Derginin listesinde Jurgen Habermas, Umberto Eco, Richard Dawkins gibi isimler yer alıyor. Time Magazine dergisine göre ise Mehmet Öz ve Patrik Bartholomeos öteki iki Türk. Haber sevindirici çünkü 200 den çok devletin yer aldığı dünyamızda 200 kişi arasında 4 sayısı ortalamanın iki katıdır. Nüfus açısından da öyle: Dünyanın % 1 i olan Türkiye bu yarışta % 2 lik bir sayı tutturdu. Sevindirici yanı aklımızdan çıkarmadan, önce olayın düşündürücü yanına bakalım.
Bu dört kişinin üçü yurtdışında, halen Amerika da yaşıyor. Mehmet Öz, başarılı bir tıp uzmanı olarak. Öteki ikisi bir tür mecburiyetten. Akıllı ol tavsiyelerini dikkate aldılar mı desem, sağlıklarını gözettiler mi desem, işte bu tür nedenler yüzünden uzaklarda yaşıyorlar. Patrik hâlâ aramızda ama onu da kaçırtırsak, Patrikhane ülkeden uzaklaştırılsın diyen ezeli huzursuzlar ın yüreğine su serpilecek. Bir kurumu temsil etmiyor olsaydı, bunca aşağılamayı ve tehdidi herhalde o da göğüsleyemez, gurbeti seçerdi. Sormak istediğim, neden başarılı insanımız aramızda değil de uzaklardadır? Paradoks!
Aklıma Jön Türkler dönemi geliyor. O yıllarda da isim yapanlar soluğu Paris gibi Batılı kentlerde alıyordu. Sonra kaçırttığımız Halide Edip, Nazım Hikmet, yarı yolda kalan Sabahattin Ali. Grup olarak ayrılan gayrimüslim azınlıklar, yüzlerce siyasi mülteci de var ama şu an sözünü ettiğimiz kaçırttığımız ünlülerdir, isim yapanlardır. Soyguncuların, katillerin, hainlerin kaçması gerekirken ünlüler ayrılıyor. Yoksa rastlantı mı bütün bunlar?
İşin ironik yanı ise Batı dünyasında (bu dünyaya kimi zaman olumlu anlamda muasır medeniyet kimi zaman da olumsuz anlamda tek dişi kalmış canavar deriz) isim yapanların kimliğidir. Laiklik diye diye sonunda iki din adamını dünyada en tanınmış Türkler yaptık. İroni gerçekten! Yetmiş yıldır anayasal buyruğa göre laik kulvarda koş(turul)an ülke, iki din adamını öne çıkardı. Bunu nasıl açıklayacağız? Dünya alemin tezgahladığı bir komplo mu bu, laiklik modelinin bir aksaklığı mı, tepkisel bir tez-antitez mekanizması mı? Dalay Lama da ünlüler arasında, ama onun durumu ve derdi kendi ülkesinde yabancılar tarafından dışlanması, devrilmesi, hakkının elinden alınması. Herhalde bu liderle benzerlik aramak doğru olmaz. Peki neden iki din adamı öne çıktı Türkiye de? Onları ibadethanelerin dışına çıkaran ve ünlü kılan yanları nedir? İroninin yanı sıra olay düşündürücü de.
Bu din adamlarının biri ise Türklüğünü tanımak bir yana, her davranışını Türk aleyhtarlığı olarak algıladığımız Patrik Efendi. Bu çelişkili duruma tutarsızlık mı desek, birilerinin sinsi oyunu mu, düşmanların kurnazlığı mı, bizim altüst ettiğimiz kimlik sorunlarımızın sonucu mu? Bizi temsil ediyor mu bu Türk vatandaşı? Buna benzer bir problematik ( zırva da diyebilirsiniz) Leyla Gencer ile de yaşandı. O da yurtdışındaydı. (Olmasaydı belki daha erken rahatsız ederdik). Nuh dedi peygamber demedi, birileri onun küllerini bile hazmedemedi. Son yolculuğunda bile tedirgin ve isteksiz davrandık. Ülkenin içine rahatlıkla sindiremediği insanlarımız bunlar. Ama neden? Sevdiğim, saydığım -niyetim yanlış anlaşılmasın- Zeynep Oral, Leyla Gencer i iyi niyetle savunurken o, birçok Müslüman dan daha Müslüman dı dediğini televizyonda duydum. Patrikhane için Türkiye ye yararı vardır söylemini duyuyoruz, Fethullah Hoca nın dünyada yayılmış okullarının başarılarını okuyoruz. Nazım Hikmet in Türk şiirini ve ülkeyi dünyada nasıl tanıttığını söyledik durduk. Bir insanımızı kovalamamak için sanki kahramanlıklar yapması, yararlı girişimlerde bulunması şartmış gibi bir anlayışı dile getiriyor bu lehte konuşmalar. Oysa sıradan da olsa, hiçbir şey başaramazsa da, hatta arada kusur da işlese, bu ülkede herkes, vatandaş olduğu sürece eşit ve adil muamele görmesi gerekmez mi?
Bağrımıza bastığımız, basabileceğimiz neden ille de iyi Müslüman olsun, ille de ülkeye mucizevi yararlar sağlasın, kâr gözetmeden en iyi kamu reklamcısı olsun, herkesi aşıp tepelerde çırpınıp sadakatini kanıtlamak gereğini duysun? Sıradan bir insan olmak yetmiyor mu, bu ülkede insan gibi yaşamak için? Kimileri kendilerini kanıtlamak durumunda bırakılıyorlar: Ben Atatürk hayranıyım diyenler, ben askeri çok seviyorum diyenler, ben dini bütünüm diyenler, ben zengin değilim ya da en azından zengin doğmadım diyenler... Bir savunmadır gidiyor. Oysa ben bir vatandaşım demek yeterli olmalıydı.
Ama vahim soru başkadır. Kim kime hesap veriyor? Kime karşı kendimizi savunuyoruz? En temel anayasal hakkımız olan vatandaşlık hakkımızı kime karşı savunuyor ve sadakatimizi kime kanıtlamak durumunda bırakılıyoruz? Adil olmayan bir düzene karşı mı, bu tür bir soruyu sorma hakkı olmayan bir devlet, bunlar adına konuşan gevezeler, haddini bilmeyenler, baskı yapan bağnaz mahalle sakinlerine karşı mı savunmadayız? Ünlü ve başarılı olmamız bize fazladan hak tanımamalı, nasıl ki sıradan bir insan olmamızın haklarımızdan zerresini kaybetmemize neden olamayacağı gibi. Bir yarışta birinci olan atlet, sonuncu olan ya da yarışa hiç katılmayan insanla eşit haklara sahip olmalı. Eğer vatandaşlık anlayışı toplum içinde yerleşmişse. Kısacası, insanların bu türde bir savunma durumunda bırakılmaları bir insan hakkı ihlalidir. Hepimiz istediğimiz gibi olma hakkına sahip olmalıyız. Son günlerde, ödüllendirilerek ya da saldırılarak gündeme gelen ünlülerimiz bunları düşündürdü. Siz varın bir de ünsüzlerin halini düşünün! Yazıyı Cannes Film Festivali nde en iyi yönetmen seçilen Nuri Bilge Ceylan ı kutlayarak bitireyim. O da yurtdışında. Bakalım onda da kusur bulacak olanlar çıkacak mı? |