fiogf49gjkf0d Kapıyı Üzerime Kilitleme! Sen Olmayınca, Tek Başıma Korkarım Ben!
“Birkaç küçük saatimi ’O’nunla geçirebildim.” diyen insanlardan “O”nun nasıl biri olduğunu anlatmasını rica ederseniz; kısaca, yaşamının ilkbaharlarına özlemli, sonbaharlarına hırçın bir kadın gibi göründüğünü ifade eden cevaplar alırsınız sanırım. Otuzlu yaşlarının henüz milâdında bile olmadığı için yüzüne yerleşmesi beklenen yaşam dolu ifadenin yerini, neden yirmili yaşlarının kıyamet gününü anlatan endişeli tavrı garipser aynı cevaplar…
“O”ndan anlatmasını rica ederseniz “O”nu, bir kadın olamayacak kadar fırına yeni sürülmüş çörek kokusundan uzaklarda; bir erkeği anlatan mevsimlerin, elverişsiz hava koşullarına benzetilemeyecek kadar açıklarda olduğunu anlatır yaşamdaki duruşuyla.
Bana, anlatmamı rica ettiğinizde?..
Kökü, insan eli değmemiş topraklarda kendiliğinden filizlenmiştir; suyu, güneşi, üzerine özenle serpilmiş gibidir “O”nun. Nâdide bir dağ çiçeğinin şarapla yıkanmış hâli gibidir; o çiçeğin, aynaya yansıyan saf ve tok görüntüsünde yalnız başına yaşayan kadın tadında. Şehirdeki buharlı yaşamın hiç durmadan akmaya devam etmesi yüzünden, yeryüzünün birkaç karış üzerindeki beyaz buluta bulaşmış sisin zaferine yenik düşen ve bu durumun farkında olsalar bile çaresini aramayı hâcet görmeyen insanoğlunun en ayak basılmamış, en saf yönlerinin ortak bir harmanı olduğuna inanırım ben “O”nun gerçek kimliğinin ne olduğu sorusunda… Ya da bu dünyaya, diğer bütün türlerin alternatifi olsun diye bırakıldığına… “O”nu anlatmayı sağlayacak herhangi bir şeyin, her hâlükârda “O”nu özel kılacağına...
Son dokuz senesinin her bir ayrı gününü, aynı melodiyi çalan notalardan yaşardı “O”, sanki kaderiymiş gibi bunu bastıran. Sanki kaderi; “O”nun yüzüne dayatılanın yaşanmasını kat’iyetle şart koşardı. Kabul etmiş gibiydi “O” da, belki varlığını hissetmişti yargılama kabiliyetini elinden alan gücün yetisini. Hoşlanmazdı ama umursamazdı.
Ev hanımlığı kategorisinde, sektörel varolmazlıktan kaynaklanan personel boşluğunu hem de liderlik vasfıyla bile taşıyabileceği açık karşı kapı komşusunun; dünyeviymiş ve bir o kadar da maneviymiş gibi kabûl gören dayatmalarda benimsediği sözde mevcut kadınlık görevlerini, kocasını kapıdan uğurlarken kulağına fısıldadığı “Akşama geç kalma hayatım!” sözlerini bitirmesini beklemeliydi… Sadece ve sadece bulaşmasınlar “O”na ki elin yedi kat çağ dışı yabancısı onu arabasıyla iş yerine kadar bırakmayı kendisine görev bilmesin de geriye tepmiş gibi görünmesin nazik isteğini, diye. Ayakkabılarını kapının hemen iç tarafında, ayak parmaklarının bile ucunda giyerdi onların koklaşıp vedalaşmalarının sonunu beklerken.
…
Arabanın motor gürültüsünü işitir işitmez kapıyı açar, merdivenlerin trabzanlarından kayarak inerdi apartmanın giriş kısmındaki boşluğa. Demir kapıyı açtığında ve dışarıya adımını attığında, evinin kocaman camlarına bakardı son defa; sanki “Her şey yerli yerinde mi?” diye sorar gibi. Her defasında halı silkme seansına yakalanmak zorundaymış da; bu durum, yaşamının olmazsa olmazlarındanmış gibi sandığı ve her defasında “Kolay gelsin Huriye Abla! Geç kaldım ben!” sloganıyla el sallayıp aile içi huzursuzluklarından uzaklaşmaktan usandığı giriş katı baş belasından da kurtulduktan sonra, uzanırdı sahil yoluna ulaşan kestirme ara sokakların sabah güneşi cıvıl cıvıllığına.
Ben ise, camdan “O”nun gidişini izlerdim.
Okuluna ulaşımı, aslında dolmuş mesafesiyle beş dakikasını alırdı. Bir türlü kurtulamadığı yaşlanma korkusu; bu süreyi, yolun ciddi bir bölümünü deniz kıyısından tamamladığı yürüyüşü sayesinde, yarım saatten biraz fazla bir zamana uzatırdı.
“O”, bir müzik öğretmeni. Ve ah, o “bilinçsiz tüketici” mevsimleri!.. O gibi zamanlarda ise; haftasonlarının en güzel saatlerini eşiyle veya sevgilisiyle beraber parklarda – bahçelerde geçirmek istemeyenlerin ve enerjisini, içten yanmalı dostlarıyla beraber, taş devrindeki zihniyeti andıran nidâların atıldığı maçlarda patlatmak istemeyenlerin dans eğitmeni.
Şahidi olduğum kadarıyla bildiğim, geçmiş dokuz seneye ait liselerarası müzik yarışmalarının kayıtlarını tarayacak olursanız; birkaç öğrencisinin ismiyle karşılaşacaksınızdır elbette. Ama “O”nun, her zaman söylediği gibi… “İnanın ben kazandırmadım. Zaten biliyor olmalılardı. Sadece unutmuşlardı. Hatırlattım.”
Tango yapmaktan zerre kadar anlamaz. Ama sanki en iyisini “O” biliyormuş gibi yapmayı, herkesin becerebildiğinden daha iyi taklit eder. Bu yeteneği sayesinde eğittiği erkek öğrencilerine nice güzel kadınlar, bayan öğrencilerine ise nice yağlı adamlar kazandırmıştır nice eğlence mekânlarında. Ve belki de nice kutsal aileler… Düşünüyorum da, bu ülkenin aileyle iştigâl oluşumları, kimi kaçamak yapılaşmanın temelini oluşturan direklerden küçük de olsa biri olma sebebinden ötürü “O”nunla gurur duymalı. Hâttâ bunu somutlaştırmalı. Çiğ ete yakarış dönemlerindeki hazırlıklarını bir dans gösterisiyle pekiştirmek isteyen yamyamların, kurunun yanında yaşı da yakabilen açlıklarını düşündükçe; “O”nun, madden ya da mânen eli boş kalmışlığına hak verebiliyorum. Her şartta, “O”nunla gurur duyuyorum.
Herhangi bir sayfanın herhangi bir boş köşesine herhangi bir şeyler yazmaya bir türlü alışamadım geçmiş senelerimin kazandırdığı alışkanlıklardan dolayı. O yüzden yazmayıp anlatacağım ki okumaya vakit harcamadan sadece anlamaya çalışın diye. Daha başarılı olacağımdan emin olarak söylüyorum.
“O”na aşıktım. Toplumda kabul gören statümü düşününce, bırakın insanları; herhangi bir tek hücreli canlının bile buna inanamayacağına o kadar eminim ki aslında. Ben yine de aldırmazdım. Bildiğim bir tek şey vardı: Ben “O”na aşıktım. Bu bana yeter, artardı. Hayat, güzeldi.
Dokuz sene boyunca, bıkıp usanmadan, “O”nu izledim her gece. Koca camlar, ardına kadar açıktı içeride ışık olmasına rağmen. Birisi beni görür mü, diye endişe duymazdı. Ben, korkardım. Ama “O”nu izlemeyi severdim:
Perdenin arkasına gizlenirdim fark etmesin “O”nu seyrettiğimi diye; kitap okumasını izlerdim. Kenarına başını yaslardı tekli koltuğuna. Yanındaki sehpanın üzerinde duran abajur, yüzüne loş bir ışık yansıtırdı. Saatlerce izlerdim.
Camdan, herhangi bir yere gidişini izlerdim “O”nun. Ağır, demir kapıyı aralayıp dışarı çıkmasını. Ve “Belki bu defa görür ‘O’nu izlediğimi!” diye iç çırpınışımı. Sanki yürümeyip, süzülerek havalanışını. Görmezdi.
Dinlediği şarkılara eşlik etmesini dinlerdim “O”nun. Ninni gibi gelirdi. Mırıldanmasını izlerdim dudaklarının arasından.
Ve o şarkı… O şarkıda dans ederken… O şarkı “I want to be someone else or i’ll explode” diye başladığı anda ışıkları söndürmesini… Elleriyle eteğinden tutarak, ağır ağır dans etmesini… Karanlıkta pek seçemiyordum “O”nu. Ama gölgesini hissedebiliyordum, camdan yansıyan sokak lambalarının süzüldüğü vücudunun duvardaki karartısında.
“O”nu izlediğimi bilmeden mi ya da izlediğimi bile bile mi yapardı bilmiyorum; koltuğun üzerindeki tabakta duran çilekleri, üzerlerindeki şekeri dudaklarında gezdire gezdire ısırmasına hayrandım “O”nun… Çok beğendiğini tahmin ettiğim filmleri izlerken yüzüstü uzandığı yerden. Çıplak bacaklarını, belinin arkasından sallandırışını görmezden gelmeye çalışırdım.
Hakkımda varsayılan, hâttâ sabitleşen kötü yorumların aksine hiç terk etmedim “O”nu. Ama biliyorum ki terk etmek, benim ruhumda var. Aslında… Ruhumda olmaması da yeterli değil ve yaşanılması kesin olan tek şey belki de. Belki de yaşanılamayacak olması… Hangisi size doğru gelirse… Artık çok yaşlandığımın farkındayım. Elimde olmadan az zamanım kaldı. “O”nu terk etmem lazım. Hep berabermişiz gibi görünüp de aslında hiç beraber olamamışken. Sadece o güldüğünde sakinleşebiliyorum. Ve benim gitme zamanım geldiğinde, bana bakıp gülümsemeyecek diye endişeleniyorum. Elimde değil!
“O”nun benimle konuşmasını çok severdim. Yemeğini hazırlamak için mutfağa girdiğinde akşam vakti, önce beni çağırırdı “Gel!” diye. Ben de bilirdim ve o da bilirdi ki yatağımın kenarındaki boşluktan başka bir yerde yemeyecektim tasın içine hazırladığı ciğerleri ve beni boş yere koşturmuştu mutfağa kadar! Yerlere dökmüş olsam bile ben yedikten sonra silecek, yine de her akşam oraya getirecekti. Böyle anlaşmamıştık başında. Ama şartlar bunu doğurmuştu. Biz, yemeğimizi böyle yerdik. Otururdu masaya. Yemeğini yerken bana baktığını hissederdim. Anlatırdı o gün yaptıklarını. Kulaklarım titrer; hem yer, hem onu dinlerdim. Onunla yemek yemeyi severdim.
Bu dokuz senelik beraberliğimiz boyunca, “O”nunla tek kelime dâhi konuşmadım ya da konuşamadım. Hiçbir zaman cesaret edemedim. Belki yapardım. Belki de yapamazdım. Yapabilecek gücümün olduğunu bilsem bile; sesimi duymaz diye, duysa da şaşırıp cevaplamaz diye yapamadım. “O”na, beni reddetmesine tahammül edemeyecek kadar aşıktım. Biliyorum.
Veda günümüz… Soğuk bir yatak… Hayatımın kadını… Beni, ilk doğduğum gün ellerinin arasına alan. Ayakucunda uyuyup; büyümeye, yaşamaya alışabildiğim. İstese; uğruna her türlü acıya katlanabileceğim. Yalnız bırakıp, terk etmeye kıyamadığım. Sessizce, bir köşede izlemeye, doyamadığım.
“
- Kurtulmasının imkânı yok mu Doktor Hanım?
- Kısırlaştırma seanslarında da kedi sahipleri benzer tepkileri verebiliyor. Sanki bu işi, onlar; doğası gereği değil de zevk için yapıyorlarmış gibi. Ama hayvancağızların hayatlarını, insani duygularla kıyaslamamak gerekir. Kedinizin durumu da bu duruma benziyor. Acı çekiyor hanımefendi. Acı içerisinde olsa da, ötenaziyle olsa da bir gün ölecek. Siz olsaydınız “O”nun yerinde, ne yapılmasını isterdiniz?
- … Haklısınız galiba. Çok kötü oldum, ne yapsam, bilmem ki! Ama lütfen dışarı çıkmamı bekleyin başlamadan önce ve canının yanmamasını sağlayın.
- Telaşlanmayın hanımefendi. Uyutacağız. Hiçbir şey anlamayacak.”
…
“Bir şeyin kalmayacak Boncuk! Birazdan geçecek.” diye fısıldadı kulağıma son kez, öptü ve gitti. Birkaç saniye sonra neler olacağını bilmiyorum. Şu anda aklımdan geçen milyonlarca yarım kalan şey dışında, onsuz geçirdiğim milyonlarca zamanımın dışında, üzüldüğüm ve tüm gücümle ona seslenmeye çalışmak istediğim tek bir şey var:
“Kapıyı üzerime kilitlemeseydin her seferinde keşke. Sen olmayınca, tek başıma, çok korkuyordum ben.”
Taylan Güven |