ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum
Kurallarını mutlaka okuyunuz...
| | |
|
barbiexx
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 15.Nis.2006 Cmt 19:02:55 YAŞAM ALINTISI |
| .
Kimi zaman yalnızlıklar, kimi zaman pişmanlıklar, bazen sarhoş bazen ayık , ne yaptığını bilerek yada bilmeyerek geçer yaşam diye insanoğluna bahşedilen süreç.
Çoğumuz geri dönüp bakmayı akıl edebildiğimizde yapacak bir şeyin kalmadığını ve ne çok eksik yaşanmamışlıklar bıraktığımızı görürüz. Kaç kişi hayatını kendisine itiraf edebilir ki ... Aslında buna çok kişi demek gelse de içimden maalesef çok az kişi. Hem sonra düşünürüz itiraf etsek ne olacak diye. Elbette hiçbir şey. Sadece kendimizce bir boşalım ...
Özlemler le geçer bir koca ve bir o kadar da kısacık ömrümüz... Sevdiklerimizi özleriz, bulduğumuz anlarda ise yokluğunda kendimizce yaptıklarımızı ona duyduğumuz özlemleri dile getirip keşkelerimiz başlar .. Keşkeleri imha edemeyiz hayatımızdan ve kalan zamanlarımızı keşkesiz geçirmeliyiz derken sevdiğimizi olan özleminde bir gün bittiğini yada ona duyulan özlemi hak edip etmediğini düşünmeye başlarız..İnsanoğlunun doğasında olan ben yok olanı özleme varolandan bıkma dürtüsü devreye giriverir , bazen de yoğun kalabalıklar içinde yalnızlıklar yaşarız kendimizce...
Çekip uzaklara gitmeyi yalnızlık denen o sessiz duyguya kendi çığlıklarımızı katmak isteriz , hatta fırsatını bulunca da kaçıp gidiveririz...Arkamızda ne bıraktığımızı bile düşünmeden...Peki ya gittiğimiz yalnızlık bizi mutlu eder mi? Başlarda evet belki edecek... ne mutlu olacağız ilk birkaç gün tek başımızayız ve hayata özgür bir başkaldıyı gerçekleştirdik....Sonraki günlerde yalnızlığımız bizi boğmaya başlar yalnızlıklardan sıkılırız ve atarız kendimizi tanımadığımız yaşamların ortasına .. Yalnızlığa bir çözüm bulmuşçasına ....
Bir de ardımızda bıraktığımız özlemleri silip atabilsek düşlerimizden yalnızlığımızı yaşayacağız belki..işte özlemler bir türlü bitmek tükenmek bilmez... çocukluğumuzu özleriz sapan yapmayı, kırlarda salıncaklar kurmayı bezden bebeklerle evcilik oynamayı düşleriz hatta deneriz bile.İlk aşkımızı özler benzer bir aşka yelken açmayı deneriz..( ama eski yelkenleri bulma şansımız pek olmaz) sonra ilk gençliğe doğru gider düşsel yolculuk asi duruşlarımızdır özlediklerimiz , topluma başkaldırı sıradışılık özlemleri, ben içinde farklı ben olmalardır özlediklerimiz, bunu da deneriz realist yaşamlarımıza düşsel tatlar katma cabasıyla!!Başarı grafiğimiz o zamanki kadar yüksek olmasa da denemiş olmanın hazzıyla avunurunuz..Derken adam olmak dedikleri olgunluk yaşlarımızda buluruz kendimizi.... annemizi özlemeye başlarız babamızın nasihatlerine ihtiyaç duyarız bir zamanlar bize "offf" dedirten sözcükler şimdi özlemlerimiz arasına en süslü haliyle oturuverir...Koşup gitmek sarılıvermek isteriz dizlerine uzanıp o ilk sevgilerimizin saçlarımızı okşamasına özlem duyarız .yola çıksak bile yolun sonunda onları ya buluruz yada bulamayız bitmez tükenmez bir özlem daha katarız düş hanemize...
Özlemlerden arınmak istercesine yeni hayatlar kurma çabasına gireriz orta yaşlarda. Kurduğumuz hayatlar bizi ne kadar götürür bilemeyiz ancak yinede birilerinin sorumluluğunu üstlenmekle aslında yaptığımız sadece kendi egomuzu tatmin etmekten başka bir şey değildir.Bu şunu yapamadım yarın bunu da yapmalıyım derken fark ederiz beynimizin ne kadar da bitkin düştüğünü...Bu bitkinlik sürecinde asıl ben olan benliğimiz için hiçbirşey yapmadığımızı yaptığımız sadece övgüler adına , kabullenilmeler adına birilerini mutlu ederek mutluluk oyunları oynadığımız fark edermiyiz acaba?Belki mutlu belki sadece umut zerrecikleri arasında , belki yorgun , belki mahmurluklar içersinde tüketivermişizdir onca saatlerden oluşan yaşam sürecimizi... Kazanımlarımızı mutluluğa , kayıplarımızı özleme dönüştürcek zamanımız olsa da olmasa da atmosferdeki yerimizi bir şekilde korumaya devam edeceğiz...
Yarım kalanlarımızı kendimizce tamamlayabilmek çabamız hiç bitmeyecek... Özlemlerimizin de sonu olmayacak...Bu yolculuğun geri dönüşüde olmayacak..
Yapabileceğimiz tek olasımız başarabilirsek biraz da kendimiz için nefes almak olsun!!!
Özlemleri en az, umutları dopdolu, dünleri yargısız , yarınları sorgusuz , ve eksiksiz yaşam süreçlerine...
CAN DÜNDAR
| |
rastjerof
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 12.Şub.2007 Pzt 16:09:07 |
| fiogf49gjkf0d Hiç düşündünüz mü orjinal kişiliklerinizden
Kaç kopya çıkarılabileceğini?
Kaç farklı hayatı birarada yaşadığınızın farkında mısınız?
İstemeden yaptıklarınız isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman olduklarınızla nasıl çaresizce başka başka dünyalara doğru kanat çırpmaya
çabaladığınızı farkediyor musunuz?
Bir dost nikahının ortasında birden bastıran hüznün, bir büyüğün cenazesinde karşılaştığınız eski bir sevgiliyle çıkagelen coşkunun, sizi nasıl kopya kopya çoğalttığını ve tek bir sizden ne çok sizler yarattığını biliyor musunuz?
Sınırlı bir hayatı çabucak tüketmek için dörtnala koşturup dururken, bir an olsun, durup, geride kaç farklı ayak izi bıraktığımıza dikkat ediyor musunuz?
Halen sinemalarda gösterilen "Multipli city" (Dördümüze Bir Eş) işte bu sorulara yanıt arıyor. Filmin kahramanı (Michael Kreaton) çağdaş bir hastalığın kurbanı; işinden başını kaldıramayan, oradan oraya koşturmaktan ne evine, ne sevdiklerine zaman ayıramayan ve sonunda hiçbirşeyi doyasıya yasayamadan bitkin düşen bir "işkolik"...
Bu çıkmaz sokakta debelenip dururken insanların benzerim üretmeyi başarmış bir genetik araştırmacıyla tanışıyor ve kendisinden bir kopya çıkarttırıyor. Böylece işine aslını, evine kopyasını göndererek durumu idare ediyor. Ancak zamanla bu da yetmez oluyor. Kopyalar önce üçe, sonra dörde çıkıyor. Sonunda aynı adamdan, çılgın, serseri, evcil, işkolik kopyalar türüyor.
Yönetmen Harold Ramis, güncel bir sûrunu sinema teknolojisinin de yardımıyla ve mizahi bir dille perdeye taşırken, çağdaş İnsanın iç dünyasındaki kimlik krizini ve karmaşayı da olanca çıplaklığıyla sergiliyor.
Senaryoya bakınca sormadan edemiyorsunuz:
Sahi kaç kopyayız biz?
Aynı beden içinde kaç farklı ruh halini aynı anda yaşayıp, kaç farklı kişiliğe bürünebiliyoruz?
Bu kişiliklerin hangisi biziz, hangisi fotokopimiz?
James Bond filmlerindeki kibar, yakışıklı ve aynı zamanda da güçlü İngiliz salon erkeklerini hayran hayran izleyen kadın mı size daha yakın, yoksa motorsikletli bir James Dean serseriliğine tutulup maceralar özleyen mi?
Ne zaman Maryl Streep in çehresindeki duruluğun ve gizemin büyüsüne kapılıp dingin hayatlar hayal ettiğinizi, ne zaman herşeye boşverip Madonna nın isyana ve günaha çağıran sesine koştuğunuzu kendinize itiraf edebilir misiniz?
Huzurlu bir dağ başında sadece ırmak şırıltısı ve kuş sesleriyle sakin bir hayatı düşleyen bıkkınlar mısınız, yoksa deniz kenarında bile televizyonlarım ve cep telefonlarını elinden bırakamayan gönüllü kent mahkumları mı? Ya aynı anda ikisine birden özenmenizi nasıl açıklayacaksınız..?
Hangi kopyanız "Kaçıp gidelim uzaklara diyor, siz sıkı sıkıya bu topraklara bağlı dururken...
Üfürükçülük adı altında bastırılmış içgüdülerinden cinsel fantaziler üreten din adamlarını, ölümcül hırslarını sahte bir gülücükle maskeleyen siyaset ikonalarını, maçlarda birer küfür mitralyözüne dönüşen kibar işadamlarını görünce sistemin ne çok kopya ürettiğine şaşıyor musunuz?
Kinler, sevgiler, öfkeler, kahkahalar ve gözyaşlarıyla örülmüş, çok kopyalı bir hayatı nasıl kendinize bile söylemeye cesaret edemediğiniz bir tür iki (üç-dört..?) yüzlülükle yaşayıp gittiğinizi farkediyor musunuz?
Her akşam haberlerin karşısında genç mezarların ardından gözyaşı dökerken, sonra nasıl birden unutup kendi bencil dünyanıza çekilebiliyorsunuz?
Resmi bir toplantının ortasında, aklınızdan masanın üzerindeki kalın raporun sayfalarından oyuncak uçaklar yapıp, tek tek aşağı atmak geçerken hala büyük bir ciddiyetle kös kös oturuyor olmanızı gülümseyerek mi hatırlıyorsunuz, üzülerek mi..?
Aklınızdan geçeni yapamamanın, ruhunuz kopya kopya çoğalırken asıl hayatı tek kopya olarak tüketiyor olmanın bedelini biliyor musunuz?
Kopyalarınızı, orjinal kimliğinizle konuşturuyor musunuz hiç...?
İçinizdeki canavar, ruhunuzdaki melekle hesaplaşıyor mu?
Hangisinin ne zaman, nasıl ortaya çıkacağını denetleyebiliyor musunuz?
Siz kopya sandıklarınızın bir bileşkesi misiniz, yoksa kopyalarınız da aslınıza mı benziyor?
Bilmeden her kopyada aslınızı yeniden mi üretiyorsunuz?
Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç suret bırakacaksınız?
Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız?
Sahi, kaç kopyasınız siz...?
Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz...?
Can Dündar | |
artemisssss
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 14.Şub.2007 Çar 18:14:02 |
| fiogf49gjkf0d Kafamızı bozan hiç kimsenin kafasını kırmadık. Sokakta yürürken karşıdan gelene yol vermeye özen gösterdik...
Eş dost bir araya gelip de ortalık yerde kalabalık yaptığımızda tehditkâr görünmekten kaçındık, neşeli görünmeye çalıştık...
Herhangi birini tehditle yola getirmeyi çok yakışıksız bulduk, hiç denemedik ama itiraf ediyorum ki sık sık tehdit edildik...
Verecek çok şeyimiz olmadı; özümüzden verdik, yine de mızıldanmadık, yakınmadık, alkış beklemedik. Bir kaynaktan fışkırır gibi, toprağa yüzükoyun uzanır gibi, sevişir gibi verdik...
En küçük, en bencil öfkelerini bile namluya mermi gibi sürenlerden olmadık, ayıp saydık bunu...
Adaletsizliğin cezasını kendi başımıza vermeye kalkacak ölçüde iktidar duygusuyla sarhoş olmadık hiçbir zaman...
Çete kurmadık, başımız sıkışınca çetelere başvurmadık, yaltaklanmadık hiç...
Öyle haller oldu ki, hukuka güvenemedik bir türlü, yine de "hikmef ine inandık, çok ses çıkarmadık...
Doğruculuğumuz "iç"imizi zenginleştiren bir haslet olarak kaldı; ondan bir sopa yapıp kimsenin yüzüne yüzüne vurmadık...
Sıkıştığımızda şiddetin kolaycılığına değil vicdanımıza sığındık. Zor oldu her seferinde ama "iyi" oldu...
Sevmediklerimizi yok etmeye sevk edecek kadar kör bir tutkuyla sevmedik hiçbir şeyi!
Sevindiğimizde coşkuyla dostlarımızın ellerini avuçlarımıza alıp sıktık; ne boğaz sıktık ne de silah!
Üzüldüğümüzde yumruğumuzla ağzımızı tıkadık, haykırmadık; yakıp yıkmadık, kimseyi yumruklamadık...
Kuyruklara girdik, kuytulara çekildik, sıramızı bekledik çoğu zaman...
Bir türlü dünyanın üstüne üstüne gitmeyi öğrenemedik, aslına bakılırsa bunu istemedik de! Ama gerçek şu ki dünya üstümüze üstümüze geldi, kırıldık biraz, bozulduk ama lanet etmedik yine de!
Garip geliyor şimdi bütün bunlar, biliyorum; garip ama gerçek!
Kimiz biz? Çokuz, çoğunluğuz ama kimiz?
Sevdiğimiz, gözbebeğimiz saydığımız bu ülke gerçekten "bizim" mi?
Her öfkeden bir "çete" çıkaran; hemşehriliği bile mafya örgütlenmesine dönüştüren, vicdanı değil ölümü seven insanlarla aynı ülkede yaşayabildiğimize kim inanır?
En sıradan nazlarını bile yağmacılar gibi yaşayan, kazancını "özveri" olarak pazarlayan, kuyruklarda sırasını bekleyenlere "zavallı" gözüyle bakan, hukuka guguk muamelesi çeken insanlarla aynı ülkenin vatandaşları olabilir miyiz?
Bu ne yaman çelişki, ne acımasız ilişki!
Merak ediyorum: Sıradan ve aklı başında; sıradan ve duyarlı; sıradan ve görgülü; sıradan ve vicdanlı; sıradan ve iyi insan kalmakta ısrarlı olmanın bu kadar zorlaştığı bir başka dönem daha olmuş muydu?..
Haşmet Babaoğlu | |
artemisssss
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 14.Şub.2007 Çar 18:19:49 |
| fiogf49gjkf0d Boşver be yaşı başı! Gönlün ne kadar şık sen ondan haber ver?.... Şöyle atıp koyu grileri-siyahları sabahtan, Sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna,ondan haber ver? Koyma bir kenara yüreğini,aç kapılarını, Gelene geçene yol verme girsin diye içeri ama Gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna. Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir dalda, Ama aklını kaybedecek kadar bir aşk varsa avuçlarında, Bırak aksın yollarına. Yağ geç.yık geç,kimse inanmazsa inanmasın. Sen inan yüreğine, Hem ona geçmezse kime geçer sözün? Büyü büyü... Bak ellerin ayakların kocaman, Aklında maşallah yerinde, E ne diye tutarsın yüreğini uçmasın diye. Akıllı ol yüreğin gelir peşinden, Boşver yaşı başı, Aşk var mı aşk,sen ondan haber ver?
Takılmışsın yüzündeki gözündeki çizgilere. O çizgilerin yüreğine neler kazıdığını düşün, Atmak mı istiyorsun kendini bir dereye soğuk bir kış günü. Öl gitsin... Parayı pulu savurup, Bir balıkçı köyünde balık tutmak mıdır istediğin, Savrul gitsin... Boş ver be yaşı başı, Kim tutar seni kim, Kendi yüreğinden başka kim? Aklını alda öyle git, İster bir duvara,ister bir odaya,ister kıra bayıra vur da git. Dert etme ellerini,onlarda gelir seninle bırakmadıkça birine. O biri de gelir gerçekten istediğin oysa, Seveceksen ve öleceksen uğruna.... Yaşa be,yaşa da öyle git,gireceksen toprağa...
Yaş 70 e gelse bile,hayat daha bitmemiş, Sen mi biteceksin? Çekeceksen bile bayrağı, YAŞADIM ULAN DİBİNE KADAR diyemeyecek misin?
Can Yücel | |
artemisssss
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 14.Şub.2007 Çar 18:20:47 |
| fiogf49gjkf0d Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. "O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, güneşi, ayı, yıldızları... Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. "O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin... Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...
Can Yücel | |
artemisssss
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 14.Şub.2007 Çar 18:22:27 |
| fiogf49gjkf0d Hayat bize
...Hayat bize Mutlu olma şansı vermedi sevgili Biz kendimizden başka herkesin Üzüntüsünü üzüntümüz, Acısını acımız yaptık Çünkü
Dünyanın öbür ucunda,hiç tanımadığımız Bir insanın göz yaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk... Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman
Hayat karşısında bizi zayıf yaptı
Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili... Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak
Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. Yaşamak ne güzeldir be sevgili...Sevinerek, Severek, sevilerek, düşünerek...
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...
Yılmaz Güney
| |
artemisssss
Mesaj
Gönder Forum
Mesajları Forum
Başlıkları
| 14.Şub.2007 Çar 18:47:19 |
| fiogf49gjkf0d Ben Senden Önce Ölmek İsterim
Ben senden önce ölmek isterim. Gidenin arkasından gelen gideni bulacak mı zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu. Iyisi mi,beni yaktırırsın,odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun. Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni gorebilesin Fedakarliğimi anlıyorsun vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan Senin yanında kalabilmek için. Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin. Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin. Ve orada beraber yaşarız külümün içinde külün ta ki bir savruk gelin Yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar... Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize, Atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek. Toprağa beraber dalacagız. Ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasndan nemlenip filizlenirse Sapında muhakkak iki çiçek açacak : Biri sen biri de ben. Ben daha ölümü düşünmüyorum. Ben daha bir çocuk doğuracağım Hayat taşıyor içimden. Kaynıyor kanım. Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok, ama sen de beraber. Ama ölüm de korkutmuyor beni. Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini. Ben ölünceye kadar da bu düzelir herhalde. Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde? Içimden bir şey : Belki diyor.
18.02.1945
Nazım Hikmet Ran | |
| | |
| |