ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
15 Mayıs 2024, Çarşamba 15:04   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  Ercie94> Forum Başlıkları
    Ercie94tarafından açılmış Toplam 19 Forum Başlığı var
<<12 >>


Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Osmanlı Kıyafetleri
  13.Ağu.2007 Pzt 17:48:48
fiogf49gjkf0d

ASKERLER

Ortadaki Osman Gazi

 

Sağdan ikinci Sultan II.Mahmud

Sağdaki:Sultan II.Mahmud

Vezir-i Azam (Sadrazam)

 

 

 

 



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >YENİÇERİLER (THE JANİSSARY)
  13.Ağu.2007 Pzt 18:09:20
fiogf49gjkf0d

YEÇELER

Esirlerin arasından seçildiler.Uzak diyarlara göç edip, Türk ailelerin yanında çift sürüp, eski kimliklerini, soylarını unuttular.Müslüman olup Türk isimleri aldılar.Yeri geldiğinde padişahın hayatını kurtardılar, yeri geldiğinde devlet-i başları isteriz dediler başlarından oldular.

Yeniçeri Bayrağı:Beyaz zemin üzerine Sefer Suresi nin 1. ve 3. ayetleri (Biz sana inandık, sende bize bir zafer nasip et) yazan sarı sırmalı bir bayraktı.Seferde yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi.

1444

II.Murat topraklarına giren Haçlı Ordusu ile Varna Ovası nda karşılaşır.Haçlı sol kanadı Osmanlı sağ kanadına yaptığı saldırıda bu kanadın dağılmasını sağlar.Hücuma geçen Osmanlı sol kanadıda dağılır.Zafer umuduyla Ladislav ve Polonya birlikleri II.Murat a ve "Kulluğumuz padişaha ayan" diyen Yeniçerilere hücuma kalkar.Çarpışma başladığında Yeniçerilerden beklenmeyen bir şey oldu.Timurtaş adındaki bir yeniçerinin elinden çıkan balta Kral Ladislav ın atına isabet etti.Yere düşen Ladislav ın boynu Koca Hıdır ın kılıcıyla tanışır.Bunu gören Polonya ordusu geri çekilir ve Savaş yeniçerilerin sayesinde kazanılrı.

Yeniçeriler seferer giderken gülbenk çeker havaya üç kez ateş ederdi.

Yeniçeri ağası.1

ALLAH ALLAH EYVALLAH!!!

BU MEYDANALRDA NİCE BAŞLAR KESİLİR

HİÇ OLMAZ SORAN

SİNE PÜRYAN

KILIÇ AL KAN

KULLUĞUMUZ PADİŞAHA AYAN

KAHRIMIZ KILICIMIZ PADİŞAHA AYAN

ADÜLDEN KORKMADIK

KORKMAYIZ HİÇ BİR ZAMAN

KUR AN DA ZAFER  VAAD EDİYOR HAZRETİ YEZDAN

UĞRUN AÇIK OLSUN EY SERDAR-I MÜCAHİT

...

Yeniçeri ocağı kuruluşundan 450 sene sonra kanlı bir biçimde ortadan kaldırıldı.Flamaları, bayrakları, elbiseleri yakıldı, özel eşyaları yok edildi.Hatta ileri gidilerek kışlalarında camiiler bile yıkıldı.II.Mahmut onlardan geriye hiç bir şey kalsın istemiyordu.Bazı yenieçriler Belgrad Ormanları na saklandı.Ama fayda etmedi ormanlar ateşe verildi.Bu olaylardan kısa bir süre sonra devlet gazetesi şunu yazdı:

"2 Yeniçeri hortladı!"

II.Mahmut: Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler gibi sancakta lalaların yanında değil, sarayda devlet deneyimi olmayan bağtıl inançlı insanlarca yetiştirilmişti.(III.Selim Hariç)

Sipahi2

"Yeniçeriler, padişahın, ülkenin, hazinenin koruyucusudur." diyen II.Mahmut un dedesinin dedelerinden Muratlar ın ikincisiydi.

 

NMK Tarih Araştırma Merkezi (Benim sanalda kurduğum şirket)

Resimler:

1)Yeniçeri ağası

2)Sefere giden sipahiler.

 



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Süleymaniye Camii
  17.Ağu.2007 Cum 08:25:54
fiogf49gjkf0d

Resim:Istanbul - Süleymaniye camii - Foto G. Dall Orto 26-5-2006 - 15.jpg

Süleymaniye Camii, Kanuni Sultan Süleyman adına 1550-1557 yılları arasında İstanbul da Mimar Sinan tarafından inşa edilen camidir.

Mimar Sinan ın kalfalık devri eseri olarak nitelendirilen Süleymaniye Camii, medrese, kütüphane, hastane, hamam, imaret, hazire ve dükkanlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi nin bir parçası olarak inşa edilmiştir.

Süleymaniye Camii klasik Osmanlı mimarisinin en önemli örneklerindendir. Yapımından günümüze dek İstanbul da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın, caminin duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmamıştır. Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m. yüksekliğinde ve 26,5 m çapındadır. Bu ana kubbe, Ayasofya da da görüldüğü gibi,iki yarım kubbe ile desteklenmektedir. Kubbe kasnağında 32 pencere bulunmaktadır. Cami avlusunun dört köşesinde birer minare bulunmaktadır. Bu minarelerin camiye bitişik iki tanesi üçer şerefeli ve 76 m. yüksekliğinde, cami avlusunun kuzey köşesinde soncemaat yeri giriş cephesi duvarının köşesinde bulunan diğer iki minare ise ikişer şerefeli ve 56 m. yüksekliğindedir. Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiştir.Yani cami,içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiştir. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve bu isler mürekkep yapımında kullanılmıştır.

28 revakın çevrelediği cami avlusunun ortasında dikdörtgen şeklinde bir şadırvan bulunmaktadır. Caminin kıble tarafında içinde Kanuni Sultan Süleyman ın, eşi Hürrem Sultan ın ve mimar Sinan ın türbelerinin bulunduğu bir hazire mevcuttur. Kanuni Sultan Süleyman ın türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü imajını vermesi için, içeriden, metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlantalarla (elmaslarla) süslenmiştir.

Cami süslemeleri açısından sade bir yapıya sahiptir. Mihrap duvarındaki pencereler vitraylarla süslüdür. Mihrabın iki tarafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı bulunmaktadır. Caminin hattatı Hasan Çelebi dir.

Evliya Çelebi nin anlatımıyla caminin yapımı şöyle olmuştur: "Bütün Osmanlı ülkesinde ne kadar bin mükemmel üstad mimar yapı ustası işçiler ve taşçılar ve mermer işleyenler varsa hepsini toplayıp üç yıl bütün ayakları bağlı forsa temelini yerin altına indirdiler. Temel kazanların vurdukları kazmaların sesini yeraltında dünyayı sırtında taşıyan öküz duyardı...üç senede binanın temeli yeryüzüne yükselip bina meydana çıktı. Bir yıl o halde kaldı...Bir yıldan sonra Sultan Bayazıdı Veli nin presesine (hiza ipi) göre mihrab kondu. Dört tarafına duvarlarını kubbe aralarına varıncaya kadar 3 yıl yükselttiler. Ondan sonra metin güçlü dört paye üzerine yüksek kubbeyi yaptılar. Süleymaniye Camii nin ne yolda şekillendiği, bu ulu camiin kubbenin mavi tasının ta üst tepesi Ayasofya kubbesinden yuvarlak ve yedi meliki arşın yüksek cihanı kaplayan bir kubbedir. Bu eşsiz kubbenin dört ayağından başka camiin solunda ve sağında dört tane somaki mermer sütun vardır ki her biri onar Mısır hazinesi değerindedir...Ama Allah bilir bu kırmızı renkli dört somaki sütunun cihanın dört köşesinde benzeri yoktur, ellişer arşın yüksekliğinde güzel sütunlardır...Mihrab ve minber üzerinde olan renk renk camlar Serhoş İbrahim in işidir. Her cam parçasında nice kerre yüzbin parçanın renk renk hurda camlarla çiçekler ve Allah ın güzel adlarıyla süslenmiş camlardır ki, bunlar kara ve deniz seyyahları arasında dünyaca övülmektedir, felekte bunların eşi görülmemiştir...mermeri işleyen üstad ince sütun üzerine bir müezzin mahfili yapmıştır ki guya cennet mahfillerindendir...mihrabın üzerinde Karahisari hattıyla Zekeriya ne zaman bulunduğu mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu (Ali İmran: 37) ayeti zehebi laciverd ile yazılmıştır.

...Ve mihrabın sağında ve solunda burma, zıh zıh yapma sütunlar...ve yine orada bir adam boyu halis bakır ve halis altunla cilalanmış şamdanların üzerinde yirmişer kantar kafuri balmumları...camiin sol köşesinde sütun üzre bir yüksek makam, Hünkar Mahfili vardır, ...dört sütun payelerin köşelerinde dört tane aşırhan maksurecikleri var... camiin iki tarafında yan suffaları var...yine bu suffalara eş ince sütunların üzerinde deryaya nazır ve sağ tarafı çarşuya bakan katlar...cemaat çok olduğu zaman bu suffalarda ibadet ederler...mübarek gecelerde kandiller yakarlar hepsi yirmi iki bin kandil ve asılmış avizeler. Bu camiin içinde geride Kıble Kapusu tarafındaki iki payelerde bir çeşme vardır. ve bazı taklar altında Üst Hazine Maksureleri.

Bu caminin içinde ve dışında olan Ahmed Karahisari hattı bugün de ne yazılmıştır ne yazılsa gerektir. İlkin büyük kubbenin ta ortasında Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça kandil de sanki bir inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtır, zeytundan tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık verir ki nur üstüne nurdur. Allah insanlara meseller irad eder. Allah herşeyi hakkıyla bilendir ayetini yazmada yedi beyzasını göstermiştir. (Nur 35). Mihrab üzerindeki yarım kubbenin içinde... (Enam 79) ayeti. Ve dört payelerin köşesinde Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılmıştır. Ve minberin sağındaki pencere üstünde... (Cin 18) ayeti yazılıdır. Üst pencereler üzerinde Allah ın güzel adları yazılıdır.

Ve bu camiin 5 kapusu vardır. Sağ tarafta imam kapusu, sol tarafta hünkar mahfili, altında vüzera kapusu, ve iki yan kapuları var, sol yan kapu üzerinde (Rad 24)yazılıdır, kıble kapusu üzerinde sol taraftaki kitabenin içinde Ketebehu Ahmed el Karahisari sene..deyü tahrir olunmuştur.

Camii şerifin adı geçen babı saadetlerine ve haremi latifin üç tane yüce kapusuna ayak taş merdivenle çıkılır ve inilir...ve bu avlunun dört yanına nazır hepsi.. adet pencerelerdir, demirci ustası Davudi sanat gösterüp öyle örs vurmuş ki, bu zamana kadar cilasına bir zerre toz tesir etmeyüp puladı nahçevani gibi parlak pencerelerdir. Ve bu pencereler üzere bütün camlar...ortasında ibret verici bir havuz vardır... avlunun kıble kapusu bütün kapulardan yüksek bir sanatlı babı saadettir ki yeryüzünde bu kapuya benzer beyaz ham mermer eşikli ve kat kat girişme zıhlı çengelli ve medeneli bir kapu görülmüş değildir, bütün ham mermerdir...Ve bu camiin dört tane minarelerinin evsafı var ki her biri bir ezanı Muhammedi makamıdır...dört minare on tabaka...sol taraftaki üç şerefeli minareye Cevahir minaresi derler...ve bu camiin iki tarafında kırkar tane abdest tazeleycek muslukları vardır.

Temelinin atılışındaki metanet ve köşesinde olan zarafet ve güzellik eserleri ve her türlü sanatlar insanı büyüleyen görünüşü, bu camiin içinde ve dışında vardır. Hatta bina tamamlanınca Koca Mimar Sinan şunu der: Padişahım sana bir cami inşa ettim ki kıyamet gününde Hallacı Mansur yeryüzünde Makalidi Cibal Demavend dağlarını Hallacın yayından pamuk gibi attığında bu caminin kubbesinde Mansur un yay kirişi önünde çevgan topu gibi bu rütbe senasını medh eder...

Mihrab önünde bir ok atımı yerde bir gülistanı nısfı cihen hıyaban içinde, Süleyman Han ın meşhedi -toprağı nur olsun-bir yüksek kubbe altında görülür...

Caminin üç tarafında bir kat dış avlu daha vardır ki iki yanı birer at menzili kum sahrasıdır, türlü türlü ulu çınarlar, salkım söğütler, servi ve ıhlamur ve karaağaçlar, dışbudak ağaçları ile süslenmiş bir büyük avludur ki üç yanı hepsi pencereli duvarlar ve hepsi on adet kapu...Şark tarafına bakan hamam kapusu..merdivenle hamama varılır amma bu tarafta avlunun duvarı olmayup İstanbul şehrini temaşa için bir kenarset alçak duvar çekilmiştir. Cümle cemaat orada durup Hünkar Sarayı, Üsküdar ı, Boğazhisar ı, Beşiktaş ı, Tophane ve Galata ve Kasımpaşa ve Okmeydanı boydanboya görülür.

Bu camiin sağında ve solunda dört mezhep şeyhülislamları içün dört adet büyük medreseler vardır..ve bir darülhadis ve bir darülkurra ve ayrıca bir tıp ilmi medresesi, bir sıbyan mektebi ve bir darüşşifa ve imaret ve bir yemekhane, bir tavhanei müsafirin, gelip gidenler için bir kervansaray, bir yeniçeri ağası sarayı, bir kuyumcular dökmeciler ayakkabıcılar ve nısfı cihen aydınlık hamamı tetimmei şuhan bin adet hizmetliler evi...

Süleymaniye Camii tamam oldukta bina emini ve nazırı ve mutemedinin hisaplarına göre, 8 kerre 100.000 ve doksan bin üç bin üç yüz seksen üç yük flori." (Gökyay 343-60)

İstanbul külliyeleri içinde Fatih külliyesinden sonra ikinci büyük külliye Süleymaniye külliyesidir. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiştir. Cami, medreseler, darüşşifa, darülhadis, çeşme, darülkurra, darüzziyafe, imaret, hamam, tabhane, kütüphane ve dükkanlardan meydana gelen külliyede Mimar Sinan ın türbesi dış avlu duvarlarının karşısında mütevazı küçük bir yapıdır. Tiryakiler Çarşısı nı iki medrese çevreler, arkasındaki yolda iki küçük ev vardır.

"Tiryakiler Çarşısı adını taşıyan ince uzun meydanın bir cephesini oluşturan ufki tek katlı medreselerde, her kubbenin alatında bir pencereyle belirlenen iç odaların imaretleri, aza razı bir zahit tavrı içindeki cephesi, Mimar Sultan Külliyesi ndeki medrese duvarı pencerelerinin ve kubbe dizilerinin tezyini düzenini hatırlatır" (Cansever, s.174).

Anakubbenin kemeri, Sinan tarafından kemeri kübra,( kudret kemeri) diye adlandırılmıştır. Cami avlusunun platformu, Haliç tarafındaki yoldan yüksektedir.

Resim:Suleymaniye.jpg



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Vincent Willem van Gogh
  17.Ağu.2007 Cum 08:30:21
fiogf49gjkf0d
Vincent Willem van Gogh (d. 30 Mart 1853 - ö. 29 Temmuz 1890), Hollandalı post-empresyonist ressam. Bazı resim ve eskizleri, dünyanın en tanınmış ve en pahalı[1] eserleri arasında yer alır.

Van Gogh, gençliğini bir sanat simsarlığı firmasında çalışarak geçirmiş, kısa süren bir öğretmenlik deneyiminden sonra, Belçika da fakir bir madenci kasabasında misyoner olmuştur. Resim kariyerine 1880 den sonra başlamıştır. Başlangıçta koyu ve kasvetli renklerle çalışan Van Gogh, Paris te tanıştığı empresyonizm ve neo-empresyonizm akımlarının etkisiyle canlı renklere geçmiş, Güney Fransa da geçirdiği süre zarfında da bugün yaygın olarak tanınan kendine özgü resim tarzını geliştirmiştir.

Van Gogh, ömrünün son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya/yağlıboya resim ve 1100 karakalem çalışma üretmiş, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapmıştır. 1888 de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir.

Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir. İki kardeşin arkadaşlığı, 1872 den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.

20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkilemiş olan Van Gogh, fovistlerin ilham kaynaklarından biridir ve ekspresyonizmin öncülerinden kabul edilir.

Vincent Willem van Gogh (d. 30 Mart 1853 - ö. 29 Temmuz 1890), Hollandalı post-empresyonist ressam. Bazı resim ve eskizleri, dünyanın en tanınmış ve en pahalı[1] eserleri arasında yer alır.

Van Gogh, gençliğini bir sanat simsarlığı firmasında çalışarak geçirmiş, kısa süren bir öğretmenlik deneyiminden sonra, Belçika da fakir bir madenci kasabasında misyoner olmuştur. Resim kariyerine 1880 den sonra başlamıştır. Başlangıçta koyu ve kasvetli renklerle çalışan Van Gogh, Paris te tanıştığı empresyonizm ve neo-empresyonizm akımlarının etkisiyle canlı renklere geçmiş, Güney Fransa da geçirdiği süre zarfında da bugün yaygın olarak tanınan kendine özgü resim tarzını geliştirmiştir.

Van Gogh, ömrünün son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya/yağlıboya resim ve 1100 karakalem çalışma üretmiş, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapmıştır. 1888 de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir.

Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir. İki kardeşin arkadaşlığı, 1872 den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.

20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkilemiş olan Van Gogh, fovistlerin ilham kaynaklarından biridir ve ekspresyonizmin öncülerinden kabul edilir.

Vincent van Gogh, Hollanda nın güneyindeki Noord-Braband bölgesinde bulunan Zundert kasabasında, Protestan rahibi Theodorus van Gogh ve Anna Cornelia van Gogh un ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Van Gogh un doğumundan bir yıl önce, annesi bir ölü doğum yapmıştı, ve bebek ölmeseydi Vincent ismi ona verilecekti. Bu olayın, genç Van Gogh u derinden etkilediği ve Van Gogh un sanatındaki kimi öğelerin bu olaydan kaynaklandığı ileri sürülmüştür.Van Gogh dört yaşındayken, kardeşi Theodorus (Theo) doğdu. Van Gogh un, Theo dışında bir erkek (Cornelius), üç de kız kardeşi (Elisabeth, Anna, Wil) vardır.

Van Gogh, 1864 te Zundert e 30 km uzaklıktaki Zevenbergen yatılı okuluna yazıldı. 1866 da ise ortaokul için Tinburg a geçti. 1868 de eğitimini yarıda bırakarak Zundert e döndü. Sonradan kardeşi Theo ya yazacağı bir mektupta, çocukluk yıllarını "kasvetli, soğuk ve kısır" olarak betimleyecekti.

Vincent van Gogh, Hollanda nın güneyindeki Noord-Braband bölgesinde bulunan Zundert kasabasında, Protestan rahibi Theodorus van Gogh ve Anna Cornelia van Gogh un ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Van Gogh un doğumundan bir yıl önce, annesi bir ölü doğum yapmıştı, ve bebek ölmeseydi Vincent ismi ona verilecekti. Bu olayın, genç Van Gogh u derinden etkilediği ve Van Gogh un sanatındaki kimi öğelerin bu olaydan kaynaklandığı ileri sürülmüştür.Van Gogh dört yaşındayken, kardeşi Theodorus (Theo) doğdu. Van Gogh un, Theo dışında bir erkek (Cornelius), üç de kız kardeşi (Elisabeth, Anna, Wil) vardır.

Van Gogh, 1864 te Zundert e 30 km uzaklıktaki Zevenbergen yatılı okuluna yazıldı. 1866 da ise ortaokul için Tinburg a geçti. 1868 de eğitimini yarıda bırakarak Zundert e döndü. Sonradan kardeşi Theo ya yazacağı bir mektupta, çocukluk yıllarını "kasvetli, soğuk ve kısır" olarak betimleyecekti.

1869 da, henüz on beş yaşındayken, amcası Vincent ("Cent") aracılığıyla Lahey deki bir sanat simsarlığı firmasında iş buldu, Ocak 1873 te firmanın Brüksel ofisine geçti. Mayıs 1873 te ise firma Van Gogh u İngiltere ye yolladı. Londra nın güneyindeki Brixton bölgesine yerleşen Van Gogh, işindeki başarısı sayesinde kısa sürede babasından çok para kazanmaya başladı. Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer den hoşlandı, fakat ona açıldığında, kız gizlice başka bir kiracıyla nişanlandığını söyleyerek Van Gogh u reddetti. İngiltere de kaldığı süre boyunca giderek içine kapanan ve dindarlaşan Van Gogh, 1875 te firmanın Paris ofisine yollandı. 1876 da ise artık sevmediği simsarlık işini bırakarak İngiltere ye döndü, ve Londra nın güneydoğusundaki Ramsgate kasabasında bir yatılı okulda gönüllü öğretmenlik yapmaya başladı. Okul Middlesex e taşınınca bir süre Isleworth de başka bir okulda öğretmenlik yapan Van Gogh, Aralık 1876 da Hollanda ya geri döndü, ve altı ay boyunca Dordrecht te bir kitapçı dükkanında çalıştıktan sonra, Mayıs 1877 de teoloji okumak amacıyla Amsterdam a geçti. Temmuz 1878 de bundan da vazgeçerek ailesinin yanına döndü. Ocak 1879 da ise misyonerlik amacıyla Belçika da fakir bir madenci bölgesi olan Borinage a yerleşti. Buradaki madencilerin kötü yaşam koşullarından etkilenen Van Gogh, onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için özellikle kötü koşullarda yaşadı, yemek ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere verdi, yatak yerine saman üzerinde uyumaya başladı. Temmuz 1879 da, "rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği" için kilise tarafından işine son verildi, ama Van Gogh bir yıl daha bölgeden ayrılmadı. 1880 sonbaharında, kardeşi Theo nun tavsiyesine uyarak resimde kariyer yapmaya karar verdi, ve sanat eğitimi almak için Brüksel e gitti. Buradaki Güzel Sanatlar Okulu na başvurduysa da sonradan fikrini değiştirerek Nisan 1881 de Etten e, ailesinin yanına döndü.

 



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Osmanlı Ordusu
  17.Ağu.2007 Cum 09:00:01
fiogf49gjkf0d
Osmanlı ordu teşkilatı Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve Memlüklüler devletlerinin askeri teşkilat yapılarından belirli ölçülerde yararlanılarak kurulmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu Ordusu nun Başkomutanlık görevini Hakanlar yapmışlardır.

Yaya ve atlılardan oluşturulan ordunun atsız kısmı "yaya”, süvarileri ise "müsellem” şeklinde adlandırılmıştı. Kapıkulu Ocakları nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler.

Osmanlı Devletinin temeli atılırken süvari olan beylik kuvvetlerinin yerine vezir Alâaddin Paşa ile Kadı Cendereli Kara Halil in tavsiyeleriyle Türk gençlerinden oluşan ayrı ayrı biner kişilik yaya ve müsellem isimleriyle muvazzaf iki sınıf piyade ve süvari kuvveti kuruldu.

Osmanlı ordusunda; alemkılıç, ok, sapan, bozdoğan, topuz da denilen gürz, kamçı, döğen, balta, meç, şimşir, gaddara, yatağan, hançer, kama, mızrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zıpkın, tırpan, çatal, halbart, mancınık, müteharrik kule, şayka, zarbazen, miyane zarbazen, şahî zarbazen, şakloz, drankı, bedoluşka, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarındaki toplar şişhaneli karabina, çakmaklı, fitilli çeşitleriyle tüfek, tabanca, zırh, karakal, miğfer, dizçek, kolçak, kalkan da düşman silâhından muhafaza için kullanılırdı.

Beylik-Devlet Döneminde Osmanlı Ordusu

Ordu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerinden oluşmaktaydı.

Osman Bey in babasi Ertuğrul Gazi, Selçuklu Selçuklu Sultanı Sultan Alâaddin tarafindan Bizans sınırına bir uç beyi olarak tayin edilmişti. Ertugrul Gazi ye yurt olarak verilen yer bugünkü Bursa, Kütahya ve Bilecik vilâyetlerinin sınırlarının birleştigi yerdir.

İlk seferler ve fetihler beyliğe bağlı aşiret kuvvetleri ile yapılmıştır. Zamanla fetihlerin genişlemesi sefere çıkacak asker ihtiyacını arttırdığından düzenli bir ordunun kurulması zorunlu hale gelmiştir.

Beylikler döneminde Osmanlı, komşu Türkmen beylikleriyle mücadele yerine, Balkanlar üzerine seferler yapmıştır. Topraklarını çok kısa bir sürede genişleten ve savaşmak ve yönetmek ikilemi ile karşı karşıya kalan Osmanlının basit beylik yapısından kurtulması için düzenli bir devletin niteliği olan askeri, siyasi, iktisadi ve sosyal yapısal öğelerin oluşturulmasını ve gelişti-rilmesini zorunlu haline getirmiştir.

Osmanlı kuvvetleri beylik döneminde yaya ve müsellemlerden meydana geliyordu.

Yükselme Döneminde Osmanlı Ordusu (1452-1579)

Osmanlı Devleti’nin beylik-devlet siyasetinden imparatorluk siyasetine geçişi imparatorluk içinde bağımsız güç bırakmak istemeyen, merkezi otoriteyi devşirme-kapıkulu-yeniçeri-enderun sistemiyle sağlamlaştırmak isteyen II. Mehmet ile başlamıştır.

II. Mehmet Yeniçeri ocağına büyük önem vermiş Çandarlı ailesinden sonra vezir-i azamlığa devşirme-kapıkulu kökenliler getirilmeye başlanmış ve yeniçeri-devşirme aristokrasisi Cem ve II. Beyazıt arasında çıkan taht kavgasında belirleyici rol oynayarak tımarlı sipahi-Türk aristokrasisine karşı üstünlük sağlamışlardır.

Duraklama Döneminde Osmanlı Ordusu (1566-1699)

Kanunî Sultan Süleyman ın ölümü ile, devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlerde hakimiyeti ve sosyal düzeni devam etmekte idi.

Duraklama Döneminde artık ihtiyaç kalmayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bazı eski askeri birlikler kaldırılmıştır. Kapıkullarının sayısı 1610 larda 40.000 e çıkmış, tımarlı sipahi sayısı 20.000 e düşmüştür. Sonuç olarak, tımar sisteminin bozulmasının en olumsuz tarafı, devletin iktisadi yapısına yansımasıdır.

Gerileme döneminde Osmanlı Ordusu (1699-1792)

Gerileme döneminde, Avrupa örnek alınmaya çalışılmış, teknik ve ekonomik alanlarda yapılanmaya gidilirken Donanmanın yenilenmesi gibi askeri birtakım yenileşme çabalarına gidilmiştir.

Çöküş Döneminde Osmanlı Ordusu (1792-1918)

  • III. Murat döneminden itibaren kapıkulu ocaklarına kanunlara aykırı asker alınarak sayılarının artırılması
  • Yeniçerilerin geçim sıkıntısını ileri sürerek askerlik dışında işlerle uğraşmaları
  • İltizam sisteminin yaygınlaşması üzerine tımar sisteminin önemini kaybetmesi ve eyaletlerde asker yetiştirilmemesi
  • Denizcilikle ilgisi olmayan kişilerin donanmanın başına getirilmesi
  • Avrupa’da meydana gelen harp teknolojisindeki gelişmelerin takip edilmemesi

gibi etkenler Osmanlı askeri sisteminin bozulmasına neden olmuştur.

ASKERİ ÖDENEKLER

Osmanlı Ordusu kuruluş tarihi olan 1363 yılından yeniçerilerin kaldırıldığı 1826 yılına kadar geçen yaklaşık beş yüzyıl içinde genel kuvveti haliyle birçok değişikliğe uğrar.

Kanuni devrinde devletin yalnız topraklı süvarisi için yaptığı masrafların bugünkü değeri 600 milyon frank ı geçmektedir ki bu da zamanın Fransa Hükümetinin tüm kara ordusu için harcamasına eşit bir tutardır.

ASKERİ TAYINLAR

Askeri tayın ekmek, et, bulgur ve sade yağdan ibaret olup, cuma geceleri için de pirinç verilirdi.

EĞİTİM

Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, tersane ve donanmanın geliştirilmesi ve de tersane halkının eğitilmesi amacıyla kurulan denizcilik okulu.


Aşiret Mektebi, Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından, 21 Eylül 1892 tarihinde Aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak amacıyla açılan okul.Aşiret çocukları subay olarak da yetiştirilmiştir.

Askeri Teşkilat

Yaya ve müsellemlerin temelini attığı ordu teşkilatı zamanla kuvvet ve sınıflara ayrılmıştır. Osmanlı ordusu başlıca 4 ana kuvvetten oluşmaktadır. Bunlar; Kapıkulu Ocağı, Eyalet askerleri, Akıncılar ve Donanmadır.

Kapıkulu Ocağı

Kapıkulu Piyadeleri ve süvarilerinden oluşmuştur.

Kapıkulu Piyadeleri; Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı, Top Arabacılar Ocağı, Humbaracı Ocağı, Lağımcılar, Sakalar,

Kapıkulu Süvarileri: Silahtar, Sipahi, Sağ Ulufeciler, Sol Ulufeciler, Sağ Gureba bölüğü, Sol Gureba bölüklerinden oluşmakta idi.

Eyalet Askerleri : Kapıkulu Ocağı

Eyalet askerleri; Yerli Kulu; Azab, Sekban , Tüfenkçi, İcareli, Lağımcılardan, Serhat Kulu: Deliler (Deli), Gönüllüler, Beslilerden, Topraklı Süvari ve Tımarlı Sipahilerden oluşmakta idi.

Akıncılar

Akıncılar

Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa da "komando" olarak ortaya çıkacaktır. Akıncılardan bin kişinin komutanına binbaşı, yüz askerin komutanına yüzbaşı ve on neferinkine de onbaşı denilirdi. Bunların hepsinin üstünde de akıncı beyi denilen akıncı kumandanı vardı buna Akınal ve akıncı sancak beyi de denilirdi. Ayrıca akıncılar, savaşlarda keşif amaçlı en önden de giderdi ve Osmanlı Devleti tarihinde önemli bir yere sahiptirler..

Resim:Meke Harbi Zonaro.jpg



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Osman Gazi (1258-1326)
  17.Ağu.2007 Cum 09:06:11
fiogf49gjkf0d

Resim:Osman I.jpg

Osman Bey, Osman Gazi ya da I. Osman, (Osmanlı Türkçesi:عثمان بن أرطغرل) (d. 1258, Söğüt – ö. 1326, Bursa) Osmanlı Beyliği nin kurucusudur. Babası Ertuğrul Gazi, annesi ya da babaannesi, Hayma Ana dır (Hayma veya Hayme Hatun). Çocukları Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey ve Fatma Hatun dur.

Yaşamının erken dönemleri hakkında güvenilir kayıtlar yoktur. Dönemine ait tüm çağdaş eserler büyük ölçüde 1422 ya da hemen sonrasında tarihlendirilen ve artık mevcut olmayan özgün bir metinden türemiş oldukları açıktır. Çağdaşı ünlü gezgin İbn Battuta, Osman Bey in oğlu Orhan Bey i, o dönemdeki başkent Bursa da ziyaret etmiştir. 1283 te babası Ertuğrul un ölümü ile babasının yerine Anadolu Selçuklu Devleti nin "uçbeyi" oldu. 1299 da Anadolu Selçuklu Devleti nin "büyük uçbeyi" oldu. Bu tarih, aynı zamanda birçok tarihçi tarafından Osmanlı nın kuruluş tarihi olarak kabul edilir.

Osman Bey, büyük uçbeyi olduktan sonra Bizans yönündeki faaliyetlerine hız verdi. Çünkü o dönemlerde Bizans; isyanlar, kargaşalar ve taht kavgaları içindeydi. Durumdan faydalanan Osman bey Karacahisar, Bilecik, Yarhisar, Bilecik, İnegöl ve Yenişehir i aldı. 1288 de beyliğin başkenti Bilecik e taşıdı.

Bizans ordusu ile yaptığı Koyunhisar Savaşı nı kazandı. Koyunhisar Savaşı, Bizanslılar ile Osmanlılar arasındaki ilk savaştır. Bazı tarihçiler, Osmanlı nın kuruluş tarihi olarak, Koyunhisar Savaşı nın kazanıldığı 27 Temmuz 1302 tarihini gösterirler. Bu savaşla birlikte Osman Bey in adı ve Osmanlı Beyliği, Anadolu çapında tanınmıştır. Bu zafer dolayısıyla Anadolu dan gönüllüler Osman Bey in safında savaşmak üzere Batı Anadolu ya akın ettiler. Bu zaferle İznik ve İzmit in fethi kolaylaştı. Bursa kuşatıldı, fakat alınamadı.

Osman Bey, sağlığının bozulması nedeniyle 1320 de beyliğin yönetimini oğlu Orhan Bey e bıraktı. 1326 da Söğüt te nikris hastalığından öldü. Türbesi Bursa dadır.

Osman Gazi, babası Ertuğrul Gazi den yaklaşık 5 bin km² olarak devraldığı Osmanlı toprağını oğluna 16 bin km² olarak devretmiştir. İlk Osmanlı parası olan "akçe", Osman Bey in zamanında basılmıştır. Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit, Bilecik/Domaniç in Çarşamba köyünde Osman Bey in annesi veya babaannesi olan Hayma Ana nın türbesini yaptırmıştır.



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Ne idik Ne olduk (Herkes Okumalı)
  20.Ağu.2007 Pzt 09:27:22
fiogf49gjkf0d

Eski Türkler

Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Dürüsttük: Bir zamanlar, Londra Ticaret Odası nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın."

İtibarlıydık: Bir zamanlar, Hollanda Ticaret Odası nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.

Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."

Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için, saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.

Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700 lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar, arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."

Medeni idik: İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740 ların Türkiye si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."

Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık [aşırı kâr koyma, tefecilik], inhisarcılık [tekelcilik] ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan, çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız müellif Dr. Brayer, 1830 ların İstanbul unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür."

Ubicini, Dr. Brayer i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez."

Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880 lerin "biz"ini anlatıyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi, nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."

Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnâmesi yle meşhur Du Loir un 1650 lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.

Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus u dinleyelim, bize 1880 lerdeki halimizi anlatsın:
"Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise, bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9)

Hayırseverdik: Comte de Marsigli yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul dan Sofya ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin, yolculara, bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."

Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."

Bu tespiti, İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkati, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar, sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..."

"Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam: "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk e, bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: Allah ın rızasını tahsile [kazanmaya] yarar. "

Ne dersiniz? Galiba, geçmişimizden uzaklaşmak, bize çok pahalıya patladı.

İşte sorulmaya değer ve cevaplanması elzem olan soru: "Bizde, o zaman var olup da bugün olmayan nedir? Nasıl kaybettik? Nasıl buluruz?"



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >OSMANLI YA arap-ingiliz Tezgahı
  20.Ağu.2007 Pzt 09:30:50
fiogf49gjkf0d
OSMANLI YA arap-ingiliz Tezgahı

Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınıp, Sadaret e takdim edilen raporda, İngilizlerle işbirliği yapan İbn-i Suud ailesi ve Kuveyt Emîri Mubarek el-Sabah ın faaliyetleri ve onlara karşı İbn-i Reşid ailesinin mücadeleleri anlatılmaktadır. Binbir gâileyle uğraşan Osmanlı Devleti ise, bu gelişmeler karşısında denge politikası takip etmek zorundaydı.
Bugün dünyanın hemen hemen en sıcak çekişmelere açık bölgelerinden birisi olan Basra Körfezi ve civarı, geçen (Yirminci) yüzyılın başında da hayli hareketliydi. Bir taraftan, Osmanlı hakimiyetini yıkıp kendi nüfuzunu arttırma çabasındaki İngilizlerin faaliyetleri, diğer taraftan birbirlerine üstünlük sağlamak üzere çeşitli entrikalar çeviren mahallî güçlerin ve kabilelerin çıkar kavgaları, Basra Körfezi ni, Orta Arabistan ı, hattâ Hicaz ı cadı kazanına çevirmişti.

Osmanlı Devleti, son yüzyılında yaşadığı binbir türlü gâileye paralel olarak, buralarda da güç ve nüfuz kaybına uğramıştı. Ve durumun farkında olan II. Abdülhamid, hattâ ondan sonraki II. Meşrutiyet dönemi yöneticileri, bölgenin bir oldu bittiyle elden çıkmaması için, daimî teyakkuz halinde bulunuyorlardı. Gerçi, takip edilen politikalar, doğurdukları sonuçlar itibariyle tartışılır olmakla birlikte biz, konunun bu yönünü anlatmak değil, bölgenin o günkü durumunu özetleyen bir raporu sunmak istiyoruz.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909 da, Medine de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.

Kutsal mekânlar yağmalanıyor

Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.

İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:

"İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır iyye ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır."

İbn Suud - Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet vermedikleri, ancak Vehhabîler in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:

"O esnâda Necef ve Kerbelâ ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn e (Mekke ve Medine ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke yi ve Medine yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz a girmesine engel olmuşlardır.

İbn Suud un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar"demektedir.

Osmanlı Devleti ve Vehhabîlik

Bilindiği gibi, Vehhabîlik hareketi başlar başlamaz, Osmanlı Devleti bölgedeki idarecilerini uyarmıştı. Ancak, maalesef güçlü bir merkezî kontrolden uzak olan bu idareciler, zamanında gerekli tedbirleri alamadıkları için, tehlike Mekke ve Medine ye kadar uzandı. Osmanlı Devleti, o sıralarda pek çok iç ve dış gâile ile boğuştuğundan, doğrudan müdahale edemeyecek ve meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin birlikte çözmelerini isteyecekti. Ne var ki, bundan da netice alınamayınca, Mısır üzerinden yapılacak müdahale, tek çıkar yol olarak kalacaktı. Raporda bu husus şöyle aktarılmaktadır:

"Medine-i Münevvere ahalisinin sürekli şikâyetleri ve Bâbıâlî ye müracaatları üzerine Vehhabîler in te dib ve terbiyesi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ya havale olundu. Mehmed Ali Paşa nın Mısır dan gönderdiği kuvvetler, Vehhabîler i, merkezleri olan Dır iyye ye kadar takib etmiş ve burayı tahribden sonra Vehhabî emîrinin oğlu Faysal ve Abdullah b. Suud yakalanarak Mısır a götürülmüş ve orada haps olunmuşlardır." (Abdullah b. Suud, bilâhare İstanbul a getirilerek idam edilmiştir.)

Bâbıâlî nin kerhen görev verdiği Mehmed Ali Paşa, elde etiği başarıyla hem Mısır daki itibarını pekiştiriyor, hem Mısır dışında söz sahibi olacak duruma geliyordu. Devlet ise, hizmetlerine muhtaç bulunmakla birlikte, onun özellikle Hicaz da nüfuz kazanmasını istemiyordu. Bu sebeple, Abdurrahman b. İlyas ın haklı olarak yaptığı tesbite göre, "Hicaz bölgesinin Mısır a bağlı ve Mehmed Ali Paşa nın idaresi altında bulunduğu müddet zarfında dahî, kadı ve şeyhu l-haremin İstanbul dan tayinine devam edilmiştir."

Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki hâdiselerin 1841 Londra Protokolüyle bir neticeye bağlanması üzerine, Mısır kuvvetleri, Hicaz ve Suriye den geri çekilmişlerdi. Ancak, durumu hazmedemeyen Mehmed Ali Paşa, Mısır da hapiste bulunan Faysal b. Suud u serbest bırakmıştır. Raporda bu gelişmeler de şöyle aktarılmaktadır:

"Bölgenin geri alınmasından muğber olan Mehmed Ali Paşa tarafından, Faysal salıverilmişti. O da Dır iyye nin tahrib edilmiş olmasından dolayı, Riyad denen mevkie giderek, burayı kendisine idare merkezi yapmıştır. Faysal ın Necid e dönmesinden sonra, Vehhabî mezhebinde bulunanlar, yeniden kendisine bağlılıklarını arz etmişlerdir. O da güç kazanarak Ahsa ile sair birtakım bölgeleri idaresine alarak gittikçe güç kazanmağa başlamıştır ki, Ahsa, ancak merhum Midhat Paşa nın Irak valiliği sırasında Vehhabîler in elinden geri alınabilmiştir (1871).

Faysal, üç evlâd bırakarak vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud ve en küçükleri Abdurrahman dır. (Faysal ın ayrı eşten Muhammed isminde bir oğlu daha vardı.) Faysal dan sonra, kendilerine tâbi kabilelerin idaresi, 1873 senesine kadar Abdullah ın elinde kalmıştı. Ancak, aynı sıralarda iki kardeş arasında meydana gelen muhalefet yüzünden, Abdullah ve Suud birbiriyle savaşmaya başladılar. Yine de idare bir süre daha Abdullah ın uhdesinde ve idare merkezi de Riyad da kalmıştır."

İbn Reşid sahneye çıkıyor

Rapor, bundan sonra aile içi çekişmelere dikkati çekmekte, bölgede önemli bir güç olarak ortaya çıkan diğer bir aileden, yani İbn Reşid den söz etmektedir:

"Faysal ın ikinci oğlu Suud un vefatından sonra, oğulları, amcaları aleyhine ayaklanırlar ve onu yenip azlettikten sonra da hapsederler. O sıralarda İbn Suud un nüfuzu zaafa dûçar olmasına paralel, Reşidîler ailesinden Muhammed b. Reşid, bölgede kuvvet ve nüfuz sahibi olmuştu. İşte Faysal ın oğlu Abdullah, ona müracaat ederek, yeğenlerine karşı yardım istemiştir. Muhammed İbn Reşid de onu bu gailelerden kurtarıp, Riyad emîri olarak kalmasını sağlamıştır. Ancak Abdullah, yeğenlerinin tekrar kendisine karşı ayaklanması üzerine, artık mukavemet edemeyeceğini anlayarak, hâmîsi olan İbn Reşid e sığınmıştır. Bunun üzerine Muhammed İbn Reşid, büyük kuvvetler ile hareket ederek, Riyad ve etrafını zaptetmiş ve söz konusu Suud un oğullarını da ortadan kaldırmak suretiyle bölgede Suud ailesinin nüfuzuna son vermiştir (1881)."

Abdurrahman b. İlyas ın ifadesine göre, Necid den çıkarılan Abdurrahman b. Faysal ın maiyetindeki Suud ailesi perişan vaziyette, Kuveyt Emîrine sığınmıştır. "Abdurrahman dahî (o sıralarda Suud ailesinin reisi) Kuveyt e Emîr Muhammed el-Sabah nezdine iltica etmiştir. Osmanlı Devleti ise Muhammed el-Sabah ın delaletiyle, sürgündeki Abdurrahman b. Faysal ve maiyetindekilere beş bin kuruş maaş bağlamıştır."

Kuveyt Emîrinden ve Kuveyt in stratejik öneminden de bahsedilen raporda, bu konuda şu bilgilere yer verilmektedir:

"Kuveyt Emîri Muhammed el-Sabah ın üç kardeşi bulunmaktaydı. Bunlardan Mübarek, diğer kardeşleri ile işbirliği halinde, Muhammed el-Sabah ı öldürerek Kuveyt emirliğini ele geçirir.

Kuveyt, Basra vilâyetinin güneyinde ve Umman sahilinde, Basra ya yakın ufak bir iskele ise de, mevki bakımından haiz-i ehemiyettir. Bir kaç sene evvel, Necd Kıtası ahalisinin ayaklanıp anarşi meydana getirdikleri sıralarda, Hindistan dan gelen ticarî eşya; Kuveyt ten ithal edilmeye başlanmıştır. Bu ithalattan gümrük resmi alınmıyordu. Öte yandan Kuveyt in Necd e yakın olması münasebetiyle herkes buradan gelen mallara, ucuz olduğu için rağbet etmeğe başlamış ve bu yüzden de Kuveyt kasabası, günden güne gelişerek Necd in iskelesi makamında fevkalade büyümüş ve her yönüyle önem kazanmıştır. Diğer taraftan Necd, Irak ve Şam taraflarındaki Bedevî Arap kabile ve aşiretlerinin ellerindeki yasak silahlar da buradan ithal ve tevzi edildiğinden, bölge ayrı bir önem kazanmıştır.

İngilizler in entrikaları

Mubarek el-Sabah ise, ithal edilen her tüfekten 2 riyal vergi alarak geçişine müsaade etmektedir. Mubarek el-Sabah ın, büyük biraderi Muhammed i ve diğer kardeşini öldürmekten maksadı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Necd kıtasında nüfuz kazanarak bu yolla servetini arttırmaktı. Hattâ kardeşini öldürmesinden evvel, İngiliz gemileriyle bazı yabancılar Kuveyt e gelerek Mubarek ile görüşmüştür."

Raporda, Kuveyt Emîri Mubarek in, siyasî cinayetlerini, İngilizlerin teşvikiyle işlediği, yukarıdaki ifadelerle ima edildikten sonra, Mubarek el-Sabah ın, esas hedefine varabilmek için Necd içlerinde giriştiği diğer faaliyetleri anlatılmaktadır:

"Mubarek, arzularına ulaşmak maksadıyla tedarik eylediği kuvvetler ile karadan onbeş gün yolculuk yaparak Kasîm yakınlarına ulaşmış ve o sıralarda bölgede nüfuz sahibi olan İbn Reşid ile çatışmaya girmiştir. İbn Reşid, kendisine mensup Şammar ve diğer kabileler ile birlikte Mubarek in üzerine hücum ederek onları yenmiş ve Kuveyt e kadar takip eylemiştir. Akabinde de Kuveyt i istilâ etmek için devlete müracaat etmiştir. Nedense, Basra Valisi Muhsin, kumandan Feyzi Paşalar ile Basra Nakîbi ve Ebu l-Huda nın aracılığıyla bu iş önlenmiş ve nihayet Mubarek el-Sabah da İngiliz himayesine müracaat ederek kurtulmuştur." Raporda bahsedilmemekle birlikte, İbn Reşid in bu arzusunun, bölgede özellikle İngilizlerle daha büyük problemlerin doğmaması için, II. Abdülhamid tarafından önlendiği, başka belgelerde zikredilmektedir.

İşte, Mubarek ile Necd Emîri bulunan İbn Reşid in bu çekişmeleri sırasında, Kuveyt te babası Abdurrahman ile birlikte mülteci durumunda bulunan, bugünkü Suudî Arabistan ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. Rapora göre, Mubarek, Osmanlı Devleti nin kararlılığından ve siyasî şartların elvermemesinden dolayı, gerçek niyetlerini açığa vuramıyor, her vesileyle Abdülaziz İbn Suud u kullanmayı tercih ediyordu. Nitekim, onu teçhiz ederek, atalarının geldiği yer olan Necd içlerine gazvelere göndermiş ve birkaç yıl içinde Riyad, Kasîm, Uneyze ve civarını ele geçirmesini sağlamıştır. Böylece, düşmanı olan İbn Reşid in nüfuz sahasını daraltmıştır.

Suud-İbn Reşid çekişmesi

Bundan sonra bölgede yeniden başgösteren Suud-İbn Reşid çekişmeleri de şöyle özetlenmektedir:

"Abdülaziz İbn Reşid, Suud ile her ne kadar uğraşmış ise de muvaffak olamamış, hattâ savaş sırasında Suud un adamları tarafından öldürülmüştü (1906). Onu müteakib, büyük oğlu Mut ab, Emîr-i Necd namıyle yerine geçmiştir. Bir sene icra-yı nüfuzdan sonra, aynı aileden Ubeyd in oğlu, bazı tarafların teşvikleri üzerine Mut ab ı ve iki kardeşini katletmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz in küçük oğlunu, dayıları olan Essubhan kabilesi, Medine ye kaçırarak, muhtemel bir ölümden kurtarmışlardır.

Bir müddet sonra da, topladıkları birtakım kabileler ile Necd içlerine giderek, eski idare merkezleri olan Hail i ele geçirirler. Dayılarının teşebbüsleriyle, küçük yaştaki Suud İbn Reşid, geleneksel gücü de dikkate alınarak, Osmanlı Devleti tarafından kaymakam tayin edilerek, kendine ve etbaına maaş tahsis edilir. Anca, idare onun adına dayıları tarafından yürütülür. Hattâ bunlar devlete müracaat ederek, Muhammed ve Abdülaziz b. Reşid zamanlarında kendilerine verilmiş olan silahların kaybolmasından dolayı İbn Suud a karşı mukavemet etmek için, 2000 tüfek isterler. Devlet, bu isteklerine olumlu yaklaşmakla birlikte, arzu ettikleri tüfekleri verememiştir."

Bütün yukarıdaki ifadelerden sonra şu neticelere varılmaktadır:

"Hulasa-i kelâm, İbn Suud, İngilizlerin nüfuzu altında, Kuveyt Şeyhi Mubarek el-Sabah ın bir icra vasıtasıdır. Serveti bütün bu teşebbüslerine müsait olmadığı halde, İbn Reşid e karşı kendi güvenliğini sağlamak isteyen Mubarek el-Sabah ın serveti, İbn Suud un faaliyetlerine kaynak teşkil etmektedir. Onun bu faaliyetlerinden maalesef Osmanlı Devleti değil, İngilizler istifade edecektir. Öte yandan, bağlı bulunduğu mezhebin mahiyeti itibariyle de İslamlar ve belki Osmanlı hükümeti aleyhinde bulunmasının sebebi pek aşikârdır. Çünkü, İslam olmak, ancak kendilerinin mezhebinde bulunmakla olur. Kendi mezhepleri dışındakiler, İslam sayılmamaktadır. Kendi itikadlarına göre, bu gibilerin katli bile vacibdir."

Bölgede sürdürülen bu faaliyetleri yakından takip eden birisi olduğu anlaşılan Harem-i Nebevî müderrisinin, dönen dolapların sonuçlarını da iyi kestirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, ileriki yıllarda -raporda da belirtildiği gibi- bütün bu entrikalardan İngilizler istifade etmişlerdir. Raporun müteakip satırlarında, İbn Reşid in, İbn Suud a karşı desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. "Zîra, İbn Reşid, hiçbir zaman hükûmet-i İslamiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmadığı gibi, İbn Suud gibi de imamet iddiası gütmemişti. Ayrıca, yabancı bir hükûmete de temayül etmemiş ve taraftar olmamıştı.

Bu ifadelerden, rapor sahibinin İbn Reşid taraftarı olduğu anlamı da çıkabilir, Ancak, gerçekte de, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti, Necd de zaman zaman, İbn Suud a karşı, siyasî bir iddiası bulunmayan İbn Reşid i desteklemiştir. İlk anda, bu siyasetin birçok mahzurları olduğu akla gelse bile, yine raporda idia edildiği gibi: "şayet, İbn Reşid ve ona bağlı kabileler olmasaydı, Necd bölgesi ile birlikte Mekke ve Medine nin, tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi, tekrar İbn Suud un eline geçmesi muhakkaktı."

Denge politikası

Öte yandan, Osmanlı Devleti, hiçbir zaman iki tarafın da büyük bir güç haline gelmesini istememiş ve daima birbirlerini dengeleyecek şekilde kalmalarını sağlamıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, daha önce zikredildiği gibi, İbn Reşid ailesi Suud ailesini Necd en çıkardığı zaman, Osmanlı Devleti nin bu ailenin tamamen ortadan kalkmasına rıza göstermemesi ve Kuveyt te yaşamalarına izi vererek, sefalete düşmemeleri için de ayrıca maaş tahsis etmesiydi.

Abdurrahman b. İlyas, zamanın nezaketinden bahsederek, devletin bölgede gücünü iyice göstereceği güne kadar iki tarafı da idare edecek politikaların güdülmesini tavsiye ettikten sonra, bu işte en büyük rolü Mekke Emîrinin oynayabileceğini söylemektedir:

"İşte bu noktada da nazar-ı dikkate alınacak zat, Mekke Emîri hazretleridir. Emîr in iyi idaresi ve defalarca Bedevîlere karşı icra eylediği gazvelerin neticesinde, Necd bölgesinde hükûmetin nüfuzu vücud bulmuştur. Aynı şekilde bunun gelecekte de görülmesi tabiîdir. Birkaç sene evveline gelinceye kadar, Vehhabî mezhebinin Mekke-i Mükerreme yakınlarına kadar sirayet eylediği görülmüştü. Mekke Emîri, geçenlerde üzerlerine yaptığı gazvesinde, bunlar müzmahil olmuşlardır. Öte yandan, Mekke Emîri, bu hususa yetkili kılınması halinde, hükûmetce de masraf yapmaya ve bölgeye asker sevkine gerek kalmayacaktır."

Raporda, öteden beri birbirlerine karşı gazve suretiyle elde ettikleri malları aralarında paylaşarak geçinmekte olan kabilelerin bağlı olduğu İbn Suud a, hükümetin emaret namıyla bir nüfuz vermesi de tehlikeli bulunmakta ve bunun hükümet aleyhinde onun silâhlandırılması anlamına geleceği zikredilmektedir. Zîra, İbn Suud un, İngiliz taraftarı ve Osmanlı hükümetinin düşmanı olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.

Esasında Osmanlı Devleti, 1904 yılında, Abdülaziz in babası Abdurrahman ı Riyad kaymakamı olarak tayin etmişti. Ancak, işler fiilen, oğlu Abdülaziz in elinde idi. Anlaşılan, raporun sahibi, Abdülaziz in de tıpkı babası gibi, bir devlet makamını işgal etmemesini istiyordu. Raporun ne kadar etkili olduğu bilinmemekle birlikte, II. Meşrutiyet in başlarında, gerçekten de İbn Suud a karşı takınılan tavrın aynı çerçevede olduğu, diğer belgelerde görülmektedir.

1909 yılında kaleme alınan bu raporda dile getirilen hususların haklılığı, kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Önce, İbn Suud, Necd içlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, 1913 te, Osmanlı hükümet merkezi olan Ahsa yı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti, kendisini bölgenin vali ve kumandanı olarak ilan etmesine rağmen, o, I. Dünya Savaşı sırasında, İbn Reşid i bahane ederek, tarafsız kalıp devlete yardım etmemekle, İngilizlerin arzularına yardımcı olmuştur. Aynı şekilde Kuveyt Şeyhi Mubarek de İngilizlerle dostluğunu sürdürmüş ve onların himayesine girmiştir. İbn Reşid ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur.

Doç. Dr. Zekeriya Kurşun/Tarih ve Medeniyet, Sayı 30



Ercie94

Ercie94 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >OSMANLI YI YAĞMA YARIŞI
  20.Ağu.2007 Pzt 09:34:08
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

arma.jpg

Batılı devletler, ölümünü bekledikleri Osmanlı İmparatorluğu nun terekesinden pay kapmak için kuyruğa girmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı nda bu hedeflerini daha da netleştirip, kendi aralarında gizli andlaşmalar imzalayacak, Anadolu da ve Ortadoğu da paylaşım bölgelerini tespit edeceklerdi.
Ondokuzuncu yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu nu parçalanmanın eşiğine getiren gelişmelerle doludur. Özellikle 14 Eylül 1829 tarihinde imzalanan Edirne Andlaşması yla bağımsız Yunanistan ın kurulması, imparatorluk bünyesindeki diğer milletleri de aynı yönde harekete geçirmiş ve Balkanlar da çözülmeler başlamıştır.

Bu çözülmeyle birlikte, Osmanlı topraklarının Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya ve daha sonra Almanya ve İtalya nın rekabet hâline geldiği görülür. Adı geçen devletler, "Avrupa nın hasta adamı" dedikleri Osmanlı nın ölümünü çabuklaştırmak ve mirasını yağmalamak istemektedirler. Ancak Devlet-i Aliyye, izlediği denge politikasıyla 19. yüzyılda ayakta kalmayı başaracak, böylece, mirasının paylaşılması hususu da 20. yüzyıla tehir edilecektir.

Osmanlı topraklarına yönelik emperyalist emellerin yoğunlaşmasındaki en önemli faktör, zengin petrol kaynakları idi. Ve Batılı devletler, Osmanlı Devleti yle ikili andlaşmalara giderek bazı imtiyazları elde etmişlerdi. Fakat, kendi aralarında da gizli andlaşmalar yapmış, kimin, hangi bölgede söz ve nüfuz sahibi olacağını kararlaştırmışlardı. Kâğıt üzerinde yaptıkları paylaşım, ileride gerçekleştirmeyi hedefledikleri kesin paylaşmanın sınırlarını belirtiyordu.

Rusya, tarihi boyunca, İstanbul ve Boğazları ele geçirmek ve oradan açık denizlere çıkmak emelini taşımıştır. Birinci Dünya Savaşındaki ana hedefi de budur.

Osmanlı Devleti nin 28 Ekim 1914 te savaşa girmesinden beş gün sonra, 2 Kasım 1914 tarihinde, Rus Çarı bir beyanname yayınlar ve özetle şöyle der:

"Bütün Rusya olarak biliyoruz ki, Osmanlı nın bilinçsizce savaşa katılması, atalarımızın bize Karadeniz kıyılarında bir miras olarak bırakmış oldukları tarihî görevi yerine getirmek yolunu, Rusya ya açmak suretiyle, Osmanlı yı yıkıma götüren olayların seyrini daha çabuklaştıracaktır."

Yukarıdaki ifade gösteriyor ki; Osmanlı Devleti, savaşa katılmasa da, Rusya fırsat bulur bulmaz "tarihî görevini" yerine getirmeye çalışacaktır. Ancak, sadece Boğazlara değil, Doğu Anadolu da hemen hemen 20 vilâyeti içine alan bir bölgeye de göz dikmişlerdir. Nitekim 1 Kasım 1914 te Doğu Beyazıt üzerinden Osmanlı sınırlarına saldırmaları ile Kafkas cephesinin açılması bunun göstergesidir. Öte yandan Rusya, 1840 lı yıllardan beri, bütün Balkan Slavlarını kendi liderliğinde birleştirme çabasındaydı. Fakat, Birinci Dünya Savaşı başlarken bu niyetini ikinci plana atmış, Boğazları esas hedef seçmiştir.

İngiltere:Göller Yöresi (Burdur, Eğridir ve Beyşehir göllerini kapsayan bölge) ve İzmir-Aydın demiryolu hattından Afyonkarahisar a kadar olan kısım, İngiltere nin nüfuz bölgesidir. Ayrıca, bütün Arabistan bölgesi, ilgi alanı içindedir.

İngiltere, 16. yüzyıldan itibaren, Ortadoğu üzerinden Hindistan a uzanmak düşüncesindeydi. Bu yolu tehdit eden potansiyel tehlike Rusya ya karşı da, Osmanlı Devleti nin bütünlüğünü savunmayı, uzun süre dış politikasının temeli yapmıştı. Fakat, Almanya nın "Doğuya açılma projesi" çerçevesinde, zamanla bölgede ağırlığını arttırması sonucu, 19. yüzyılın son çeyreğinde, eski politikasını terk etti. Artık, ya Osmanlı toprakları üzerinde kendi güdümünde devletler kurmak veya bu topraklara bizzat yerleşmek temayülündeydi. Nitekim, politika değişikliğinin ilk göstergesi olarak, Berlin Andlaşması nda (1878), Rusya ya karşı Osmanlı Devleti ni korumak maskesi altında Kıbrıs ı işgal etti.

Yine İngiliz nüfuz bölgesi ile ilgili olarak, Bağdat ve Musul petrollerini arama ve çıkarma hususunda, uzun görüşmelerden sonra, İngiltere ile Almanya arasında 19 Mart 1913 te bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre, Türkiye Millî Bankası (Alman-İngiliz), Shell (İngiliz) ve Deutsche Bank (Alman) ortaklığından oluşan Osmanlı Petrol Şirketi, iki devlet arasında paylaşılıyordu. Hisselerin %75 ini İngiliz şirketi almış, %25 i de Alman Deutsche Bank a bırakılmıştı. Daha sonra Osmanlı Devleti ne yoğun baskı yapan iki devlet, Musul ve Bağdad bölgelerinde petrol arama imtiyazını, Birinci Dünya Savaşı nın çıkmasından üç gün önce, 25 Haziran 1914 te almışlardır.

Almanya:İstanbul dan Bağdad a kadar uzanan demiryolunun iki tarafını içine alan bölge, Alman nüfuzundadır. Esasında, Osmanlı Devleti ne karşı ikili bir politika izleyen Almanya, 18 Ocak 1871 de birliğini kurduktan sonra, Osmanlı topraklarında ve Ortadoğu da üstün bir siyasî ve ekonomik güç olarak ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda, İngiltere nin bütün engellemelerine rağmen, Osmanlı Devleti nden 1888 yılında, Haydarpaşa-İzmit Demiryolu nun işletme hakkını ve 27 Kasım 1899 da Haydarpaşa-Bağdad-Basra Demiryolu nun yapımını almıştır.

"Almanya, işgalci olarak kötüdür, ama müttefik olarak daha kötüdür" diyen Avusturya atasözünü haklı çıkaracak davranışlar gösteren Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm, İstanbul daki büyükelçi Baron Vangenheim a yazdığı mektuplarda şu hususu vurgulamaktadır:

"Osmanlı Devleti, çökmek üzeredir, çökecektir. İmparatorluk paylaşılacaktır. Bu paylaşmada daha az hisse sahibi olacak devlet, dünyayı kontrol imkânından mahrum olacaktır."

Almanya, bu görüşten hareketle, Osmanlı Devleti üzerindeki müessiriyetini arttıracak, legal ve illegal her yolu denemiş, özellikle Osmanlı ordusunu kontrol altına alma gayretlerini yoğunlaştırmıştır. Üstelik, kopardığı imtiyazlarla yetinmemiş, birtakım gizli anlaşmalarla, yeni menfaatler teminine çalışmıştır.

Meselâ, 15 Haziran 1914 tarihinde İngiltere ile yaptığı gizli, Bağdad Demiryolu Sözleşmesi, Osmanlı nın Asya topraklarını, etki alanlarına bölüyordu. Buna göre, 1) Osmanlı Devleti, bütünlüğünü koruyacak olursa, Almanya, bu devlet üzerindeki üstünlüğünü koruyacak, 2) Dağılırsa, paylaşmadan payını alacaktı.

Gizli sözleşmeden, Almanya nın dost ve müttefiki olmasına rağmen, Osmanlı Devleti nin haberi yoktu.

İtalya ve Avusturya
Emperyalist devletlerin aralarında yaptıkları anlaşmalarla, İtalyanlara, Ege Bölgesi ve Antalya ile Konya- Kayseri çizgisine kadar İç Anadolu yu içine alacak şekilde, sınırları tam tesbit edilmeyen bir bölge bırakılmıştı. Ayrıca, İtalyanların, Osmanlı toprakları üzerinde Banco di Roma ve Triesteli Lloyd Sigorta şirketi gibi etkili kuruluşları bulunmaktaydı.

Öte yandan, Almanya ve İngiltere nin Anadolu daki nüfuz bölgelerinin güneyi ile İtalyan nüfuz bölgesinin doğusunda kalan bir kesim, Avusturya nüfuz bölgesi olarak düşünülmüştür.

Fransa
Manisa-Soma-Bandırma ve Bursa-Mudanya demiryollarının geçtiği bölge ile Sivas a kadar İç Anadolu nun doğu-orta kesimi, Elazığ ve Mardin yöresi, Antalya dan itibaren Lübnan ı içine alan bölüm ve Suriye ile Kuzey Irak, Fransa nın nüfuz bölgesidir.

Fransa, Osmanlı Devleti nde toprak kadar, ekonomik çıkarların da peşindeydi. Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Türkiye nin ekonomik bağımsızlığını kolayca kabul edememiştir.

<<12 >>