinde yürüyecek şekilde evrimleşmemize, beyin yapımıza ve büyüklüğüne kadar sayısız unsur, aşk gibi bir duygunun evriminde rol oynamış olabilir. Ancak ne olursa olsun, aşkın evrimsel açıdan uyum sağlıyor oluşu, bu özelliğin türümüzde sabitlenmesini garantilemiştir.

Aşkın evrimsel psikoloji açısından analiziyle ilgili daha fazla bilgiye buradaki makalemizden ulaşabilirsiniz.


Diğer Hayvanlar Âşık Oluyorlar Mı?

Bu evrimsel bakış açısını tamamlamadan önce, diğer hayvan türlerine kısaca bir bakış atmakta fayda olduğunu düşünüyoruz. En nihayetinde evrim, var olmuş, var olan ve var olacak tüm türlerin birbirleriyle akraba olduğu gerçeğini bizlere gösterdi. Bu durumda, sahip olduğumuz özelliklerin aynılarını veya benzerlerini kuzen türlerde görmeyi beklemek son derece doğaldır.

Açıkçası diğer türlerde aşk kadar güçlü bir sevgi unsuruna doğrudan rastlanmamaktadır. Bu, evrimsel biyolojide son derece aşina olduğumuz bir durumdur. Zira bir duygu olarak aşk, beyinde olup biten bir olgudur ve bizim beynimiz kadar gelişmiş bir beyne sahip hiçbir canlı evrimleşmemiştir. Bu durumda, beyinden kaynaklı bir unsurun bu karmaşıklıkta, bir diğer türde olmasını beklemek hata olacaktır. Fakat buna rağmen, birçok diğer hayvan türünde sevgi anlayışının olduğunu görüyoruz, özellikle de duygusal açıdan son derece gelişmiş bir canlı grubu olan memeli hayvanlarda…

Hayvanların sadece içgüdüler ile hareket etmedikleri, bizler gibi bilinç, algı ve düşünce sahibi oldukları bugün artık yaygın olarak bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Dolayısıyla bu canlıları birer robot, programlanmış birer makine olarak görmek tamamen hatalı olacaktır. Diğer hayvanlar da düşünerek kararlar alabilir, tercihlerde bulunabilir. Ancak aşk gibi neredeyse tamamen içgüdüsel olan duygularda zaten algısal zekaya pek de yer kalmamakta, bilinçli tercihler önemsiz sayılmaktadır.


Diğer hayvanların keyif, empati, acı, keder, utanç, öfke duyduklarını gayet net bir şekilde biliyoruz. Peki ya aşk? Tam olarak “aşk” biçiminde tanımlanabilir mi, henüz kesin bir veri yok; ancak hayvanların sevgi duydukları çok aşikar. Bir köpeğin sahibine duyduğu hayranlık ve bağlılık bunun en yaygın örneklerinden birisidir. Ayrıca en yakın kuzenlerimiz olan bonobo maymunlarının bazı popülasyonlarında, tıpkı insanlarda aşkın evriminde olduğu gibi, birbirine aşk duyan ve dolayısıyla bağlılıkları daha güçlü olan bireylerin yavrularının daha avantajlı olduğunu gösteren veriler elde edilmiştir. Yani onlarda da, bizimkisi gibi bir aşk duygusunun evrimleşmiş ve evrimleşiyor olması çok muhtemeldir.

Türümüzü ayırt eden özelliğimizin beynimiz olduğunu söylemiştik. Diğer hayvanlarda, benzer duygular evrimleşmiş olmasına rağmen, bunların bizdeki kadar karmaşık olmamasının sebeplerinden biri beynimizin evrimidir. Bir diğer sebep ise, bu evrime paralel olarak gelişen sosyokültürel yapımızdır. Yani türümüz, çok karmaşık bir sosyal ağa sahiptir ve bu, biyolojik evrim sonucunda ortaya çıkan birçok özelliğin, kültür çerçevesinde yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. Bu çok derin ve apayrı bir konudur; ancak aşkın edebi ve felsefi yorumları, günümüzde eşcinsellere yapılan baskılar, vb. aşk ile ilintili unsurlar incelenecek olursa, bu konunun arkasında biyolojik evrimden daha fazlası olduğu görülebilecektir. Ne var ki kültürel olan her şeyin temelinde, biyolojik bir arka plan yattığını görebilmekteyiz. İşte bu sebeple, diğer hayvanlar üzerindeki incelemeler çoğaldıkça, aşkın evrimsel kökenlerine de daha net bir ışık tutulacağı ortadadır. Şimdilik, diğer hayvanların birçoğunun, bizler kadar karmaşık olmasa da, net bir sevgi anlayışları olduğunu söylemek muhtemelen hatalı olmayacaktır.


Aşkın Sinirbilimsel Temelleri

Aşkın sinirbilimsel temelleri, bize o sırada neleri, neden hissettiğimize dair çok net veriler sunmaktadır. Öncelikle, aşkın diğer tüm duygular gibi tamamen hormonal bir sürecin sonucunda vücudumuzda oluşan tepkilerin toplamında hissedilen bir duygu olduğunu hatırlayalım. Yani aşkı anlamak istiyorsak, arkasındaki nörokimyasal temelleri anlamamız gerekmektedir.

Bilimsel açıdan baktığımızda, aşk duygusuna neden olan temel hormonlar ve kimyasallar olarak karşımıza sinir büyüme faktörü, testosteron, östrojen, dopamin, norepinefrin (noradrenalin), serotonin, oksitosin ve son olarak vazopressin çıkmaktadır. Görülebileceği gibi aşkın bize karmakarışık hisler yaşatmasının nedeni, oldukça karmaşık bir hormonal dengeye dayalı olmasıdır.

Aşkın Endokrinolojisi

Şimdi, evrimsel biyoloji ile ilgili açıklamalarımızdan da yola çıkarak, kendimize uygun gördüğümüz (biyolojik veya kültürel olarak) bir bireyle karşılaştığımızda, bu sayılan hormonların vücudumuzda ne gibi değişimler yarattığına bir göz atalım:

Testosteron

Özellikle ilk aşık olma anında ve yakın çevresinde etkili bir cinsiyet hormonudur. İlgi duyduğunuz cinsiyete karşı şehvet ve istek duymanıza, bu cinsiyeti arzulamanıza neden olur. Dişilerde az miktarda bulunur ve bu görevleri vardır; ancak bunun haricinde erkeklerde, aşkın ilk evrelerinde penisin ve testislerin muhtemel bir cinsel birleşmeye hazırlanmasını sağlar. Cinsel dürtü uyandıran bireylere karşı penisin dikleşmesine neden olur. 

Östrojen

Özellikle ilk aşık olma anında ve yakın çevresinde etkili bir cinsiyet hormonudur. İlgi duyduğunuz cinsiyete karşı şehvet ve istek duymanıza, bu cinsiyeti arzulamanıza neden olur. Erkeklerde az miktarda bulunur ve bu görevleri vardır; ancak bunun haricinde dişilerde, vajinanın ve döl yatağının olası bir cinsel çiftleşmeye hazırlanmasını sağlar. İlgi duyulan bireye karşı vajinanın ıslanmasına neden olabilir.

Sinir Büyüme Faktörü

Aşk hormonları arasına göreceli olarak yeni katılan bu kimyasal, özellikle ilk aşık olduğumuz zamanlarda hızla artışa geçmekte, 1 seneden sonra ise kademeli olarak azalmakta ve eski haline dönmektedir. Dolayısıyla bilim insanları, gerçekte aşkın ömrünün 1-2 sene civarında olduğunu düşünmektedirler. Bu da esasen mantıklıdır; zira insanın tek bir bireye takılı kalması, evrimsel çeşitlilik önünde engel arz etmektedir. Ne var ki insanın kültürel yapısı, onu tekeşli bir sosyal yaşantıya itmiştir; bu sebeple ilk zamanki gibi bir aşk duygusu olmasa bile çiftler hem sosyal sorumluluklar nedeniyle, hem de birbirlerine duydukları bağlılık ve sevgi/saygı ilişkilerinden ötürü onlarca yıl birlikte kalabilmektedir. Ancak tekrar etmek gerekir ki, hem insan, hem de yakın akrabaları, sosyal olarak tekeşli olsalar bile, cinsel olarak çokeşli olacak şekilde evrimleşmiş türlerdir.

Dopamin

Sinirsel bir iletim kimyasalı olan dopamin, salgılandığı zaman vücutta mutluluk ve huzur hislerini uyandırır. Bireye ek bir enerji ve dikkat katar. Bu sayede, aşık olunan birey üzerine odaklanılır ve ona ulaşılmak için gereken ek enerji ve dikkat sağlanabilir. Bu da, evrimsel açıdan ileri sürülen argümanları desteklemektedir. Ayrıca, aşık olmaktan hoşlanmamızın sebebi, bu güzel duygulardır. Çeşitli uyuşturucu ve sakinleştirici ilaçların yarattığı etkiyle aynı etkiye neden olur.

Noradrenalin

Aşık olduğumuzda duyduğumuz strese karşı salgılanan bir hormondur. Stres, birey üzerinde oluşturulan her türlü çevresel baskıdan kaynaklanabilir ve aşk, bu baskılardan sadece biridir. Ancak noradrenalinin salgılanması sebebiyle kalp atışları hızlanır, dudaklar ve ağız kurur, kaslara giden kan artar, mide ve bağırsak kasları gevşer. Bu da yine, olası bir çiftleşmeye hazırlık evresi olarak görülebilir. Ancak daha önemlisi, aşkın tarih boyunca hep kalp ile eşleştirilmesi yanılgısının ana sebebi budur. Noradrenalin nedeniyle, aşık olduğumuzda kalbimiz hızlandığından ve midemizdeki kaslar gevşediğinden, "kalp ile aşık olduğumuzu" ve "karnımızda kelebeklerin uçuştuğunu" hissederiz. Bu, bilimsel olarak hatalıdır. Aşık olan tek organ beyindir.

Serotonin

Başlıca mutluluk hormonu olan serotonin, aşkın da temel hormonları arasında yer almaktadır. Ancak serotonini aşk açısından özel kılan, bu mutluluk hissinden çok, obsesif-kompulsif davranış bozukluğuna sahip, bir diğer deyişle "takıntılı" insanlarda bu hormonun aktivitesindeki sorundan kaynaklanan bir açıklamanın bulunuyor olmasıdır: Aşık olduğumuzda, tek bir kişiden başkasını düşünememe sebebimiz, serotonin düzeylerindeki dalgalanmadır. Kısaca aşık olduğumuzda, tıpkı ciddi bir hastalık olan obsesif-kompülsif davranış bozukluğunda olduğu gibi, takıntılı bir hal alırız. Bu da yine, arzulanan hedefe ulaşmak için evrimsel avantaj sağlayan bir hormonal düzenlemedir.


Oksitosin

Sinir Büyüme Faktörü`nde aşkın ömründen biraz bahsetmiştik ve teknik olarak aşkın bitmesine rağmen çiftlerin genelde uzun yıllar bir arada kalabildiklerini söylemiştik (esasen birçok ülkede evliliğin ortalama süresi 7-10 yıl olarak verilmektedir). İşte bu uzun süreler birlikte kalabilmemizi sağlayan, aşkın bir diğer unsuru olarak gösterdiğimiz bağ duygusudur. Oksitosin, bağlılık duygumuzu güçlendirerek eşimizden ayrılmamamızı sağlamaktadır. Oksitosin seviyesinde anormallikler olan bireylerin evliliklerinin de başarısız olduğu düşünülmektedir. Ayrıca oksitosinin ebeveyn-yavru ilişkilerinde de üst düzeylerde salgılanıyor olması, aşkın evrimsel kökenleriyle ilgili argümanlara destek olmaktadır. Bunun haricinde oksitosin, yanı zamanda cinsel orgazm sırasında da doruk düzeyde salgılanmaktadır. Bu da, aşk ile cinsellik arasındaki bağ hakkında fikirler vermektedir. 

Vazopressin

Tıpkı oksitosin gibi vazopressin de uzun dönem bağlı kalmayı sağlayan hormonlardan biridir. Ebeveyn-yavru arasında kurulan ve ömür boyu sürmesinin avantajlı olduğu bu bağlar, cinsiyetler arasında da kurulduğunda, toplumsal bir başarı ve istikrar sağlanabileceği düşünülmektedir. Bu sebeple evrimsel süreçte bu tip bir bağlılık duygusunun evrimleştiği düşünülmektedir. Ayrıca vazopressin, seks sonrasında salgılanmaktadır. 

Aşkın Fizyolojisi

Tüm bu hormonal değişimlere bağlı olarak vücudunuzda bir dizi fizyolojik değişim yaşanır. Bunların bir kısmı fiziksel olarak dışarıdan gözlenebilir; diğerleri ise psikolojik olarak tarafınızca deneyimlenebilir. Bu durum sevdiğimiz birini gördüğümüz zaman yaşadığımız baştan aşağı heyecanlanma hissini veya o özel kişiyle tanıştıktan sonra hissettiğimiz "sarhoşluk" hissini açıklamaktadır. Bunlara bir bakış atacak olursak:

Sonuç

Dolayısıyla, aşkın evrimsel ve biyolojik kökenlerine bakıldığında, son derece sıradan ve anlaşılır bir duygu olduğunu görebiliriz.

Elbette kültürel evrimimiz dahilinde aşka ve diğer duygulara anlamlar yüklememiz son derece olağandır. Ancak bunları abartarak, bilime dahil etmeye çalışmak, akıl dışı olacaktır. 

Tüm bunları, aklınızın bir köşesinde bulundurarak, ömrünüzü aşk dolu yaşamanızı dileriz.


* Bu makale, daha önce tarafımca paylaşılan Evrimsel Psikoloji Yazı Dizisi`nin 2. makalesidir. Dizinin ilk makalesini okumak için şu linki kullanabilirsiniz: https://www.chatcity.cc/forum/topic/44127/1/Evrimsel-Psikoloji-Yaz%C4%B1-Dizisi:-1--Evrimsel-Psikoloji-Nedir?

** Makale, Evrim Ağacı adlı popüler bilim sitesinden alıntıdır.

*** Makale linki: https://evrimagaci.org/ask-nedir-neden-evrimlesmistir-nasil-asik-oluruz-354



Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Bitkilerde Epigenetik Aktarım: Bitkilerdeki Kimyasal Hafıza, Gelecek Nesilleri Etkiliyor!
  22.May.2022 Pzr 16:43:55
Vertical Garden Wall Background, Variety Of Plants On Vertical Garden  Texture Wall Outdoor Stock Photo, Picture And Royalty Free Image. Image  88209687.

Tarihi Geçmiş Haber

Bu haber 1 yıl öncesine aittir. Haber güncelliğini yitirmiş olabilir; ancak arşiv değeri ve bilimsel gelişme/ilerleme anlamındaki önemi dolayısıyla yayında tutulmaktadır. Ayrıca konuyla ilgili gelişmeler yaşandıkça bu içerik de güncellenebilir.



Bitkiler hayatta kalmak ve gelişmek için çevrelerindeki değişiklikleri algılamak ve hatırlamak konusunda benzersiz bir yeteneğe sahiptir. Bu süreç DNA ve histon proteinlerinin kimyasal modifikasyonuyla bağlantılı olup DNA`nın hücre çekirdeği içinde paketlenme ve genlerin ifade edilme şeklini değiştirir ve aynı zamanda epigenetik düzenleme olarak bilinir.

Genellikle bu epigenetik bilgi, yavrunun normal bir şekilde büyüyebilmesini sağlamak için herhangi bir uygunsuz hafızanın aktarılmaması için cinsel üreme esnasında sıfırlanır. eLife dergisinde yayınlanan "Histon Demetilazlar için Bitki Genom Bütünlüğünün Korunmasında Yeni Bir Rol" başlıklı makalede, bazı bitkilerin bu bilgiyi unutamadığını ve yavrularına aktardığını dolayısıyla hayatta kalma şanslarını etkilediğini duyurdu.[1]


Araştırmacılar, İngilizcede "Thale Cress" olarak da bilinen Arabidopsis bitkisinde bulunan, daha önce sadece çiçeklenmenin başlangıcını ve zamanlamasını kontrol ettiği bilinen iki proteinin aynı zamanda histon proteinlerinin kimyasal modifikasyonu (demetilasyon) yoluyla "bitki hafızasını" da kontrol ettiğini keşfettiler.

Cinsel üreme sırasında bu kimyasal izleri sıfırlayamayan bitkilerin, bu "hafızayı" sonraki nesillere aktardıklarını ve bu durumun da büyüme ve gelişmede kusurlara yol açtığını gösterdiler.

Bu kusurlardan bazıları, "sıçrayan genler" (veya transpozon olarak da bilinen) bencil DNA öğelerinin aktivasyonuyla bağlantılıydı. Bu da, bu tür hafızanın silinmesinin transpozonları susturarak bitki genomlarının bütünlüğünü korumak için de kritik olduğunu gösteriyordu. Warwick Üniversitesi`nin Yaşam Bilimleri Fakültesi`nden makalenin kıdemli yazarı Prof. Jose Gutierrez-Marcos şöyle diyor:

Bitki hafızasını düzenleyen proteinler üzerinde yaptığımız çalışmamız, genom dengesizliği ile ilişkili büyüme ve gelişme aşamasında kusurlara yol açan uygusuz hatıraların yavrular tarafından miras almasını önlemek için cinsel üreme esnasında kimyasal işaretlerin sıfırlanmasının ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bir sonraki adım, bitki yetiştiriciliğinde bu tür anıların nasıl değiştirilebileceğini bulmaktır. Böylece sonraki nesillerin değişen bir ortamda daha iyi gelişmelerine izin verecek daha fazla adaptasyona sahip olmaları sağlanır.
* İlgili makale, "Evrim Ağacı" adlı popüler bilim sitesinden alıntıdır.
Kaynaklar ve İleri Okuma
  1. Çeviri Kaynağı: Science Daily
  • ^ J. Antunez-Sanchez, et al. (2020). A New Role For Histone Demethylases In The Maintenance Of Plant Genome Integrity. eLife Sciences Publications, Ltd. doi: 10.7554/eLife.58533.


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Astroloji Nedir? Astrolojinin Bilimsel Analizi...
  30.May.2022 Pzt 12:56:24

Astrology and science - Wikipedia


Sonu sırf “loji” ile bitiyor diye astroloji, frenoloji ve ufoloji gibi konuları bilimsel sanan nice insan bulunmaktadır, hatta astronomi ile astrolojinin aynı şey olduğunu düşünenler de olmaktadır. Gökbilimci Carl E. Sagan bu durumu şöyle özetlemektedir:

"Yıldızlara iki şekilde bakılabilir: Ya oldukları şekilde, ya da olmalarını dilediğimiz şekilde."

Astrolojiyi bir bilim olarak değerlendirmeyen astrologlar da bulunmaktadır. Ancak astroloji, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, astronomi sahasına da giriş yaptığından dolayı, elbette fizikteki kuvvetler konusuna da değinmemiz gerekiyor. Detayları anlamakta zorlanan okurlarımız her bir kuvvetin altında yer alan “Neden bu kuvvet sorumlu olamaz?” paragraflarını okumakla yetinebilirler.

Astrolojinin Tanımı

Astroloji, yıldızların hesabı manasına gelen “Astrologia” kelimesinden türemiştir. Türk Dil Kurumu’na göre “Yıldız falcılığı” olarak yorumlanmaktadır. Oxford Dictionary ise biraz daha genel bir tanım kullanarak; "Göksel cisimlerin hareketi ile göreceli pozisyonları ve bunların insan hayatı üzerindeki varsayılan etkilerin incelemesidir" diye yazmıştır. Astrolog Robert Currey’e göre; “Astroloji, gök cisimlerinin konumları ve hareketleri ile dünyadaki fiziksel süreçler ve yaşam arasındaki korelasyonun çalışması ve bunun sonucunda ortaya çıkan uygulamalardır. Bazı astrologlar yıldızlar ve takımyıldızlarıyla çalışsalar da, batılı astrologlar Güneş Sistemi içinde Güneş, Ay ve gezegenler (Plüton dahil) ile çalışırlar.”

Demin Currey’nin “Bazı astrologlar...” diye geçen ibarede kastetmek istediği şey birçok sayıda astroloji türü olsa bile, Zodyak (yani Güneş, Ay ve gezegenlerin gökyüzünde üzerinden hareket ettikleri takımyıldızların kemeri, diğer adıyla Burçlar Kuşağı) incelemesi genel olarak ikiye ayrılmaktadır: Hintlilerin kullandıkları Vedik Astrolojisi’ndeki Sidereal Zodyak ve Batı Astrolojisi’nde kullanılan Tropikal Zodyak. Her iki zodyağın arasında farklar vardır ve sıklıkla birlikte karıştırılmaktadır.

Gökyüzünde hayali bir daire olduğunu düşünün, bu Zodyak’ı temsil edecektir. Bu dairenin içinde göksel objeler (Güneş, Ay ve gezegenler) belirli yörüngelerde daima hareket halindedirler. Bu objelerin pozisyonlarını hesaplayabilmek için referans noktaları gerekir, bunların da sabit olmaları gerekmektedir. Sidereal Zodyak, sabit yıldızlar oldukları gerekçesiyle Takımyıldızlarını kullanır. Başlangıç noktası olarak Koç takımyıldızı kullanılır. Toplamda 12 takımyıldızı olmakla birlikte bu 360 derecelik hayali daire 12’ye bölünerek her bir takımyıldızı 30’ar dereceye tekabül eder. Tropikal Zodyak ise referans olarak Ekinoksları (Gündönümünü) kullanır, yani Güneş ile Dünya’nın arasında dört mevsimi (İlkbahar, Yaz, Sonbahar ve Kış) de yaratan bağlantıyı temsil ederler. Başlangıç noktası yine Koç takımyıldızıdır ve İlkbaharın ilk günüdür. Kısacası baharın ilk gelişiyle Güneş’in hayali dairedeki pozisyonu Koç burcunun ilk derecesidir.

Sidereal ile Tropikal’in arasındaki en temel fark, Sidereal, takımyıldızlarını “gerçek” anlamıyla ele alırken, Tropikal bunları “sembolik” anlamında kullanır. Astrologlar bu yüzden sıklıkla “Takımyıldızlarını (İng: Constellation) ve Yıldız sembollerini (İng: Star signs) birbiriyle karıştırmayın” derler, çünkü gökyüzünde kaç takımyıldızı olursa olsun, hayali daire 12’ye bölünmüştür ve 12 burç da isimlerini bu takımyıldızlarından almışlardır, tarihler de her zaman aynıdır. İşte bu sebeple “NASA açıkladı, burçlar 13’e çıktı, herkesin burçları kaydı” ifadesi Tropikal Zodyak’ı kullanan bir astroloğa hiçbir şey ifade etmemektedir. Üstelik, NASA yeni bir şey yapmadı, ancak medya bunu bu şekilde yansıttı ve epey astroloğu kızdırdı. Bahsedilen 13. takımyıldızı olan “Yılan burcu” (Ophiuchus) her zaman vardı. Hatta kaç takımyıldızı var diye sorarsanız, yaklaşık olarak 88 tane olduklarını söyleyebiliriz.



Görsel 1: Tropikal Zodyak’taki (en içteki yuvarlak) her üç burç sembol bir mevsime denk gelmektedir. Ortadaki yuvarlak açısal olarak biraz daha farklı olan Sidereal Zodyak’ı, onun dışında da Astronomik Zodyak bulunmaktadırHazırlayan: Onur Yıldırım, 2017

Astrolojinin Türleri

Astroloji neredeyse her kültürde görülebilmektedir ve dönemler boyunca farklı türleri ortaya çıkmıştır.

  • Babil Astrolojisi: MÖ 2.milenyumda Babil`de ortaya çıkmıştır. Hava durumu, doğal afetler, insanların yaşamı gibi bütün fenomenlerin göklerden etkilendiği inancıyla başlamıştır. O zamanlarda 5 gezegenin varlığı biliniyordu ve tanrıları bunlarla ilişkilendiriliyordu: Jüpiter ve Marduk, Venüs ve İştar, Satürn ve Ninurta (Ninib), Merkür ve Nabo, Mars ve Nergal. Güneş tanrısı Şamaş ve Ay tanrısı Sin, hareketleriyle maddesel dünyayı etkiliyorlardı. Babil Astrolojisi onların hareketlerini tahmin etmeye çalışmaktaydı ve bu şekilde de maddesel olan her şeyin kaderi de öğrenilmekteydi. 12 tane ev oluşturuldu ve bunlar da günümüzde tanıdığımız 12 burcun temelini oluşturmuşlardır: Hayat, Fakirlik/Zenginlik, Kardeşler, Ebeveynler, Çocuklar, Hastalık/Sağlık, Karı/Koca, Ölüm, Din, Şerefler, Dostluk ve Düşmanlık.
  • Helenistik Astrolojisi: MÖ 1.yüzyılda Akdeniz bölgesinde ortaya çıkmıştır. Her şey Büyük İskender`in fethetmesiyle başlamıştı, böylece Babil Astrolojisi ve Mısır Dekanik Astrolojisi birleşerek ilk horoskopik astrolojisi oluşturuldu. Yükselen`i ilk kullanan astroloji türüdür ve bunlardan türeyen 12 göksel evi de içermektedir. Doğum Haritasına (İng: Natal Chart) odaklanıldı ve birisi doğduğunda göklerin pozisyonları hesaplandı.
  • Batı Astrolojisi: Helenistik Astrolojisi’nin bir uzantısıdır ve Zodyak üzerine kuruludur. Günümüzde en çok uygulanan astroloji türü budur ve günlük ile haftalık gazete köşelerini doldurmaktadır. Aynı zamanda kişilerin Doğum Haritaları çıkartılır, yani bir insanın doğduğu anda Güneş, Ay ve gezegenlerin gökyüzünde çizdikleri şekillerin Dünya’dan görünüşüdür. Bu harita kişinin doğum tarihi, yeri ve saatine göre çıkarılır ve sonucunda kişiliğini, yeteneklerini, gelecekteki durumunu ve başarı derecesini gösterir (astrologlar bu noktada “Astroloji deterministik değildir” derler, yani “Kader” ile karıştırılmamalıdır. Söyledikleri şey sadece “Tarih kendini tekrarlar / tarih tekerrür eder”dir). Zodyak`ın kendisi Kuzey yarımküre İlkbahar gündönümündeki Koç’un pozisyonundan başlar. Batı Astrolojisi, MS 2.yüzyılda yaşamış olan Antik Yunan matematikçi ve astronom Claudius Ptolemy`nin Tetrabiblos adlı eserinde görülmektedir. Bu dönemde 7 tane gezegenin (Güneş, Ay, Mars, Merkür, Jüpiter, Venüs, Satürn) var olduğuna inanılıyordu ve günümüzde Ptolemaic Sistemi olarak bildiğimiz Dünya-Merkeziyetçi (Jeosantrizm) görüşü hakimdi. Güneş`in ve Ay`ın bile o dönemlerde gezegen sayılıp Uranüs (Sir William Herschel tarafından 1781`de keşfedildi), Neptün (John Couch Adams tarafından 1846`da keşfedildi) ve Plüton (Clyde Tombaugh tarafından 1930`da keşfedildi, 2006`da cüce gezegen olarak tanımlandı) gibi gezegenlerin varlığı da bilinmiyordu. Gezegen tanımları matematikçi ve astronom Nikolas Kopernik`in zamanında daha iyi anlaşılmıştı. 

Bahsi geçen 12 burcun isimleri ve tarihleri şöyledir:

  1. Koç Burcu (Aries) - 21 Mart - 20 Nisan
  2. Boğa Burcu (Taurus) - 21 Nisan - 21 Mayıs
  3. İkizler Burcu (Gemini) - 22 Mayıs - 21 Haziran
  4. Yengeç Burcu (Cancer) - 22 Haziran - 22 Temmuz
  5. Aslan Burcu (Leo) - 23 Temmuz - 23 Ağustos
  6. Başak Burcu (Virgo) - 24 Ağustos - 22 Eylül
  7. Terazi Burcu (Libra) - 23 Eylül - 23 Ekim
  8. Akrep Burcu (Scorpion) - 24 Ekim - 22 Kasım
  9. Yay Burcu (Sagittarius) - 23 Kasım - 21 Aralık
  10. Oğlak Burcu (Capricorn) - 22 Aralık - 20 Ocak
  11. Kova Burcu (Aquarius) - 21 Ocak - 18 Şubat
  12. Balık Burcu (Pisces) - 19 Şubat - 20 Mart
  • Çin Astrolojisi: Diğer türlerden biraz farklıdır çünkü modern takvim yerine Çin takvimine bağlıdır. 60 senelik bir döngüye sahiptir ve ilk kısmı Yin ile Yang formlarında Beş Elementten, yani sırasıyla Tahta, Ateş, Toprak, Metal ve Su’dan oluşur. Ardından 12 Zodyak hayvan işareti ya da Dünyevi Dallar bulunur, bunlar da sırasıyla: Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun (Koç ya da Keçi), Maymun, Horoz, Köpek ve Domuz.

  • Fiziksel Kuvvetler ve Etkileri

    Güneş, Ay ve gezegenlerin yaşamlarımızı ve kişiliklerimizi etkileyebilmeleri için bize ulaşabilen güçlü bir kuvvetin olması gerekmektedir. Sonuçta Plüton cüce gezegeni bile bizden ortalama olarak yaklaşık 6 milyar kilometre uzaklıktadır, yani saatte maksimum 950 kilometre hızla giden bir Boeing 777 uçağı ile 700 küsür sene sonra Plüton’a varırdınız.

    Temel kuvvetler (ya da temel etkileşimler) parçacıkların birbiriyle nasıl etkileşim halinde olduklarını anlatır. Bundan sonraki kısımlar biraz kafa karıştıcı gibi gelse de, elinizden geldiğince dikkatli bir şekilde okumanızı tavsiye ederiz.


  • Görsel 2: Fizikteki Standart Modele ait temel parçacıklar

    Hazırlayan: Onur Yıldırım, 2017


Bugüne kadar yapılan araştırmalarda bu etkileşimlerin sayısı 4 temel kuvvete indirgenmektedir:

1. Yeğin Nükleer Kuvvet

Adından da anlaşılacağı gibi 4 kuvvetin arasında en kuvvetli olanıdır. Elektromanyetizmadan 100 kat, zayıf çekirdek kuvvetinden 105 kat ve kütle çekim kuvvetinden de 1039 kat daha kuvvetlidir.

  • Yeğin Kuvvet: Yeğin etkileşimden dolayı kuarklar ve gluonlar birbirine bağlıdır. İlginç bir şekilde mesafe arttıkça kuvvetin kendisi azalmamaktadır. Bunun yerine bir limite ulaştığında (aşağı yukarı bir hadron`un boyutu kadar) kuvvet 100,000 Newton`da sabit kalmaktadır. Kuarklar belirli bir mesafeye kadar çekilince, boşluktan yeni bir kuark/anti-kuark yaratacak enerjiye sahip olmada elverişlidir. Bu yüzden kuarklar sadece hadronlar halinde bir arada bulunur ve hiçbir bağımsız kuark gözlemlenmemiştir. Bu "Renk Hapsi" (İng: Color Confinement) olarak bilinir, fakat bu bizim bildiğimiz anlamda gördüğümüz renkler değildir, yeğin etkileşimdeki kuarkların ve gluonların bir özelliğidir.
  • Arta Kalan Yeğin Kuvvet: Arta kalan yeğin kuvvet adından da anlaşılacağı gibi yeğin etkileşiminden arta kalandır. Bu kuvvet atomik çekirdeğin içerisinde hadronlar arasında görülür. Hadronlar mezonları (bunlarda bir kuark ile bir anti-kuark bulunur, tıpkı pions ve kaons gibi) ve baryonları (bunlar 3 kuarktan oluşur, tıpkı proton ve nötronlar gibi) içerir. Mezonlar atomik çekirdek içerisinde nükleonlar arasında iletilir ve birbirine bağlarlar (böylece aynı elektrostatik yüke sahip protonların birbirlerini itmesini önler). Yeğin etkileşimlerin aksine, arta kalan yeğin kuvvet mesafe arttıkça kendisi azalmaktadır ve 10-15 metre ötesinde varlığı görülmemektedir.

Neden Bu Kuvvet Sorumlu Olamaz? Yeğin kuvvetin yaşantımızı etkilemediği ortadadır, çünkü sadece kuarklar ile gluonlar arasında görülmektedir, yani hayal edilemeyecek kadar küçük boyutlarda etkilidir. Bununla beraber belirli bir mesafeden sonra kuark/anti-kuark çiftleri yaratılır ve bu da kuarklar arasındaki mesafenin maksimum bir sınırı olduğunu gösterir. Bu arta kalan yeğin kuvvet için de geçerlidir çünkü maksimum etki mesafesi 10-15 metre kadardır. Bu sebeple böyle bir kuvvetin gezegenler arası etkili olduğunu söylemek fazlasıyla abartılı olurdu.

2. Zayıf Nükleer Kuvvet

W ile Z bozonların (ara vektör bozonları) değişimiyle ortaya çıkar. Adına "zayıf" denir çünkü elektromanyetizma`dan 10-11 kat ve yeğin kuvvetten de 10-13 kat daha zayıftır. Daha çok beta bozunmasına yol açmasıyla bilinmektedir.

  • Zayıf Kuvvetin Benzersizliği: Zayıf etkileşim solak leptonları, kuarkları ve nötrinoları etkilemektedir (nötrinoları etkileyen bir diğer kuvvet kütle çekim kuvvetidir, ancak etkisi önemsizdir).
  • Tat Değiştirici: Zayıf kuvvet tat değiştiren tek kuvvet olarak bilinmektedir, yalnız bu tat bildiğimiz anlamda tat değildir. Bahsettiğimiz tat parçacık fiziğinde temel parçacıkların kuantum sayısı anlamına gelmektedir. Beta bozunmasını örnek alalım. Bir nötron`un (1 yukarı kuark ve 2 aşağı kuark) bir protona (2 yukarı kuark ve 1 aşağı kuark) dönüşmesi için aşağı-kuarklardan bir tanesi yukarı-kuark`a dönüşmesi gerekir. Bir W-negativ bozon yaymasıyla bu elektron(e-) ile anti-nötrino(νe)`ya parçalanır.

  • Görsel 3: Beta çözünmesini gösteren Feynman DiyagramıKaynak: Wikimedia Commons, Joel Holdsworth, 2007

  • Simetri İhlali: Doğa kanunlarının ayna yansımasında da aynı kalacağı düşünülüyordu. Bir ayna ile gözlemlenen bir deneye ait sonuçların deney aygıtının bir ayna-yansımasının kopyasıyla aynı olması bekleniyordu. Buna "Parite Korunumu Yasası" (İng: Law of Parity Conservation) denmektedir. Yine de 1950`lerin ortalarında Chen Ning Yang ve Tsung-Dao Lee zayıf kuvvetinin bu yasayı ihlal edebileceğini önerdi. Chien Shiung Wu ve ortakları 1957`de parite`yi büyük oranda ihlal ettiğini keşfetti ve böylece Yang ile Lee 1957 senesinde fizik dalında Nobel Ödülüne sahip oldular. CP simetrisi bir parçacığın kendisine karşılık gelen anti-parçacıkla yer değiştirdiğinde (C simetri, yani yük birleşme simetrisi) ve sol ile sağ yer değiştirdiğinde (P simetri, yani parite simetrisi) fizik yasalarının aynı olacağını açıklar. Yine de zayıf kuvvetin CP simetrisini ihlal edebileceği görüldü, böylece bu evrende de asimetri yaratmaktadır. Bu evrende neden sadece maddenin olduğunu gösteren muhtemel bir açıklamadır, çünkü böyle bir ihlal olmasaydı o zaman madde ile anti-madde birbirini yok ederdi.

  • Görsel 4: Elektron döngü rezonansıKaynak: Hazırlayan: Arsel B. Acar, 2017

Neden Bu Kuvvet Sorumlu Olamaz? W ve Z bozonların kütleleri 90 GeV/c2 (bu atom-altı ölçeğindedir) ortalama ömürleri 3x10-25 saniye kadardır. Işık hızında yol alsa bile zayıf kuvvetin etkisi 10-18 metreyle sınırlıdır ki bu da atomik çekirdeğinden 1000 kat daha küçüktür. Bu arta kalan yeğin kuvvetten 1000 kat daha küçük olduğu anlamına gelir, bu sebeple bunun astrolojik iddiaları desteklemesi beklenemez.

3. Kütle Çekim Kuvveti

Kütle çekim kuvveti birçoğumuza tanıdık gelen bir kuvvettir, bazılarımız da bu kuvveti Newton`un kafasına düşen elma hikayesinden tanımıştır (ki bu hikaye tam olarak böyle değildir). 4 temel etkileşimin arasında en zayıf kuvvet kütle çekim kuvveti olduğu halde sonsuz bir menzile sahiptir ve mesafeyle çok yavaş bir şekilde bozunuma uğrar, bu sebeple "astrolojik kuvvet" için en ideal kuvvet adayı sayılabilir. Kütle çekimin nasıl çalıştığını en iyi Genel Görelilik kuramı göstermektedir ve bilim camiası tarafından da kütle çekim için en iyi model olduğu kabul edilmektedir. 1907 ile 1915 seneleri arasında Albert Einstein`ın bu kuramı geliştirmesiyle, tahminler konusunda teorinin kendisi oldukça başarılıdır fakat mükemmel değildir. Yine de teoriyi destekleyen onca kanıtı da görmezden gelmememiz gerekir.Genel Görelilik açısından kütle çekim kuvveti uzay-zamanın kütle tarafından bükülmesiyle görülür ve serbest-düşen objeler de bükülen uzay-zamanda düz çizgiler üzerinde hareket etmektedir. Bu düz çizgilere "Jeodezikler" denilmektedir. Bir objeye kuvvet uygulandığında uzay-zamanda jeodezikten sapacağını belirtir. Dünya`daki her şey kütle çekim kuvveti üzerine kuvvet uyguladığından jeodezik`i takip etmemektedir.

Neden Bu Kuvvet Sorumlu Olamaz? Kütle çekimi sınırsızca uzandığı halde etkisi yine de hızlı bir şekilde azalmaktadır, öyle ki gezegenlerin Dünya üzerinde uyguladıkları kuvvet hiçe yakındır. Kütle çekimi oldukça büyük olan Jüpiter gibi bir gezegen bile Dünya`nın yörüngesini etkileyememektedir. Böylece Güneş Sisteminde bizleri doğrudan etkileyen sadece iki gökcismi bulunmaktadır. Güneş bizi yörüngede tutmaktadır, Ay da gezegenimizde gel-gitlere sebep olmaktadır. Hatta Güneş Sistemindeki bütün gezegenlerin (Plüton`u da dahil edelim) Dünya üzerinde uyguladıkları kütle çekim kuvvetini hesaplarsak, hepsini topladığımızda Ay`ın üzerimizde uyguladığı kütle çekiminin %2`sinden az olmaktadır! Bu yüzden kütle çekim kuvveti de astroloji için en ideal kuvvet adayı olduğu halde iddiaları desteklemek açısından geçersizdir.

4. Elektromanyetizma

Elektromanyetizma yüklü parçacıkları etkileyen bir kuvvettir ve birçok kişi tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Bu kuvvet bedeninizdeki atomları bir arada tutar, elektronların atomik çekirdeğin yörüngesinde kalmasını sağlar, mıknatısların itmesini ve çekmesini sağlar, vs.

Neden Bu Kuvvet Sorumlu Olamaz? Astroloji, Ay’ı, Güneş`i ve gezegenleri içermektedir. Ancak Ay`ı bir kenara koyarsak, Dünya üzerindeki fark edilebilir tek etki Güneş`ten kaynaklanmaktadır. Merkür, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Dünya manyetosfere sahiptir, diğer gezegenlerin manyetik alanları çok zayıftır. Jüpiter`in manyetosferi Dünya`dakinden 14 kat daha büyük olsa bile, Güneş`in yönünde sadece 7 milyon kilometre boyunca uzanmaktadır, bu sebeple Dünya`nın üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Görüldüğü üzere diğer kuvvetler gibi bu kuvvet de astrolojik iddiaları destekleyemez.

Keşfedilmemiş Bir Kuvvet Olabilir Mi?

Sıkı bir astroloji savunucusu şöyle diyebilir: "Ne olmuş yani? Bütün bunların arkasında henüz keşfedilmemiş bir kuvvet olabilir." Tabi böyle bir şey söylendiğinde kişinin bunu kanıtlaması gerekir. Fiziğin 4 temel kuvveti mesafeyle hızlı bir şekilde bozunuma uğramaktadır bu sebeple gezegenler-arası etkileri çok küçüktür, bu yüzden beşinci kuvvetin mesafeyle bozunmayacak kadar kuvvetli olması gereklidir. Galaksimizde 1011 tane yıldız bulunduğu halde bu kadar etkili bir şey görülememiştir. Astrolojiye göre Güneş`in ve Plüton`un eşit etkilere sahip olduğu da söylendiğine göre büyüklük bu durumda önemsizdir. Durum böyle ise o zaman Güneş`in yörüngesinde bulunan asteroiti de hesaba katmamız gerekirdi. Kuiper Kemeri`nde 70,000 tane objenin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bütün bu durumlardan dolayı bazı astrologların muhtemel bir açıklama olarak Sicim Teorisine sarıldıklarını görebiliyoruz.

Astrolojiye Dair Bazı Sorular

  • Eksen Devinimi (Axial Precession): Devinim hareketi dönen bir objeye dönme momentinin eklenmesiyle dönme eksenin yönünü değiştirmesiyle görülür, çünkü dönme momentinin açısal hızı dönen objenin asıl açısal hızını arttırır, bu da dönme eksenin yön değiştirmesine sebep olur. Bu etki Dünya`da da görülmektedir ve "Ekinoks Devinimi" olarak bilinir. Elips üzerinde ekinoksların Batı yönündeki yavaş hareketidir ve yaratılan dönme momenti tarafından kaynaklanmaktadır, bu da ekvatordan elipse doğru olan çıkıntı üzerinde Güneş`in ve Ay`ın kütle çekim kuvvetinden kaynaklanmaktadır. Tam bir 360 derecelik dönüş 25,800 yıl sürmektedir. Peki bütün bunlar astroloji için ne anlama gelmektedir? 25,800 yılı 360`a bölersek sonuç 72 çıkar. Başka bir deyişle, dönme aksın 1 derece kayması 72 sene sürmektedir. MÖ 2000 civarında Babillilerden beri ekinokslar yaklaşık olarak 56 derece (4032/72=56) kaymıştır.
  • Natal Astroloji: Natal astroloji bireyin doğduğu zaman, tarih ve yerine göre o kişinin yaşamı üzerinde odaklanır. Neden illa doğduğu anla ilgilenmek gerekiyor? Kadının rahminde bebeği dış dünyanın etkilerinden koruyan özel bir tabaka mı var?
  • Aynı Burçtaki Farklı Kişilikler: Örneğin "Oğlak" burcunu ele alalım ve bu burca sahip ünlü kişilere bir bakalım: Elvis Presley (Müzisyen), Rod Stewart (Solist), Mao Tse Tung (Politik lider), Joseph Stalin (Diktatör), Johannes Kepler (Astronom), Richard Nixon (ABD Başkanı), Joan d`Arc (Aziz), Al Capone (Gangster), Muhammed Ali (Boksör). Herhangi bir yerden Oğlak burcundan olan kişilerin ne tür özelliklere sahip olduğunu araştırabilirsiniz, ama gördüğünüz gibi saydığımız bu kişilerin hepsi farklı kişiliklere sahiptir; bazıları milyonları etkileyen şarkılar çalmıştır, bazıları da milyonların ölümüne sebep olmuştur. Astrologlar genellikle buna “Sadece Güneş burcuna bakıyorsunuz, işin içinde Ay burcu, Mars burcu, Jüpiter burcu, vs. var”. Bu da tekrar bizi fiziksel kuvvetler konusuna getiriyor. Aklımıza “İkizler neden farklı ve bazen zıt kişiliklere sahip?” sorusu da geliyor haliyle.

Bütün Bunlardan Çıkarılan Sonuç

Astroloji savunucularında görülen genel tepki “Bizi bir türlü anlamıyorsunuz”dur. Bunun takibinde “Zamanında Galileo’ya da inanmamışlardı” denilmektedir. Aynı şekilde astrolojik iddiaları teste tabi tutan deneylerin ön yargılı bir şekilde yapıldıklarını ve bilim insanlarının astrolojiyi alaya almaktan dolayı ciddiyetsiz davrandıkları öne sürülmektedir. Bu dört önermenin de neden doğru olmadıklarını kısaca açıklayalım; 

  • Ortaya bir iddia sürüldüğünde, anlaşılır olmak mecburiyetindedir, bu sebeple ortadaki anlaşılmazlığı gidermesi gereken kişi iddia sahibidir. 
  • Galileo’ya gelinirse, düşünceleri kanıtlara dayalı olmayan bir kesim tarafından yargıya tutulmuştu, onun elinde ise bir bilimsel gözlem bulunuyordu. Günümüzde ise astrologların karşılarında kanıtlara dayalı hareket eden bütün bilim camiası bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikisi çok farklı şeylerdir. 
  • Bilimde en doğru sonuçları elde edebilmek için de dürüstlük şarttır, bu sebeple yapılan onca deney astrologların lehine çıkmadıkları için bu deneylerde inatla bir kusur aramak bir bahane üretmekten farksızdır. 
  • Son olarak da, elbette her bilim insanın kendi düşünceleri ve bazı konularda ön yargıları olabilmektedir, sonuçta hepsi birer insandır, ancak söz konusu bilimsel araştırma olunca, kişisel inançları ve görüşleri ne olursa olsun, verilerle kabullenmek zorundadırlar, bu sebeple astrolojik iddiaların herhangi bir tutarlığı olsaydı, bilim insanları bunları örtbas etmek yerine çoktan kabul etmiş olurlardı.

Astrologlar tarafından sıkça öne sürülen Percy Seymour’un çalışmaları ve Michel Gauquelin’in “Mars Etkisi” de ne yazık ki ikna etmek için yeterli değillerdir. Aynı şekilde astrologların hatalarını gösteren 1985 tarihinde Shawn Carlson’ın deneyini ve eskiden astrolog olup günümüzde sıkı bir eleştirmeni olan Dr. Geoffrey Dean’in analizlerini burada paylaşma gereği bulmadık, her türlü “deneyler kusurluydu, deneylerin kontrolünde astrolog yoktu, bilim insanları deneylerde ön yargılı davrandı” gibi itirazlar yükselecektir, bu sebeple sadece evrende var olduklarını bildiğimiz fiziksel kuvvetler üzerinde odaklanmayı tercih ettik.

Astroloji’yi okuyup araştıran bazı okurlar da belirli yanılgılara düşmektedirler. Bunlardan ilki astrologlarca kurulan “Bilim insanları bizi ısrarla anlamıyor” ifadesidir, bu da okurların zihinlerinde bilim insanların ön yargılı ve açık fikirli olmayan birer insan olarak yer edinmesine neden olmaktadır. Aynı şekilde astrologların savunmalarında çok sık bir şekilde “Ama eskiden bu da bilinmiyordu sonra bilim dünyası kabul etti” gibi bir “Bir gün siz de göreceksiniz” tavrı sergilenmektedir.

Forer Etkisi

İkinci bir genel yanılgı ise, “Ama bu burçta yazılanlar aynen beni tarif ediyor” düşüncesidir. Diğer burç yorumlarını da açıp okuyun, mutlaka aralarında sizinle oturan özellikler keşfedeceksiniz. Genel halka hitap eden özellikleri kişisel algılamak psikoloji alanında “Forer (Barnum) Etkisi” olarak bilinmektedir, astrologlar da bu etkinin ne olduğundan haberdarlar elbette, hatta mantıksal safsataları da araştırıp astroloji eleştirmenlerin hangi safsatalara başvurduklarını bulmaya çalışabildiklerini görebilirsiniz kendi yayınları ve siteleri içerisinde.



Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Film, Sinema, Dizi, Belgesel, Program >İKSV’DEN Leyla Gencer Anısına Bir Belgesel: LEYLA GENCER: LA DIVA TURCA // Türkçe Altyazılı
  2.Tem.2022 Cmt 13:21:36
https://www.youtube.com/watch?v=L82um-ZAApM


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Yaşam Hakkı | Sevil Atasoy | TEDxIstanbul
  8.Tem.2022 Cum 22:26:18
https://www.youtube.com/watch?v=3C7lBH_-ego

"Doğa, eşcinsel davranışı defaatle gösteren bir sistem" diyen Prof. Dr. Sevil Atasoy, LGBTİ hakları konusunda yaptığı konuşmada ülkemizin ve bireyler olarak hepimizin tek tek alması gereken çok yol olduğunu belirtiyor. Sadece eksik yasaları değil, zihniyetimizi değiştirmemiz gerektiğini anlatırken, bizden de bir ricası var: Herkesin yaşama ve istediğini sevme hakkını kabullenip bunu diğer insanlara anlatmamız. Sevil Atasoy, Kriminalist Prof. Dr. Sevil Atasoy, Alman Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nden mezun oldu, biyokimya alanında uzmanlık ve tıp bilimleri doktorası yaptı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliğinin yanı sıra, 1980-1993 arasında Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Kimyasal Tahliller İhtisas Dairesi başkanlığını, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün 1987-2005 yılları arasında müdürlüğünü yürüttü ve 2009’a kadar öğretim üyeliğini sürdürdü. 2005-2009 arası, Hürriyet gazetesinde haftalık adli bilim yazıları kaleme aldı. 2005-2010 arasında Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu`nun başkanlığını üstlendi. Ayrıca, Mağduriyet Projesi’nin yürütücüsü, Kanıt adlı televizyon programının konsept sahibi ve hikâye danışmanı, Teşvikiye Laboratuvarı, IFSS ve S. Atasoy-Ekinci danışmanlık şirketlerinin sahibidir. Halen Üsküdar Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Suç Önleme Merkezi Müdürü olarak görev yapmaktadır. This talk was given at a TEDx event using the TED conference format but independently organized by a local community. Learn more at https://ted.com/tedx


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Felsefe, Din, İçsel meseleler >Kişiliğe Saldırı (Ad Hominem) Safsatası: İnsanlar Cevap Veremediklerinde Neden Kişiliğe Saldırır?
  28.Ara.2022 Çar 19:27:51



Ad hominem argümanları, doğrudan bir argüman yerine, argümanın kaynağı olan birey veya gruplara yönelik kişisel ve dolaylı bir saldırı yapıldığında meydana gelir. Basit bir alaycı isim takmaktan, daha karmaşık retorik tekniklerine kadar uzanan birçok türü vardır. Bu çerçevede bir ad hominem argümanı örneği, bir kimsenin dikkat çektiği bir noktayı düzgünce ele alıp cevap vermek yerine bu kimseye küfretmeyi veya içinde bulunulan siyasi/ekonomik duruma yönelik bir eleştiri getirildiğinde bu eleştirilerin hangi lobinin etkisiyle ortaya çıktığını sormayı içerir.

Ad hominem argümanlar, çeşitli alanlarda yürütülen resmi ve gayri resmi tartışmalarda yaygın şekilde kullanılmaktadır ve bu nedenle anlaşılması son derece önemlidir. Makalemizde ad hominem argümanları ve türleri hakkında daha fazla bilgi edinecek, bu argümanlara düzgün bir şekilde cevap vermek için neler yapabileceğinizi göreceksiniz.

Ad hominem, üzücü bir şekilde günümüzde insanların en sık düştüğü, en affedilmez mantık hatalarından birisidir. Bu hata, özellikle ülkemizde pek çok tartışmanın anlamsızlaşmasına ve sonuç çıkmayacağının daha en başından belli olmasına sebep olmaktadır.

Ad hominem safsatası, temel olarak, tartışmanın taraflarından birinin, karşısındakinin iddiasını, karşısındakinin kişisel özelliklerinden veya şahsından yola çıkarak reddetmesine ya da güvenilir bulmamasına denmektedir. Yani bu mantık hatasında kişi, düşünceleri tartışmayı bırakarak, kişiliğe ve düşüncelerin sahiplerinin özelliklerine saldırmaya başlar. Bu da konunun dışına çıkılmasına ve yersiz ve/veya anlamsız tartışmalara sebep olur. Ad hominem`in genellikle iki basamağı vardır:

  1. Argüman sahibinin karakterine, içinde bulunduğu durumlara veya yaptığı davranışlara saldırı kısmı
  2. Bu saldırıyı, karşıdakinin argümanına karşı bir kanıt içeriği taşıyormuş gibi gösterme kısmı

Bir örnek verelim:

  • Ayşe: "Ali bana düşük kalorili bir diyet yapmamı tavsiye etti. Böylece kilo kaybetmem mümkün olabilirmiş."
  • Hasan: "Ali, düşük kalorili diyetin kilo kaybettireceğini söylüyormuş. Hah! O diyet tavsiyesinden ne anlar! O koca popolu bir şişko. Hem sivilceleri de var. Saçları da yağlı, darmadağınık. Daha fenası, o Galatasaray`ı tutuyor. Bir Galatasaraylıdan ne beklersin? Kendisine baksın o bir önce..."

Fark edileceği gibi, düşük kalorili diyetlerin kilo kaybına neden olacağı bilgisinin, onu söyleyen kişinin kilosundan, sivilcelerinden, saç yapısından, tuttuğu takımdan bağımsızdır. Argümanı çürütmek istiyorsak, düşük kalorili diyetlerin neden kilo kaybına neden olmadığı konusuna odaklanmamız gerekiyor.

Ancak elbette mantık hatalarını bu tip (kimi zaman) “abartılı” gelebilecek örnekler üzerinden ifade etmek çok doğru değil. Zira örneklendirme veya teşbih sırasında da hatalar yapılabilir. Bu yüzden filozoflar mantık safsatalarını daha formel bir şekilde ifade ederler.

Bir mantık hatasını tanımlamanın en kolay yolu, onu "formülize" etmektir. Bu örnekte bunu nasıl yapacağımızı öğrenelim. Ad hominem mantık safsatasının genel formülü şu şekildedir:

  1. A Kişisi, X iddiasında bulunuyor.
  2. B Kişisi, A Kişisi`ne saldırıyor.
  3. Dolayısıyla A Kişisi`nin X iddiası yanlıştır.

Ad hominem`in, mantık hataları arasında yer almasının sebebi, açık bir şekilde, bir insanın karakterinin, içinde bulunduğu durumların veya hareketlerinin; kişinin ileri sürdüğü argümanla çoğu zaman ilgili olmamasıdır. İlgili olsa bile bu, karşıdaki kişinin bu kişinin fikirleri yerine karakterine, içinde bulunduğu durumlara veya hareketlerine saldırmasını meşru kılmaz. Taraflar, her zaman fikirleri tartışıyor olmalıdır, kişileri değil.

Ülkemizde, ne yazık ki bu hata, çok ciddi ve sık bir şekilde yapılmaktadır. Tartışmalarda, kişilerin bir noktadan sonra fikirler yerine karşısındakinin karakterine, geçmişine veya davranışlarına saldırdığı ve bu sebeple tartışmaların tansiyonunun gereksiz yere yükseldiği, bunun sonucunda da çoğu tartışmanın sonuçsuz kaldığı görülmektedir. Ülkemizdeki tahammülsüzlük sorunu, bu durumun temel sebeplerinden biridir. Ancak biz, bilim insanları ve bilimseverler (ve şüpheciler) olarak bu sınırları çok iyi bir şekilde belirlemeli ve bu mantık hatasına düşmemeliyiz.

Yerinde ve Yersiz Ad Hominem Argümanları

Günlük dilde "ad hominem argümanı" terimi, bir argümanın kaynağına karşı uygun temellere dayanmayan ve yersiz bir kişisel saldırıyı ifade etmek için kullanılır.

Bu tür argümanlar aşağıdakilere ek olarak birçok sebeple safsata olarak kabul görmektedir:

  • Ad hominem saldırısı tartışmayla ilgisizdir.
  • Ad hominem saldırısı, tartışmada ispat yükünü haksız bir şekilde başka bir tarafa kaydırmak için veya konuyu değiştirmeyi amaçlayan bir saptırma taktiği olarak kullanılmaktadır.
  • Ad hominem saldırısı, bir argümanın kaynağına yönelik bir saldırının argümanı başarılı bir şekilde çürüteceği varsayımını içerir.

Ancak, bir argümanın kaynağına yönelik saldırılar, mantık çerçevesinde doğası gereği kusurlu ve dolayısıyla her zaman hatalı olmayabilir.[1], [2] Yani böylesi saldırılar tartışmayla ilgili olduğu, uygun şekilde gerekçelendirildiği ve hatalı bir muhakeme içermediği sürece kullanılmasında bir sakınca yoktur.[3], [4]

Örneğin bir bilim insanının yeni bir tıbbi tedavinin etkinliği hakkında bir argüman sunduğu bir durumu ele alalım. Böyle bir durumda bu bilim insanının dış görünüşüne yönelik yapılan bir ad hominem saldırısı hatalı olacaktır; ancak bilim insanının çalışmasına kimin sponsor olduğu sorusunu içeren bir ad hominem saldırısı konuya uygun ve yerindedir.

Ad hominem argümanların kullanılabileceği birçok yol ve alabileceği birçok biçim bulunmaktadır ve bu sebeple bu argümanların doğası ve sınıflandırılması üzerine birçok felsefi tartışma yapılmıştır. Bununla beraber bu tartışmalara pratik bir perspektiften bakıldığında argümanın doğası ve sınıflandırılması üzerine yapılan ayrımlar önemini yitirmektedir; zira pratik bağlamda önemli olan bilgi, kişisel saldırıların zararlı olabileceği bilgisidir. Bu zarar olgusu da argümanın kendisine, argümanın sunuluş biçimine ve kullanıldığı bağlama bağlıdır.

Ana hatlarıyla ele alındığında "ad hominem argümanları" terimi günlük dilde, tartışmayla ilgisi olmaması gibi bir nedenle hatalı olarak değerlendirilen saldırıları kast etmek için kullanılır; ancak ad hominem argümanları da büyük oranda içerdikleri safsatalardan bağımsız olarak yerinde ve mantığa uygun şekilde kullanılabilmektedir.

Not: Ad hominem argümanları kavramı bazen "argumentum ad hominem" ismiyle de anılmaktadır; bir safsata olarak ele alındığında ise ad hominem safsatası, kişiliğe saldırı safsatası veya kişisel saldırı safsatası ismi ile anılmakta olup safsata temelinde konuyla bir alakası olmayan bir unsura saldırı içermesi sebebiyle alakalılık safsatası ve bir argümanın kaynağına saldırması sebebiyle genetik safsata başta olmak üzere çeşitli kategoriler kapsamında da değerlendirilmektedir.

Ad Hominem Argümanlarına Bazı Örnekler

Ad hominem argümanın temel bir örneği, ince elenmiş sık dokunmuş bir argümana verilen "Sen aptalsın, bu yüzden ne anlattığın umurumda değil." cevabıdır. Bu, ad hominem argümanlarının kişisel saldırıdan başka bir şey olmayan ve tartışılan konuyla belki de hiç ilgisi olmayan en temel türüdür.

Daha karmaşık bir ad hominem argüman örneği aşağıdaki diyalogda görülmektedir:

  • Alex: Bence hükümetin federal bütçeyi dağıtma şekli üzerine biraz daha düşünmeliyiz.
  • Bob: Eğer hükümetimizin vergi gelirlerini nasıl kullanacağını desteklemeyecek ve hükümetimize güvenmeyecekseniz ülkeyi terk edip başka bir yere gidebilirsiniz.

Bu örnekte Bob ad hominem safsatasına başvurmaktadır; zira kendi düşüncelerini ifade etmek veya Alex`in argümanını tartışmak yerine Alex`in iddiasını kişisel bir saldırıyla reddetmektedir.

Bir başka hatalı ad hominem argüman da aşağıdaki tartışmada görülmektedir:

  • Alex: Az önce bu teorinin yanlış olduğunu açıkça iddia eden yeni bir çalışma gördüm.
  • Bob: Peki, sen bu alan hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, kim seni niye umursayıp dinlesin ki?

Bu ad hominem saldırısı, aralarında en önemlisi çalışma üzerine tartışmak yerine doğrudan bu çalışmayı dile getiren kişiye saldırmak olmak üzere bir dizi nedenden ötürü hatalıdır.

Bununla birlikte, daha düzgün şekilde ifade edilmiş bir ad hominem argümanı benzer koşullar altında kabul edilebilir nitelikte olabilir:

  • Alex: Bu teori hakkında çok şey okudum ve teorinin kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum.
  • Bob: Bu alanda uzmanlığınız ne boyutta? Bildiğim kadarıyla hiçbir resmi yeterliliğiniz yok, bu da beni bu teoriyi ortaya atan uzmanların görüşlerinin aksine sizin görüşlerinize güvenme konusunda temkinli olmaya itiyor.

Bir önceki örnekten farklı olarak bu ad hominem argümanı, hatalı olmaktan ziyade yerindedir; zira ad hominem argümanına başvuran kişi, karşıt argümanın kaynağına odaklanmakta ve ad hominem saldırısını konuyla açıkça bağdaştıracak şekilde ifade etmektedir.

Not: Ad hominem argümanlarla birlikte sıklıkla kullanılan bir retorik tekniği de, bir kişinin rakibinin argümanını düzgünce ele almaksızın veya bu argümanın neden saçma bir argüman olduğunu kanıtlar nitelikte yeterli delil sunmaksızın göz ardı etmesine sebep olan taşa başvurma safsatasıdır.

Hile ve Tahrik Safsataları

Ad hominem, bir kategorizasyona göre tahrik (İng: "Red Herring" Logical Fallacies) sınıfına da girmektedir. Kimi zaman karşıdaki kişinin davranışları, tartışmanın taraflarının tahrik olmasına ve bunun sonucunda provokasyon temelli öfkenin doğmasına sebep olabilir. Bu noktada, varsa tartışmanın moderatörüne, yoksa da tartışma öncesi kurallar konulmasına ve bu kurallara riayet edilmesine büyük önem düşmektedir.

Şimdi, bir örnek daha verelim:

  • Kemal: "Bence kürtaj ahlaki olarak yanlıştır."
  • Necla: "Tabii ki böyle söylersin, sen bir dindarsın!"
  • Kemal: "Peki ya bu iddiamı savunmak için ileri sürdüğüm argümanlara ne demeli?"
  • Necla: "Onlar sayılmaz. Dediğim gibi, sen dindar birisin ve bu yüzden kürtajın yanlış olduğunu söylemen gerekiyor. Ayrıca sen cemaate hoş gözükmek istiyorsun, dolayısıyla söylediğin şeye inanmıyorum."

Burada Necla, Kemal`in önceden iddiasını savunmak için ileri sürdüğü tüm argümanları Kemal’in şahsi bir özelliğinden dolayı reddederek, mantık hatasına düşmektedir. Görülebileceği gibi, bu tip safsatalar o kadar yaygındır ki, ilk okuduğunuzda argümanda hiç de hata yokmuş gibi gelebilir! Zaten tehlike de buradadır. Safsatalara öyle alışığızdır ki, tartışmalarımız safsatalardan öteye gidememektir.

Halbuki Kemal`in ileri sürdüğü iddialar, son derece mantıklı ve bilimsel olabilir. Burada onlara yer vermedik elbette; upuzun bir tartışma olurdu bu. Ama bir kişinin savunusu, kişinin dindar olmasından bağımsız olarak bilimsel ve geçerli olabilir. Hatta kişi, genel olarak bir mesleğin ya da grubun yaygın savunusunu tekrar ediyor olsa bile!

İtiraz ettiğinizi duyar gibiyiz:

İyi ama bu tip ahlaki sorunları içeren konularda, kimi zaman kişiler gerçekten de inançlarından ötürü düzgün argümanlar üretemeyecek kadar bağnaz olabiliyorlar!

Evet, haklısınız. Ancak konu, siteminizin geçerli olup olmamasıyla ilgili değil! Argümanınızın zayıf olmasıyla ilgili. Karşıdakinin kişiliğine veya mesleğine saldırarak münazara anlamında bir yere varmanız mümkün değildir (eğer ki konu, profesyonel donanım gerektiren bir konu değilse tabii – ki o durumda bile argümanlara odaklanmak daha sağlıklı olacaktır). Dolayısıyla kişiye saldırmak yerine, sakin olun ve argümanlara saldırmaya devam edin. Eğer haklıysanız ve sakin kalırsanız, karşı tarafın iddialarını hiçbir mantık safsatasına düşmeden çürütebilmelisiniz. Korkunuz olmamalı!

Ad Hominem Argümanlarının Türleri

Her biri karşıt argümanın kaynağına saldırmanın farklı bir yolunu temsil eden çok sayıda ad hominem argüman türü bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlileri kuyuyu zehirleme, uzmanlığa başvurma, amaca başvurma, "sen de", ton polisliği, hain eleştirmen, ilişkilendirme ve istismar safsatalarıdır.

Aşağıdaki alt bölümlerde, bu tür ad hominem argümanların her biri hakkında daha fazla bilgi edinecek ve kullanım örneklerini göreceksiniz.

Uzmanlığa Başvurma Safsatası

Uzmanlığa başvurma safsatası, bir argümanın, o argümanı ortaya atan kişinin ilgili alanda yeterli uzmanlığa sahip olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi durumunda yaşanan bir mantık safsatasıdır:

  • Alex: Araştırmalar ezici bir çoğunlukla eğitime yapılan federal harcamaları artırmamız gerektiğini gösteriyor.
  • Bob: Sen bir ekonomi profesörü değilsin, bu yüzden seni dinlemem için bir neden yok.

Kuyuyu Zehirleme (Önyargı Oluşturma) ve Suyu Bulandırma Safsatası

Ad hominem safsatasının meşhur bir alt başlığı, Suyu Bulandırma Safsatası’dır (İng: Poisoning the Well). Bu alt başlığı ayıran en temel fark, tartışma sırasında saldırının karşıdakinin kişiliğine doğrudan yöneltilmemesi; ancak ortamda bulunmayan birinin kişiliğine saldırarak ileri sürülen iddiaların geçerliliğinin ispatlanmaya çalışılması sırasında ortaya çıkmasıdır. Temel formu şu şekildedir:

  1. A Kişisi hakkında hoş olmayan bir bilgi ileri sürülür.
  2. Dolayısıyla A Kişisi`nin yapacağı herhangi bir iddia geçersizdir.

Bu mantık hatasına düşen kişiler, tartışma sırasında adı geçen kişileri kötüleyerek, yani "suları bulandırarak", o kişilerden gelecek herhangi bir iddianın geçersizliğini önceden garantilemeyi hedefler; tartışmadaki kişiler üzerinde ön yargı yaratmak hedeflenir. Elbette ki insanların olumsuz pek çok özelliği olabilir; ancak bu özellikler o kişilerin iddialarının geçerliliğini etkilemek zorunda değildir. Örnekler verelim:

  • Yiğit: “Elbette sizin şahsi görüşlerinize değer veriyoruz; ancak Mustafa Kemal Atatürk`ün de dediği gibi, `Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir.`”
  • Şahin: “Yani Atatürk`ün ülke için yaptıkları ortada; ama eminim biliyorsunuz ki kendisi bir alkolikti. O yüzden o lafına ne kadar değer verebiliriz bilemiyorum.”

Bu tartışmada Şahin`in cümlesinde ad hominem’in özel bir durumu olan Suları Bulandırma mantık hatası bulunmaktadır. Çünkü Şahin’in yaptığı bir kişinin sözlerinin (veya argümanının), o kişinin konuyla tamamen ilgisiz olumsuz bir özelliğinden dolayı geçersiz olduğunu iddia etmektir. Bir diğer örnek verelim:

Evet arkadaşlar, okul yönetim sisteminin değişmesiyle ilgili düzenlediğimiz toplantıda bana verilen sözleri bitirip, sözü karşıt görüşü savunacak olan arkadaşıma devrederken sizlere hatırlatmak isterim ki, ne yazık ki beni desteklemeyenlerin terfisi pek kolay olmayacaktır.

Görüldüğü gibi burada da iki mantık hatası vardır: İlki, ilerleyen bir yazıda anlatacağımız Korkuya Başvurma safsatasıdır. Ama daha önemlisi, bir kişinin beceri ve yetkinliğinden kaynaklanması gereken “terfi” ile, demokratik bir seçimdeki kararlar birbiriyle ilişkilendirilerek sular bulandırılmaktadır. Son bir örneği de evrim tartışmalarından verelim:

Biliyorsunuz ki Darwin, Türlerin Kökeni`ni yayınlayarak Evrim Kuramı`nı bilim dünyasına ilan etmiştir ve o gün bugündür bilim, ciddi şekilde Evrim Kuramı`nı kullanmakta ve geliştirmektedir. Ancak bu adama saygı duymadan önce, şunu da unutmamak gerekir ki, Darwin bir ateist ve bir Türk düşmanıdır. Bu sebeple Darwin`in ortaya atacağı bir kuramı desteklemek, bu görüşlerini desteklemek olacaktır.

Bu tip bir argümanda mantık hatalarından önce bilgi hataları vardır: Darwin ne ateistti, ne de Türk düşmanıydı. Bunlar, kitabının veya teorisini konusu da değildi. Darwin`in bilimsel iddiaları, kişisel görüşleri ne olursa olsun bunlardan bağımsızdır. Darwin kötü gösterilerek ön yargı yaratılmaya çalışılmaktadır. Darwin, en çılgın ve kabul edilemez görüşlere sahip olsaydı bile, evrim bir doğa yasası, Evrim Teorisi ise geçerli bir bilimsel teori olacaktı. Kişilerin alakasız görüşlerinden yola çıkarak bu gerçekleri görmezden gelmek mümkün değildir.

Amaca Başvurma (Niteliksel Kişi Karalama)

Niteliksel kişi karalama türündeki ad hominem saldırılarının ana türü olan amaca başvurma (İng: "appeal to motive"), belirli bir duruşu bu duruşu destekleyen insanların amaçlarının sorgulanması yoluyla tamamıyla reddetmek ile meydana gelen bir mantık safsatasıdır:

  • Alex: Bence eğitim için yapılan federal harcamaları artırmalıyız.
  • Bob: Di mi? Oy verdiğin başkan da böyle söylüyordu. Git başka yerde reklamını yap.


Tancredi

Tancredi resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Şiir sevenler >Nâzım Hikmet Ran - Yaşamaya Dair
  30.Ara.2022 Cum 19:09:46
https://www.youtube.com/watch?v=VC80y-XV1NI

1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET
<<1 2>>