ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


sohbet, okey, tavla, chat
20 Mayıs 2024, Pazartesi 00:41   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler > Önemli Bilgiler
forum sohbet oyun basliklari
   Elektronik Dans Müziği, Türleri ve Geçmişi
 Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

TuzRuhuESK

TuzRuhuESK resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  4.Şub.2008 Pzt 18:06:42      Elektronik Dans Müziği, Türleri ve Geçmişisohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d

Trance
80’lerden bu yana gelişen elektronik dans müzikleri arasında bu resme en son katılan renklerden biri olan Trance, 90’ların başında ortaya çıktı. Bir süre kenarda kaldıktan sonra 90 ortasında sağlam bir geri dönüş yaptı ve günümüzde bu türler arasında en çok tercih edilen müzik oldu.

Yeni arayışlar...

Disco’dan bu yana çıkan elektronik dans müziklerinin çoğu Amerika’da ortaya çıkmış ve Avrupa’da gelişmişti. Alman kökenli Trance bu noktada bir istisna oldu. 90’ların başında House ve Techno kendilerine belli bir yer edinmiş, Acid House’un ortaya çıkışından sonra Avrupa’da ve Amerika’da ardarda yapılan büyük rave partilerle dans müziği Hardcore etkisine girmişti. Arayış içindeki müzisyenler Hardcore’dan uzaklaşırken oldukça farklı yönlere gittiler. Hardcore’a tepki sayılabilecek Ambient, IDM (Intelligent Dance Music) gibi türler ortaya çıktı, Techno avant-guarde ve minimal bir yola girdi. Trance de bu arayış döneminin bir sonucuydu.

Sihirli formül...

Trance, 20 yıllık bir elektronik dans müziği zincirinin son halkalarından biriydi. Electronic New Wave, Industrial, Techno, Acid House, 80’lerin psikadelik müzikleri gibi birçok kaynaktan besleniyordu. 20 yılın deneyiminden güç alan Trance, son derece özgün ve yeni, bir yanıyla da insanlık tarihi kadar eskiydi. İlkel kabilelerden günümüze farklı kültürler ve dinlerde birçok noktada yeralan müzikle transa geçme geleneği, Trance müzikte teknolojiyle buluşuyor, kabul görmesi kaçınılmaz bir formül gerçekleşmiş oluyordu.

Hardcore ve Rave’in yaygın olduğu bir zamanda ortaya çıkan Trance, başlangıçta oldukça sert ve soğuktu. Tempo ve ritmik yapı olarak Techno’ya benziyordu. Güçlü bas melodileri üzerine, Acid House’un ortaya çıkmasına sebep olan TBR-303 ve çeşitli synthesizer kaynaklı seslerden oluşan üst melodiler Trance’in belkemiğini oluşturdu. Bu dönemde Avrupa’da yaygın olarak dinlenen “Euro” ya da “Club” denen melodik bir House türevi de Trance’in gelişiminde etkili oldu. Euro’da tekrar edilen canlı ve duygusal melodiler, Trance’te birtakım değişimlere uğrayarak neredeyse durmaksızın devam ediyordu. Genellikle parça beat seviyesinin düşmesiyle bir noktada duruluyor, dinleyici melodiye odaklanıp bekletildikten sonra, beat canlanmış ve yenilenmiş bir halde tekrar müziğe giriyordu. Böylece takip edilen melodi uzatılarak müzikte bir anlatı ortaya çıkıyordu.

Frankfurt Acperience...

1991 yılında Dj Dag Lerner ve Rolf Elmer’ın “dance2trance” parçası Trance müziğe adını verdi. Bu sırada Frankfurt kökenli Harthouse, Eye Q Records, R&S gibi Label’lar Trance’in gelişiminde önemli rol oynadı. Harthouse’u kuran Sven Vath, Heinz Roth Mathias Hoffman bu yönde çalışmalar yaptılar. Lerner ve Rolf’un “We Came In Peace” ve Hardfloor’un “Hardtrance Acperience” adlı parçaları erken dönem Trance sound’unun belirleyicisi oldu. Arpeggiators, Spicelab, Barbarella, Oliver Lieb, Cosmic Baby gibi isimler ardarda Trance prodüksiyonları yaptılar.

İngiltere’den Goa’ya...

Paul Oakenfold gibi Dj’ler sayesinde İngiltere’de popülarite kazanan Trance; Acid Trance, Hard Trance, Ambient Trance gibi alttürlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Avrupa’dan Hindistan ve Tayland’a kadar ulaştı, Psytrance ve Goatrance gibi belirgin ve güçlü bir yola girdi. Fransa’da Robert Miles, BT ve Sash gibi prodüktörlerin çalışmaları; Almanya’da ise Dj Taucher ve Paul Van Dyk gibi Dj’lerin etkisiyle Trance bugün dinlediğimiz haline yaklaşmaya başladı. Sasha ve John Digweed New York’taki Twilo adlı kulüpte Amerika’yı Trance’le tanıştırdılar. 90’ların sonuna doğru Vincent de Moor ve Ferry Corsten gibi isimlerle Trance mainstream chart’lara girmeye başladı. “Carte Blanche”, “Out of the Blue” gibi parçalar dünya çapında hit oldu. İnsanların bir zamanlar burun kıvırdığı Trance tüm dünyayı sardı ve elektronik dans müziğine büyük ölçüde hakim oldu. Trance yaygınlaştığı ölçüde kötü taklitler ve seviyesiz prodüksiyonlar da arttı. Toplama Trance albümleri kamyon dolusu satmaya başladı, her yıl yenilenen Anthem’leri televizyondaki programların jingle’larına kadar girdi.

Progressive yönelimler...

2000’lere doğru artık yılın Dj’leri sıralamalarında Sasha, Digweed, Paul Oakenfold, Paul van Dyke gibi Trance üstadları en üst sıralarda köşe kapmaca oynuyordu. Onlar Trance’in temel özelliklerinden ayrılmadan tarzlarını geliştirmeye, farklı türleri de müziklerine katmaya başladılar. Ortalıkta dolanıp duran neşeli ve yüzeysel taklitlerin aksine, gitgide daha karanlık ve house’a yaklaşan soundlara doğru ilerlediler. Progressive Trance’le beraber Trance, pop müziğin vokal gücünü de arkasına aldı. Yapılan her yenilik bambaşka bir sonuç ortaya çıkardığından birbirinden son derece farklı soundlar gelişti ve trance etrafında dolanan Dj’ler büyük ölçüde kişisel ve özgün tarzlar oluşturma imkanı buldular. Tiesto, ATB gibi yeni isimler boş kalan Anthem sahasını doldururken, Steve Lawler, Sander Kleinenberg gibi isimler Trance içinde farklı yönler çizdiler.

Hare hare...

Trance müziğin temelini oluşturan, insanı bir tür transa sokan yapı aslında müziğin temel özelliklerinden biri. Bu özellik doğanın seslerinde de, hayvan seslerinde de, Reggae’de de, Bach’ın kanonlarında da var. Bu özellik tekrara ve takip edilebilen bir melodiye bağlı. Tekrarlar sıkıcı görünse de insanı transa sokan şey, bu sıkıcılığın kendisi. Afrika kabile müziği, Sufi müziği, ve birçok dindeki ilahiler de bu özelliği taşıyor. Budizm’deki mantralara, Hare Krishna’ların ayin müziklerine baktığımızda sürekli tekrarlar ve belli bir melodi üzerindeki varyasyonların insanları güçlü bir şekilde etkilediğini görüyoruz. Bu yapı dinleyicinin zihninde ayrıksı bir trans alanı oluşturuyor ve kişi varyasyonları takip ederken düşünme sürecine girerek bir iç yolculuğa çıkıyor. Belli belirsiz sesler dinleyicinin dikkatinin hassaslaşmasına yolaçıyor. Müziği oluşturan seslere belli anlamlar, roller yükleniyor ve melodinin akışı içinde bir anlatı oluşuyor.

Kemerlerinizi bağlayın...

Diğer müziklerde melodi kısa tutularak tekrar edildiyor. Trance’te ise melodi bütün bir şarkıya yayıldığından parçanın içindeki anlatı kendi içinde giriş, gelişme ve sonucu olan anlatı bir öykü oluşturuyor. Bu öyküler planlı bir set içinde anlamlı bir bütün olarak dizildiğinde ve işlendiğinde ise müzik dinleme deneyiminin kendisi bir iç yolculuğa dönüşüyor. Üstelik malzeme aynı olsa da her dinleyici kendi zihninde kendi öyküsünü oluşturduğundan Trance etkileşimli olma özelliğini de taşıyor. Bu nedenle partilerde ve kulüplerde kalabalığı yönlendiren, yolculuğa çıkaran Dj’lere halk arasında “pilot” adı veriliyor. İnsan psikolojisi, ortamın atmosferi, enerji etkileşimi Trance konusunda son derece önemli. Dolayısıyla, kendini müziğe katmayı reddeden dinleyiciler Dj’i, suya götürüp susuz getiren Dj’ler ise dinleyicileri üzüyor. Pagan toplumlarında Şaman davullarıyla yapılan trans ayinleri günlerce sürerdi. Şimdi de kulüplerde ve partilerde teknolojinin şamanları olan Dj’ler iç yolculuklarımıza yön veriyor. Olumlu şartlar altında gerçekleşen bir Trance partisinde ise bu yolculuğu kendine dair bir çok şey öğrenmiş, duygularına isim vermiş, hayat deneyimi edinmiş ve bunları tek bir söz söylemeden insanlarla paylaşmış olarak sonlandırmak mümkün. Yapmanız gereken tek şey gözlerinizi kapayıp kendinizi açmak...

Techno
Makinelerin sesi...


Techno kasvetli, monoton bir endüstri şehri olan Detroit’te doğdu. Bu karanlık şehirde, dumanlar altındaki sokaklar fabrikalarla, fabrikalar durmaksızın bağıran makinelerle doluydu. Makinelerin sesi Kraftwerk’le beraber müziğin içinde duyulmaya başlamıştı. Chicago ve New York’ta House’un ortaya çıkışıyla da yeni bir müzik anlayışı, yeni yapılar, anlatım biçimleri oluştu. Acid House’la müziğe giren cızırtılar ve tuhaf sesler Detroit’te gitgide saflaşarak, four-to-the floor beat’inin üzerinde yerlerini aldılar. 80’lerin ortasında, tamamen elektronik ve son derece soyut bir müzik olan Techno ortaya çıktı. Techno, makineyle insan arasındaki melez varoluş biçiminin bir ifadesi; en saf insani duyguları makinelerin sesleriyle anlatan yeni bir dildi.

Techno’nun ilk örneği 1985 yılında Juan Atkins tarafından üretildi. Atkins bu noktaya gelirken Kraftwerk, Parliament, Funkadelic ve Dj Electrifying Mojo gibi isimlerden etkilenmişti. Gençliğinde davul ve bas gitar çalan Juan Atkins’in, kendine 3070 adını veren Vietnam gazisi bir okul arkadaşı vardı. Asıl adı Richard Davis olan 3070, Roland MSK-100 model bir sequencer kullanarak tekbaşına müzikle uğraşan, içine kapanık bir gençti. Atkins de elektronik müzik yapmayı kafasına koymuştu ama o zamanlar bunu yapmak için insanın elektronik mühendisi olması gerektiğini düşünüyordu. 1981’de Atkins ve 3070, Cybotron adlı iki kişilik grubu oluşturdular. Bu dönemde synthesizer beat’leri ve bas melodileri, Juan Atkins’i liseden arkadaşları olan Derrick May ve Kevin Saunderson’la biraraya getirdi.

Rec, Pause, Play...

Başlangıçta son derece ilkel şartlar altında deneysel çalışmalar yapıyorlar, parçalarını bir pikap ve kaset çaların “pause”düğmesiyle kurguluyorlardı. Atkins ve May yaptıkları müzikleri “Deep Space Soundworks” adıyla bir partide çaldılar ve başarısız oldular. Kimse dansetmedi, insanlar ilgisiz birşekilde etraflarına bakınıyordu. Daha sonra bu isimler Detroit sound’unun kurucuları oldular. Bazen birarada, bazen de farklı isimler altında tekbaşlarına çalışmalar yaptılar. [ Model 500 (Atkins), Reese, Kreem, Santonio, Inter City, Keynotes, E-Dancer (Saunderson), Mayday, R-Tyme, Rhytim is Rhytim (May) ]

Cybotron’un ilk plağı “Alleys of Your Mind” yerel olarak piyasaya sürüldü ve 15,000 sattı. Cybortron sadece bir müzik grubu değil, çok yönlü, fütürist bir projeydi. Fütüroloji araştırmaları yapan Alvin Toffler’ın düşünceleri, Kabbala, bilgisayar oyunları gibi oldukça farklı kaynaklardan beslenen Cybotron, bir techno sözlüğü, yeni bir tecno dili gibi projeleri kapsıyordu. "Clear" ve "R-9" gibi ısınma çalışmalarından sonra Cybotron, 1985’te Fritz Lang’ın “Metropolis” filminden esinlenilerek ismi koyulan “Techno City”i yayınladı. Böylece bu yeni müziğin adı da koyulmuş oldu.

Aynı yıl Atkins Model 500 adı altında çalışmaya başladı. Metro-plex adlı kendi label’ından “No UFOs”u yayınladı. Bu dönemde Detroit üçlüsünden herbirinin kendine ait bir label’ı oldu. Metroplex’in sublabel’ı olan Transmat Derrick May’e aitti. Saunderson’ın label’ı da kendi adını taşıyordu; KMS (Kevin Maurice Saunderson). Aralarında "Strings of Life", "Rock to the Beat", "When He Used To Play" gibi parçaların yeraldığı sayısız plak çıkardılar.

Detroit üçlüsü kendilerini, makineleri üreten sisteme, makinelerle karşı koyan bir güç olarak görüyordu. Teknolojiyi kucaklayan, bir yanıyla da karanlık ve duygusal bir tavırları vardı. 120 bpm civarındaki, tuhaf, yabancı seslerden oluşan bu müzik, güçlü bir duygusal yoğunluğa sahipti ve yeni jenerasyonun ruh halini tam olarak yansıtıyordu. Bu, arzu ve endişenin birleşip tek bir duyguya dönüştüğü, paranoyanın mutluluğun bir parçası haline geldiği, ünlemle soru işaretinin birleştiği bir noktaydı. Derrick May’in o sıralarda yaptığı bir parça bu duygunun adını koydu; “Is It What It Is?”

Bir sanayiden diğerine...

Techno, Chicago’da gelişen Acid House’la aynı dönemde ortaya çıkmasına rağmen uzun süre Detroit sınırlarını aşamadı. Amerika’da kabul görmeyen Techno, 90’larda Avrupa’ya sıçradı ve özellikle İngiltere’de büyük yankı uyandırdı.Detroit’teki gelişmeleri takip eden Neil Rushton Transmat’la bağlantıya geçti ve Detroit üçlüsünün 12 parçasından oluşan “Techno! The New Dance School of Detroit” adlı toplama bir albüm hazırlayıp İngiltere’de satışa çıkardı. Bu albümle Techno İngiltere’de patladı ve Avrupa’ya yayıldı. Bu dönemde elektronik ve bilgisayar teknolojisinde yaşanan gelişmelerle dijital müzik üretimi teknik olarak kolaylaştı ve ev stüdyolarında rahatlıkla gerçekleştirilebilir hale geldi. Böylece Techno, Detroit’li ustalardan esinlenen Avrupalı gençlerin eline geçti . Techno İngiltere’de Londra, Manchester gibi parti şehirlerinde değil, yine bir endüstri şehri olan Sheffield’de gelişti. 808 State ve A Guy Called Gerald gibi müzisyenler de Manchester’da kendilerine özgü bir Techno sound’u oluşturdular.

İkinci Detroit Harekatı...

90’ların başında Detroit’in en önemli Techno kulübü olan The Music Institute kapandı, Detroit üçlüsü farklı yönlere dağıldı. Onların ardından ikinci bir Detroit Techno hareketi yaşandı. Bu hareketin öncüleri +8, Underground Ressistance, Jeff Mills, Mike Banks gibi label ve producer’lar oldu. Electro, Synth Pop, Belçika kökenli EBM (Electronic Body Music) ve daha birçok endüstriyel etki altında gelişen bu yeni akım oldukça sert, öfkeli ve endüstriyel bir sound’un ortaya çıkmasına sebep oldu. Underground Resistance birbiri ardına “Sonic”, “Waveform”, gibi sert ve iddialı EP’ler yayınladı. Aynı ölçüde sert ve hızlı prodüksiyonlar çıkaran +8 ise Richie Hawtin ve John Acquaviva’ya aitti. Hawtin ayrıca F.U.S.E. (Futuristic Underground Subsonic Experiments) adı altında tek kişilik çalışmalar da yapıyordu.

Bu dönemde iyiden iyiye ticari ve uyuşturucuya endeksli hale gelen Rave’ler Hawtin gibi müzisyenlerin kabusu haline gelmişti. Birçok Dj ardarda çaldığı için setlerin süresi kısalmıştı, Dj’ler insanları uzun ve konsantre bir yolculuğa çıkaramıyorlardı. Uyarıcıdan gözü dönmüş bir kitle ne dinlediğinin farkında bile değildi. 180 bpm’e alışan Hardcore zombileri Hawtin’e yaklaşıp biraz daha hızlı çalmasını istiyorlardı. Daha hızlı, daha sert, daha daha daha derken müzikal anlamda birşeyler gerçekleştirmek isteyen Dj’lerin sinirini bozmaya başlamışlardı. Durumdan rahatsız olan insanlar gitgide korkunçlaşan Rave ortamından kaçıp kulüplere sığındılar. +8 de sert ve hızlı takıntısından uzaklaşıp daha nitelikli arayışlara yöneldi. Hawtin, Chicago Acid sound’u ve Detroit Techno’yu sentezlediği ve “Kompleks minimalizm” adını verdiği bir alanda çalışmalar yapmaya başladı ve bunları Plastikman adı altında yayınladı.


Detroit’ten Berlin’e...

Bu sırada Speedy J gibi müzisyenlerle beraber Almanya’da da benzer yönelimler ortaya çıktı. 90’ların ortasında Detroit’li producer’lar Berlin’i mekan tuttular. Underground Resistance, Alman label’ı Tresor üzerinden albümler yayınlamaya başladı. Tresor Berlin’deki aynı adlı kulübe bağlıydı. Juan Atkins, Eddie Flasin’ Fowlkes gibi isimler de Tresor’la çalışmaya başladılar. Tresor’dan çıkan toplama bir albümün adı bu ilginç ortaklığı yansıtıyordu: “Berlin-Detroit: A Techno Alliance”. Underground Resistance’ın sert tavrı da Frankfurt’taki Force Inc. ve PCP gibi label’larla Avrupa’daki karşılığını buldu.

90’lı yıllar boyunca Techno’dan türeyen Hardore, Gabber, Ambient gibi sayısız müzik türleri ortaya çıktı. Richie Hawtin başta olmak üzere Joey Beltran, Jeff Mills, Robert Hood, Stacey Pullen, Kenny Larkin, Alan Oldham, Dan Curtin, Claude Young, Marc Kinchen, Blake Baxter gibi müzisyenler minimalist Detroit geleneğini sürdürdüler. +8 (Kanada), Djax-Up (Hollanda), Tresor, Labworks (Almanya) gibi label’larla Techno pürist ve avant-guarde bir yönde ilerledi. İngiltere’deyse Soma, Ferox, Ifach, Peacefrog gibi label’lar ve aralarında Dave Angel, Funk D’Void, Russ Gabriel, Luke Slater, Ian O’Brien’ın bulunduğu producer’lar Detroit etkisinde farklı Techno soundları oluşturdular.

Arzu ve Endişe...

House ve türevleri süslü melodiler, eğlenceli sound’larla insanları tavlarken, Techno son derece basit, keskin ve bir o kadar da soyut bir anlatım biçimiyle hareket ediyor, dolambaçlı yollar izlemek yerine direk sinyaller gönderiyor. Üretim süreci açısından tekolojinin sınırlarını zorluyor, postmodern kolaj anlayışını en tuhaf şekliyle gerçekleştiriyor. Techno’nun minimalist, sabırlı, ağırdan alan tavrıyla yaratılan etki, müziğin basit olduğu ölçüde yoğun ve duygusal açıdan karmaşık bir hal alıyor. Üstelik bu etki, teknoloji toplumları için evrensel bir anlatım gücüne sahip. Techno teknolojide duygunun, hızda tükenişin, ilerlemede yıkımın varlığının bir göstergesi oldu. Teknolojiyle içiçe yaşanan bir dönemin başlangıcında henüz adı koyulmamış kavram ve duygular bu müzikle ifade edildi. Arzu ve endişeyle...
DJ’in ve Club’ın doğuşu
Önce müzik vardı. Sonra sesler kaydedildi. Ve birileri kaydedilmiş müzikleri kendi zevklerine göre biraraya getirip insanlara dinlettiler. Böylece müzik dünyasında sanatsal anlamda varlığı sürekli tartışılan Dj’liğin temelleri atılmış oldu. 1877’de Thomas Alva Edison tarafından sesin ilk kez kaydedilmesiyle başlayan macera, insan seslerini ve müziği önce fonografa, ardından gramofona ve nihayet pikaba taşıdı. 1906’da ABD, Massachussets’de bir radyoda Haendel’in “Largo”sunu plaktan çalan Reginald A. Fessenden teorik olarak tarihteki ilk Dj oldu. Başlangıçta zanaatkar olarak görülen Dj 1960’larda müzikal ve sosyal yeteneklerinin bir bir ortaya çıkmasıyla müzisyen ve sanatçı kimliğini kazandı. Disco, Hip-Hop, ve House gibi müziklerin ortaya çıkışıyla Dj hem bir besteci, hem de bir yıldız, gençlerin takip ettiği bir şahsiyet oldu.

Dj’e kalkan eller kırılsın...

II. Dünya Savaşı’na kadar Dj’lerin tek aktivite alanı radyoydu. Bu dönemde radyolar da canlı performansları tercih ediyorlar, zor durumda kaldıklarında plak çalıyorlardı ama kendi saatlerinde sadece plak çalan Dj’ler de vardı. Plak çalan radyo Dj’leri arasından belli isimler parlamaya başladı. Her hafta binlerce mektup alan, çaldığı her plağı meşhur eden Dj’ler doğal olarak plak şirketlerinin de dikkatini çekti. Böylece sonucunda da “Payola”, ya da “Pay-to-Play” kavramı ortaya çıktı. Yani şirketler kendi plaklarını çalması için Dj’lere rüşvet veriyorlardı. Payola ile Dj’ler de müzisyen, şirket ve dinleyici arasındaki aşk ve entrika çemberindeki yerini aldı. Hepsi bir yana Payola; Dj’in güç, etki ve karizma sahibi olduğunun, ve gelecekte de müzik dünyasının önemli bir parçası olacağının göstergesiydi.

İlk yıldız Dj’ler Al Jarvis ve onun takipçisi Martin Block oldu. Block programında plakları bir konser izlenimi yaratacak şekilde ardarda çalıyor, arada ilginç ve eğlenceli konuşmalar yapıyordu. Henüz mixing icad olunmadığından şarkı aralarında bağlayıcı olarak konuşmalar ve ses efektleri kullanıyordu. Block bir süre sonra dinleyicilerinden her hafta gelen 12 bin mektupla ilgilenecek birilerini tutmak zorunda kaldı. Martin Block’un ardından Allen Freed, Murray the K gibi birçok efsane geldi geçti. Kült şahıs ve gençlerin sevgilisi radyo Dj’i imajı 60’lara doğru yavaş yavaş silindi ve yokoldu. Kısa bir sessizlikten sonra 70’lere doğru Dj , underground gay clublarda farklı bir şekilde doğdu ve kendine müzik dünyasında sarsılmaz bir yer edindi.

Fight for your right to party...

Günümüzdeki “club”ların atası olan “Disco” adını Fransızca “discotheque” sözcüğünden aldı. Yunanca “diskos” ve “theke” sözcüklerinden oluşan diskotek, disklerin bulunduğu yer anlamına geliyordu. Böylece Disco; club gibi, mekandan yola çıkarak müziği ve yarattığı altkültürü tanımlayan bir sözcük oldu. Disco Avrupa’da doğdu, kavramsal gelişimini ise Amerika’da tamamladı. İlk Disco’lar II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da ortaya çıktı. Alman işgali sırasında canlı müzik çalan kulüpler kapatılınca, savaş sırasında dahi eğlenmekten vazgeçmeyen gençler, Seine nehri kıyısında depolarda toplanmaya başladılar. Gizli saklı partilerde kendi kurdukları basit müzik sistemlerinde plaktan müzik dinleyip dansediyorlardı. İlk diskoların “underground” özelliği savaştan kaynaklansa da, gençlerin “Gizli Yediler” halet-i ruhiyesiyle gizli saklı eğlenme alışkanlığı sürecekti.

Savaş sona erdiğinde canlı müzik çalan kulüpler tekrar açıldı, nehir kıyısı partileri dönemi sona erdi. Fakat plak çalan mekanlardan bazıları da açık kaldılar. Gece kulüplerine iyi caz ve rock ’n’ roll grupları bulmak kolay değildi. Oysa diskotekler Amerika’dan en yeni ve popüler plakları kolayca getirtebiliyorlardı. Üstelik koca bir orkestrayla karşılaştırınca tek bir Dj mekan sahipleri için de ucuza geliyordu. Böylece 50’lerin sonunda Fransa diskotek doldu. Bu durum müzik ve eğlence dünyasının en hassas ve insanları ikiye bölen kavramının da ilk örneği oldu. Yani underground olan kavramların evcilleştirilerek popüler kültürün bir parçası haline gelmesi. Bundan böyle gençler her dönem “önce ben gördüm”, “ben daha underground’um”, “benim engin müzik bilgim seninkini döver” diye birbirlerini yiyip duracaklardı.
Danset ya da terket...

Avrupa’dan Amerika’ya sıçrayan diskotek dans, hız ve haza dayalı bir kültürün başlangıcıydı. Tarihteki ilk önemli club, 1960’ta New york’ta açılan “Le Club” oldu. O zamanlar insanları dansettiren müzik twist olsa da, gecenin başında yumuşak ve yavaş bir şekilde başlayıp, gecenin sounda hızın ve canlılığın artmasıyla zirveye ulaşacak şekilde durmaksızın müzik dinleme ve dansetme alışkanlığı burada ortaya çıktı. Yarı çıplak dansı kızların ortalıkta dolaştığı, tam bir sefahat ortamı olan mekanın müdavimleri arasında Windsor Dükü, Ava Gardner gibi isimler vardı. Le Club’ü “Peppermint Lounge” ve benzeri mekanlar izledi.

60’ların sonuna doğru diskotekler yüksek sosyete, zenci, latin ya da gay kulüplerdi. Bu mekanlarda çalınan; Latin, Funk ve Rock etkileri taşıyan, sürekli beat’e dayalı ve ritm ağırlıklı yeni bir müzik, Disco müziğin ilk haliydi. Disco, insanları sürekli dansettirmeyi, hatta durmalarına olanak vermemeyi amaçlıyordu.

İlk önemli underground club New York’taki “Salvation”dı. O zaman çalınan müziğin adı “Parti Müziği”ydi. Çünkü Dj müziğin sesini kıstığı anda insanlar “Paaaarrtiiiiii” diye bas bas bağırıyorlardı. Salvation kapandığında New york’un en önemli underground club’ı “The Church” oldu. Eski bir kiliseden bozma mekan, satanist ayinlerini andıran bir dekorasyona sahipti. Gözleri alev alev yanan bir şeytan figürü nereye gitseler dansedenleri takip ediyordu. Bu durum Katolik Kilisesi’ni rahatsız etti.The Church, “Sanctuary” adıyla ve yeni bir dekorasyonla tekar açıldı. Mekanların dönem dönem yeni isimlerle açılıp kapanmaları zaman içinde bir club klasiği haline gelecekti.Yeni işletmeyle Sanctuary gitgide bir gay diskoteği haline geldi. Disco ve House müziğin üreticileri ilk müzik eğitimlerini bu mekanlarda aldılar.

The Church, Salvation, Loft gibi underground gay clublarda ortaya çıkan Disco, vücudun müziğiydi. İlk Disco parçalarında çoğunlukla insan bedenine seslenen, dansetmeyi emreden sözler kullanılıyordu. “Set me free, set your body free, release yourself, let the beat control your body, slave to the rhythm...vb.” Sürekli değişen ve hep aynı kalan bir monotonluğun hakim olduğu bu müzikte erotik eylem, dansın gücüne bir boyun eğişe dönüşüyordu. Disco güçlü bas titreşimiyle insanı fiziksel olarak da etkiliyordu. Kendini tamamen dansa ve müziğe bırakmak, ritmin gönüllü kölesi olmak gençlerin toplum düzenine tepkisinin en tuhaf biçimi oldu. Disco ve devamında club gençliği, o güne kadar duyulan “hayır”ların aksine, kendilerinden geçmiş bir şekilde “evet, evet, evet” diye bağırıyorlardı.

Pikabın sınırları...

Salvation Dj’lerinden Francis Grosso, plak çalmayı yaratıcı bir süreç olarak gören ilk insandı. Sürekli denemler yaparak Dj tekniğinde önemli buluşlar yaptı. Bir plağı tutarken, diğer parçanın son beat’iyle aynı anda bırakıyordu. Bu tekniğe “Slip-cueing” adını verdi. Pikap kayışını yakmadan plağı tutabilmek amacıyla sürtünmeyi azaltan “slip-mat”lerin mucidi oldu. Böylece parmağını kaldırdığı anda plak, doğru hızda hemen çalmaya başlıyordu. Pitch ayarı olan iki pikap ve kulaklık kullanarak plakların hızını ayarlıyordu. Mixer’i müziği yaratıcı biçimde değiştirmek amacıyla kullanan ilk Dj de Grosso oldu.

O dönemde özel remixli dans plakları ve maxi-single’lar olmadığı için Dj’lik çok daha zordu. Üç dakikalık single plaklar kullanılıyordu. Her plak bittiğinde insanların psikolojisinde bir düşüş olduğunu gözleyen Dj Tom Moulton, plağın sonunda onları yakalayıp bir üst seviyeye taşımanın bir yolu olması gerektiğini düşünüyordu. Böylece tarihteki ilk remixleri gerçekleştirdi ve şarkıları hem Dj’lerin, hem de clubber’ların ihtiyaçlarına uygun hale getirdi. 1976 yılında maxi-single’lar, yani 12 inç plaklar kullanıma girdi ve Dj’lere büyük rahatlık sağladı. Ayrıca sıkıştırma oranını azalttığından 12 inçlerin çıkışıyla ses kalitesinde de önemli bir iyileşme sağlandı

54 ve Garage...

Tarihteki en önemli iki kulüp Studio 54 ve Paradise Garage oldu. Club kültürü ve yeni eğlence anlayışı bu mekanlarda oluştu, Disco müzikten türeyecek olan House, Techno ve Trance gibi müziklerin temelleri atıldı. Mikhail Baryshnikov, Jacqueline Bisset, Grace Jones gibi isimlerin takip ettiği 54’te kapı görevlisi kavramı yepyeni bir anlam kazandı. Oldukça geniş (?) bir yetki alanına sahip olan kapı görevlileri, içeride yaratılmak istenen ambiansı adeta yemek yapar gibi hazırlıyorlardı. Biraz gay, biraz lezbiyen, biraz zenci, bir miktar tuhaf kılıklı insan.Yemek tarifleri işe yaradı ve sonunda kapı görevlileri clubber’lar için bir kâbus haline geldi. Gecenin soğuğunda upuzun kuyruklarda ısınmak için dışarı sızan müzikle dansetmek, kapıdan dönme korkusunun verdiği heyecan, içeri girebilmiş olmanın tuhaf gururu olayın bir parçası haline geldi. “Kim en underground?” sorunsalının yanına “Kim en V.I.P?” durumu eklendi.

Daha sonraları Garage sound’una adını verecek olan Paradise Garage ise tam bir efsaneydi. Oldukça underground olan mekandaki bas öyle kuvvetliydi ki, bırakın mideyi, insanın elini ayağını bile zınlatıyordu. Garage’ın unutulmaz Dj’i Larry Levan bir gecede üç ayrı müzik sistemi kullanıyordu. Gecenin başında nispeten yavaş müzikleri alelade bir müzik sisteminde çalıyordu. Müzikleri hızladıkça daha yüksek kalitede bir sisteme geçiyor, gecenin sonunda ise o dönemde bulunabilecek en mükemmel ses sistemiyle insanları tabir yerindeyse “uçuruyordu”. İlk pilotlardan Levan tam bir hipnoz durumu yaratmak amacıyla havalandırma ve ısıyı şarkılara göre ayarlıyor, belli şarkılar için ortalığa belli parfümler sıktırıyordu. Ayrıca daha sakin müziklerin çalındığı, taze meyveler, dondurma ve çikolata servis edilen bölme de sefahatin ayrılmaz parçası “Chill-Out” kavramının ilk örneğiydi. Bunların yanısıra Garage’ı farklı kılan en önemli özelliklerden biri de hiç alkollü içki satılmamasıydı. Buna rağmen diğer kulüplerle kıyaslandığında Garage’da çok daha az uyuşturucu kullanılıyordu. Çünkü Garage atmosferinde insanların uyuşturucusu ve uyarıcısı, müziğin kendisiydi.

Eskiden underground’du, şimdi televole oldu...

Disco kültüründe sadece Dj değil, kulüpte dansedenlerin hepsi birer yıldızdı. Etnik, sınıfsal ve kültürel ayrımlar dans pistinde yokoluyordu. Haftaiçi garsonluk ya da tezgahtarlık yapan sıradan gençler cumartesi gecesi birer disco kralı ve kraliçesine dönüşüyor, kendilerine özgü dans figürlerini sergiliyorlardı. Club merkezli bu yaşam, sürekli haftasonunun beklendiği, “o gece” için hazırlık yapılan bir ritüele dönüştü.

70’li yıllar boyunca Disco gitgide daha popüler hale geldi, underground bir hali kalmadı. Jet sosyete, gayler, zenciler, beyazlar, kapitalistler, Marksist’ler... herkes Disco ateşinden nasibini aldı. Kulüplere giderken giyilen abartılı kıyafetler, deri pantolonlar, platform topuklar günlük modanın bir parçası oldu. 80’e doğru Disco’nun iyiden iyiye ayağa düştüğünü gören müzisyenler eski günlerdeki gibi güzel güzel eğlenebilmek için şöhret ve paradan vazgeçip, projelerini durdurdular. Sürekli eski günlerin çok daha güzel olduğundan bahsetmek, herşeyin yeni başladığı bir zamanda Club kültürünün bir parçası haline geldi. 80 başında Disco ateşi söndü, platform topuklar ve renkli peruklar dolaplara kalktı. İlerleyen yıllarda Disco’nun küllerinden New York’ta Garage, Chicago’da House, Detroit’te ise techno doğacaktı.

Acid House, Summer of love, Rave
Chicago’dan Londra’ya ...


70’ler ve 80’lerde Amerika’da ortaya çıkan Disco, Hi-NRG ve House gibi akımlar Avrupa’da küçük çapta da olsa karşılığını bulmuştu. Club kültürünün Amerika’dan sonra en çok kabul gördüğü İngiltere’de 80’ler boyunca, M/A/R/R/S, Cold Cut, Bomb The Bass, S-Xpress gibi elektronik dans müziği yapan gruplar ortaya çıktı. Fakat bu alanda Avrupa’da kitlesel olarak geniş ilgi gören ilk akım Acid House oldu. Bu yıllarda Avrupa gençliği İbiza’yı keşfetti. İngiltere’de de İbiza atmosferini yakalamak için birtakım partiler düzenlenmeye başladı. Londra’da Heaven, Shoom, ve Project Club gibi kulüpler açıldı. Shoom’da Dj Danny Rampling, Heaven’da Paul Oakenfold gibi isimler Chicago House, Acid House, Indie ve Hip-hop karışımı bir müzik çalıyorlardı. Bu dönemde kulüplere gidilirken İbiza’da geçen yaz tatillerini anımsatan yazlık giysiler, özellikle de beyaz tişörtler giyiliyor, fosforlu, parlak renklerle gerçek üstü bir ortam yaratılıyordu. Kısa süre içinde Acid House Londra gece hayatının önemli bir parçası haline geldi.

303 State...

Chicago House’un bir alt türü olarak ortaya çıkan Acid House varlığını Roland TBR-303 adlı bas makinasına borçluydu. Roland bu aleti TR-606 davul makinasına tamalayıcı bir unsur olarak 1981’de piyasaya sürdü. Tek oktavlık klavyesi ve altı ayar düğmesi olan 303’ün satışları öyle kötüydü ki iki sene sonra piyasadan kaldırıldı. TR-909’un ortaya çıkışıyla eski davul makinaları da tarihe karıştı. Fakat Chicago’daki House müzisyenleri 80’lerin ortasında 303’ü tekrar keşfettiler ve üretimi durdurulup bir kenara atılan bu küçük kutudan Acid House denen müziği çıkardılar.

Dj Pierre ve arkadaşı Spanky kendilerine bir 303 aldıklarında aleti kullanım kılavuzunda yazıldığı gibi, bas melodileri yazmak için kullanmayı amaçlıyorlardı. Fakat aletin üstündeki ayarlar ve rezonans filtreleriyle sesleri tamamen değiştirebildiklerini farkettiler ve sesler üzerinde oynamaya, olanakların sınırlarını zorlamaya başladılar. Acid soundu 303’ün içinde zaten vardı diyen Pierre ve Spanky yaptıkları kayıtları The Music Box adlı kulübün ünlü Dj’i Ron Hardy’ye verdiler. Benzeri kayıtlar korsan kasetlerle yayıldı ve insanlar müzik dükkanlarına gidip bu tuhaf müziği aramaya başladılar. Acid House’a adını veren Pierre, bu adı seçerken psikadelik özelliklerinden dolayı Acid Rock’tan etkilendiklerini ve de LSD’yle ilgisi olmadığını, kendisinin de hiç uyuşturucu kullanmadığını söylüyordu.

Aynı dönemde Phuture, ardından da Slazy D, Adonis, BamBam gibi Dj’ler de 303’ü kullanmaya başladılar. İki sene sonra Acid House’u keşfeden Avrupa’lı müzisyenler 303’ü değil de bir sonraki modeli olan 909’u tercih ettiler. Fakat şimdi bile birçok müzisyen bir klasik olan 303’ün yerini hiçbir aletin tutamayacağını söylüyor. Kimilerine göre tekerlek gibi, asla eskimeyecek ve değişmeyecek bir icat olan 303’le elde edilen seslerin ve uyarıcılarla beraber yaratabileceği etkilerin sınırı yoktu. Bir süre sonra bu sesler partileri ve kulüpleri sardı. Güneş gözlüklü, beyaz tişörtlü gençler kulüpleri doldurdu. Şık ve abartılı kıyafetlerle kulübe gitme dönemi kapandı. Rahat dansedilebilen yazlık kıyafetler ve spor ayakkabılar tercih edilmeye başladı. Önceleri underground hippie’lerin kullandığı sarı “smiley” sembolü bu yıllarda tekrar keşfedildi ve Acid House kültürünün simgesi oldu. Smiley güneş, eğlence ve mutluluğun sembolüydü. Bir yıl içinde Smiley Londra sınırlarını aştı ve Avrupa’yı sardı. Avrupa ilk kez dans üzerine kurulu bir altkültür hareketine sahne oluyordu.

Underground nedir?...

Acid House’un çıkışının ardından 1988 yılında İngiltere’de ikinci Summer of Love yaşandı. İlk Summer of Love 1967 yılında San Fransisco’da Hippie hareketiyle yaşanmıştı. 68 kuşağının çocukları 88 yılında Hippie ruhunu farklı bir şekilde canlandırdılar. Büyük depolarda illegal partiler düzenleniyordu. Olası polis baskınlarında müzik sistemini kaçırabilmek için kapıda büyük bir kamyon hazırda tutuluyordu. Parti haberleri elden dağıtılan flyer’lar ve zincirleme telefonlarla duyuruluyordu. Ardarda partilerin yapıldığı bu dönemde işin içinde olan insanlar zaten iletişim ağının bir parçası oluyor, bir sonraki olayın nerede gerçekleşeceğini biliyorlardı. Ruhsatsız içki satışı ve uyuşturucu kullanımı yüzünden sık sık polis baskınları yapılıyordu. İnsanlar sırtlarında hoparlörlerle polisten kaçıyor, bazen parti bir gece içinde yedi kez yer değiştiriyordu. Baskın korkusu, olmayan ışık ve havalandırma sistemleri, kendi içeceklerini partiye taşımak gibi sıkıntıların yaşandığı bu dönemde insanlar hiçbirşeyi yeterince beğenmeyip, herşeyden şikayet etmeye henüz başlamamışlardı. İyi müzikler ve birarada olmak o zamanlar mutlu olmak için yeterliydi. En zor şartlar altında, Clubbing denen olayın en saf hali yaşanıyordu.

Acid House Punk’tan bu yana Avrupa’da yaşanan en büyük gençlik hareketiydi. Öfkeli ve sert Punk akımının ardından barışçıl, eğlence ve dans üzerine kurulu bir hareket gençleri biraraya getirdi. Belirgin bir politik tavrı olmayan, hatta politikayı reddeden Acid House etrafında hedonistik bir kültür oluştu. Bu apolitik tavır da farklı bir duruşun ve tepkinin ifadesiydi. 80’lerin gençliği belirsiz ütopyalar peşinde koşmak yerine yaşadıkları an içinde mutlu olmayı tercih ediyordu. Summer of Love’la beraber hayat, Ecstacy destekli, bitmek bilmeyen bir partiye dönüştü. Mutluluk şimdi, bir çatı altında gülümseyerek danseden, terden sırılsıklam ve yarıçıplak yüzlerce gençten biri olmaktı.

Rave...

Rave sözcüğü dans müziğiyle ilgili anlamını Jamaika’da “raving”adı verilen danslı eğlencelerden alıyordu. Raver sözüğü İngiltere’de ise Rap ve House müzik dinleyip underground partilere giden siyahlar için kullanılıyordu. 1988 yılında Manchester’da güçlü bir clubbing ortamı oluşmaya başlamıştı. Bu dönemde Manchester’daki kulüplerde gitar melodilerine dayalı İngiliz müzikleri ve house birarada çalınıyordu. Hacienda gibi kulüplerde farklı kaynaklardan gelen müzisyenler biraraya geliyorlar, gitar müziğini yeni dans beat’leriyle birleştiriyorlardı. Primal Scream, Happy Mondays, Stone Roses, The Farm gibi gruplar, Andy Weatherall ve Paul Oakenfold gibi Dj’lerle çalışıyorlardı. Manchester’da çıkan bu akıma “Rave”, yaşanan müzik devrimine de “Rave-O-lution” dendi.

Rave partilerin ilk örneklerinde önce Dj’ler çalıyor, ardından gruplar sahne alıyordu. Normalde konserlerde en fazla ayağıyla tempo tutup şöyle bir başını sallayan insanlar bu grupları partide dinlediğinde deliler gibi dansediyordu. Gitgide silinmekte olan müzik grubu kavramı Rave’lerle tekrar canlandı. Pop müzikle dans müziğinin biraraya gelişi, Dj’lere remix yapmak açısından büyük bir özgürlük sağladı. Andy Weatherall, Paul Oakenfold, Terry Farley gibi Dj’ler Rave sound’unun oluşmasında belirleyici oldular. Alman Rave ortamlarındaysa Dj Hell, Dj Olaf, Dj Woody, Sven Vath, Westbam gibi isimler duyulmaya başladı. Bu dönemde Dj’ler de statü kazandı ve diğer müzisyenlerle aynı seviyede görülmeye başladı.

Can you feel it?..

Rave sadece müzik ve uyuşturucudan ibaret bir şey değildi. Temelini birçok kültürde farklı şekillerde yeralan müzikle transa geçme geleneğinden alan Rave, yeni çağın paganları için; kendi ahlak ve değer yargıları, alışkanlıkları, ritüelleri olan bir yaşam biçimi, adeta bir din oldu. Öyküler anlatan sözlü şarkı geleneğinin aksine rave kişiye öyküleri yaşatıyor, deneyimin anlatısına değil, kendisine dayanıyordu. Rave kültürü gerçekler yerine duygular, anlam yerine tutkular üzerine kurulu bir olguydu.

Acid House’la başlayan dans ve müzik hareketiyle yeni bir eğlence ve mutluluk anlayışı oluştu ve Rave kavramı ortaya çıktı. 1992 yılında New York’taki Nasa adlı kulübün flyer’ında Rave şöyle açıklanmıyordu; “Kendisi ve çevresiyle tam bir uyum içinde olmanın, gülümseyen insanlar arasında dansederken huzurlu ve güvende hissetmenin, Dj’in bir hamlesiyle zihninin derin ve karanlık mağaralarına uzanıp, oradan da ruhsal ütopyaların en yüksek zirvelerine yolculuk etmenin zevkini tatmamış insanlara Rave’in ne olduğunu anlatmaya çalışmayın....” Uyuşturucu, ışık, müzik ve topluluğun enerjisiyle anlamını bulan “Can You feel it?” sözcükleri, egonun kırılarak danseden bir bütünün içine dağıldığı, bireysel varoluşun sürekli olarak bin parçaya bölünüp tekrar biraraya geldiği anı müjdeliyordu. Rave’lerle beraber kız ya da erkek tavlamak için gece dışarı çıkma anlayışı yerini topluluğa ait olma ve paylaşıma dayalı sosyal bir olguya bıraktı; Peace, Love, Unity...


Orada olmak...

90’lara doğru sönen Acid House yerini Hardcore’a bıraktı. Rave’lerde ağırlıklı olarak Hardcore, Techno, Trance, Gabber gibi müzikler çalınmaya başladı. İngiltere ve Almanya’da ortaya çıkan Rave kültürü Amerika’ya taşınmaya başladı. Dj Frankie Bones’un Brooklyn’de gerçekleştirdiği Stormrave partileri Amerika’daki ilk rave örnekleriydi. Sven Vaeth, Doc Martin, Keoki, Josh Wink gibi Dj’lerin ünü bu partilerle yayıldı. Amerikan Rave ortamı gitgide güçlenirken Avrupa’da ravelerin piyasa değeri farkedildi ve yüksek fiyatlarla dev organizasyonlar yapılmaya başladı. Sponsorlar, reklamlar, milonlarca dolar; çeşitli birey, kurum ve kuruluşların maddi çıkarları işin içine girdi. Rave’in temelini oluşturan “PLUR” (peace-love-unity-respect) gibi kavramlar ticari partilerle anlamını yitirdi. Bu gibi organizasyonlarda Rave pahalı bir hobiye, parlak bir podyuma dönüştü. Rave’lerde giyilen bol pantolonlar, bebek elbileseleri, aksesuarlar gündelik hayata girdi. Eski günler kulaktan kulağa yayılan bir yaratılış efsanesi oldu. Ne olursa olsun Rave, Hakim Bey’in deyişiyle bir TAZ (Temporary Autonomous Zone) yani “geçici bağımsız alan”dı. Zamandan zaman çalmak, kendinden kendini çalmak, yanındakilerle paylaşmak, müziğin içine girmek, kendi içinden çıkmaktı. Rave orada olmaktı...
House’un ortaya çıkışı ve gelişimi
70 ler boyunca gittikçe bir çılgınlık haline gelen Disco 80 lerin başında kendini tüketti. Basın Disco nun öldüğünü ilan etti ve bir “Disco Sucks” kampanyası başlattı. İnsanlar tuhaf bir şekilde Chicago’da Komishi parkında biraraya gelip eski Disco plaklarını yaktılar. Oysa Disco ölmemiş, çıkış noktası olan underground a dönmüştü. Disco’nun ardından dans müziği New York’ta ve Chicago’da farklı yönlerde ilerledi. Bu dönemde Paradise Garage ın efsanevi Dj i Larry Levan, Funk, Soul, Disco ve biraz da New Wave etkileri taşıyan bir müzik çalıyordu. Yoğun ve güçlü baslar, Gospel etkisi taşıyan duygusal vokallerden oluşan bu müzik Garage sound unun ilk örneğiydi. New York’ta gelişen Garage, Disco nun devamıydı diyebiliriz. Chicago’da ise vokal yerine daha elektronik seslerin yeraldığı House ortaya çıktı. Chicago sound’una Deep House da deniyordu. Disco dan House a geçiş oldukça yumuşak ve belirsiz oldu. 1987 Disco, Garage ve House un aynı anda hatta birarada varolduğu bir yıldı. Larry Levan gibi Dj ler, Chicago, New York ve Detroit ten gelen son house prodüksiyonlarını setlerine katıyorlardı. New York taki Sound Factory Bar gibi mekanlarda Disco ve House birarada çalınıyordu.

HI-NRG ve arayışlar...

Disco ile House arasındaki geçiş döneminde Hi-NRG adı verilen bir müzik türü ortaya çıktı. Adından da anlaşılabileceği gibi oldukça hızlı bir dans müzik olan Hi-NRG de arada yumuşama, durulma bölümleri yoktu. Hi-NRG tam da Disco nun underground a çekildiği bir dönemde ortaya çıktı. Gloria Gaynor ın Never Can Say Goodbye ı Hi-NRG etkisi taşıyan ilk parçaydı. Hi-NRG büyük ölçüde Cerrone ve Giorgio Moroder in Euro-Disco sound unun etkilerini taşıyordu. Kısa süre sonra son derece hızlı, duygusallıktan uzak, monoton ve yoğun erotik göndermeleri olan bu müzik kulüplerde çalınmaya başladı. Hi-NRG prodüktörleri hem high-tech, ve bir o kadar da ilkel bir sound un peşindeydiler. Basit melodik yapılar hem insanların hoşuna gidiyor hem de kulüpteki herkesin bir bütün haline gelmesini kolaylaştırıyordu. 80 lerin ortasında House un güçlenmesiyle Hi-NRG kulüplerden çekildi fakat 80 lerin pop müziği üzerindeki etkisi bir süre daha devam etti.

Disco nun olanakları tükenmiş, prodüktörler ise kendilerini Hi-NRG nin monotonluğuna kaptırmışken, Chicago ve New York taki Dj ler teknolojiyle duygusallığın biraraya geldiği, aşağı yukarı 120 bpm civarında bir müzik arayışı içindeydiler. Bu arayışlar basit bas melodileri ve “four to the floor” ritmi üzerine Chicago da teknik oyunlardan, New York ta ise gospel ve soul etkisindeki vokallerden oluşan iki farklı yönde ilerledi. New York’ta Disco’nun çıkışında önemli rol oynayan Paradise Garage gibi , Chicago’daki Warehouse da House müziğin doğduğu yer oldu.
Warehouse ve Frankie Knuckles...

House un ortaya çıkışındaki önemli isimlerden biri olan Frankie Knuckles, Larry Levan gibi, liste başı parçalar çalmak yerine underground alanlarda dolanan bir Dj di. 1977 de Chicago daki Warehouse un açılış gecesine davet edilmişti. Sonraları House müzik adını bu kulüpten aldı. Knuckles bundan sonra birkaç kez daha Warehouse ta çaldı. Warehouse taki dinleyici kitlesi Knuckles ın çok hoşuna gitmişti. Chicago dakiler New York a göre daha hızlı ve sert bir sounddan hoşlanıyorlardı. Özellikle Warehouse ta Avrupa kökenli avant-guarde çalışmalara yoğun bir ilgi vardı.Chicago gençliği Kraftwerk i Barry White a tercih ediyordu.

Funk, Avrupa dans müziği ve teknoloji faktörü House un temelini oluşturdu. Bu dönemde çalınan parçalara "şarkı" yerine "track" demeye başladı. Bu terim şarkının tekbaşına varlığının yanısıra, Dj setinin bir parçası, bir birimi olduğunu da ifade ediyordu.
Disco ve Hip-hop gibi House da önce bir Dj tarzı olarak ortaya çıktı, daha sonra bu tarzda müziklerin plağa basılmasıyla bir müzik türü haline geldi. House’un ortaya çıkışıyla bilinen sounduna ulaşması da on yıllık bir süreci kapsıyor. O dönemde basılan plaklardan hangisinin ilk House plağı olduğu konusu oldukça tartışmalı. Fakat birçok kaynağa göre Jesse Saunders’ın Mitchball’dan çıkan “Fantasy” ve “I Like To Do It In Fast Cars” ı ilk House parçaları sayılıyor. Şimdi kulağa oldukça eski gelen bu parçalar minimal ritm yapısı ve synthesizer cızırtılarıyla 15 yıl önce insanlar için son derece yeni ve inanılmazdı. Dinleyenler önce neye uğradığını şaşırıyor, bir süre sonra da dansetmeye başlıyorlardı.

The Music Box...

Bu dönemde Chicago’da “The Music Box” adlı kulüp açıldı. Aynı zamanda Frankie Knuckles da Warehouse’ta çalmayı bıraktı. Knuckles’ın sound’u House’un temellerini ortaya atmasına rağmen hala Disco etkileri taşıyordu. The Music Box’un en önemli Dj’i olan Ron Hardy ise House olayının patlamasına sebep olan ortamı hazırladı. Hardy’nin soundu güçlü ve cesurdu. Alışılmadık ritm yapıları kullanıyordu. Chicago’da yetişen ikinci jenerasyon Dj’ler müzikal gelişimlerinin önemli bir kısmını The Music Box’ta yaşadılar. Cesur bir sound’un kendine yer edindiği The Music Box oldukça underground bir mekandı. Kış ortasında bile tıkabasa dolu ve deli gibi sıcak olan mekanda insanlar tişörtlerini çıkarmış, terden sırılsıklam bir şekilde dolaşıyorlardı.

Dj. Farley ve “Hot Mix 5” adlı Dj kollektivitesi (Mickey Oliver, Ralphie Rosario, Mario Diaz, Julian Perez, Steve Hurley) WBMX gibi radyolarda House müziğin partilere gitmeyen insanlar tarafından da duyulmasını sağladılar. Larry Heard ve Robert Owens “Fingers Inc.”yi kurdular. Adonis, Mr. Lee, K. Alexi, Marshall Jefferson gibi prodüktörler durmaksızın parça üretiyorlardı. Lil Louis kendi partilerini düzenliyor, bu partilerde çalıyordu. Fingers Inc. Ve Steve Hurley gibi müzisyenler House konusunda araştırmalar, deneyler yapıyor, yeni sesler arıyorlardı. Biraz da diğer Dj’lerin hiçbirinde olmayan şeyler çalabilmek amacıyla yaptıkları prodüksiyonlar tutulmaya başlayınca Dj International Records’ı kurdular. Dj International ve Larry Sherman’ın kurduğu Trax Records dönemin en önemli iki plak şirketi oldu. Bu dönemde prodüktörler ve plak şirketleri arasında sürekli “Sen benden çaldın, o benim parçamı sample etmiş..” gibi tartışmalar ve suçlamalar sürüp gidiyordu.

1987’lerde David Morales, Todd Terry gibi isimler duyulmaya başlandı. New York’ta kapanmış olan Paradise Garage’ın yerini Blaze aldı. Frankie Knuckles “Let The Music Use You” adlı vokal House parçasını yayınladı. Bu plak bir sene sonra İngiltere’de patlak verecek olan Summer of Love’ın vazgeçilmezleri arasında yeralacaktı. 87’de House artık New York ve Chicago’nun sınırlarını aşmış, Avrupa’ya ve dünyaya yayılmaya başlamıştı. Bu yaygınlaşma sürecinde popülaritesi artarken House müzik Pop’laşmaya, Pop müzik House’laşmaya başladı. Underground’dan popülere olan kaçınılmaz evrim gerçekleşirken Detroit’teyse içten içi birşeyler kaynıyor Juan Atkins, Derrick May, Kevin Saunderson gibi isimler Techno’nun temellerini atıyorlardı. Aynı dönemde Chicago’da Dj Pierre, Roland 303 adlı bir bas makinasının içinden Acid House denen şeyi çıkardı. Acid House ve Summer of love’la İngiltere, Punk’tan bu yana en büyük gençlik olayını yaşayacak ve rave kavramı ortaya çıkacaktı.

Chicago daki Warehouse, Powerplant, The Music Box gibi mekanlarda New York taki Paradise Garage ın House versiyonu yaşanıyordu. Djler 10 saat süren setler çalıyor, insanlar güneş doğarken sürünerek evlerine dönüyorlardı. Sosyal baskılardan uzak bir ortamda kendini müziğin hükümdarlığına bırakmak dönemin ve House un temel duygusu haline geldi. House denen şey aynı zamanda dış etkilerden uzak, sıcak ve güvenli bir ev gibiydi. Warehouse ta gecenin "peak" noktasında Frankie Knuckles kulüpteki bütün ışıklar kapatıp kulağı sağır edecek kadar yüksek bir volümde, son hızla giden bir tren sesi çalıyordu. Pencereleri de siyaha boyalı olan Warehouse ta tamamen karanlığa gömülen insanlar çeşitli uyarıcı ve uyuşturucuların ve son derece tuhaf bir tren gürültüsünün etkisiyle çığlık çığlığa bağırıyorlardı. House takipçileri bir süre sonra oldukça bilinçi dinleyiciler haline geldiler. Dj kötü bir mix yaptığı zaman bağırıp dakikasında rezil ediyorlardı, çünkü dinleyicilerin neredeyse yarısı bu işlerin nasıl yapıldığını zaten biliyordu.

The feeling...

Disco son derece neşeli ve eğlenceli bir dans müziğiydi. Disco’dan türeyen House’ta ise herşeye rağmen melankolik bir hava vardı. Endüstriyel ve elektronik seslerin hüznü işin içine girdiğinden House hem eğlenceli ve hareketli, bir yanıyla da hüzünlü ve duygusal bir müzik oldu. Garage vokallerindeki gospel etkisi de sadece müzikal değildi, Hristiyan geleneğine ait bazı kavramlar bu müzikte yeni anlamlar kazandılar. House sevgi dolu ve doğru bir dünyada yaşama isteğini dile getiriyordu. Fakat bu istek bir amacı, inancı, ütopyaları yansıtmıyordu. House’un eğlenceli yanı bu isteği, hüzünlü yanı ise dünyanın içinde bulunduğu durumun bilincinde olma konumunu yansıtıyordu. Onların dünyayı değiştirmek gibi bir amacı yoktu. Birşeylerin, hatta birçok şeyin yanlış olduğunu biliyorlar, bulundukları yerde yani “ev”de, beraber oldukları insanlarla güzel bir anı paylaşıyor, güzel bir anı uzatıyorlardı. Farkındalığın verdiği hüzün ve aynı zamanda içindebulunduğu anı en yoğun ve güzel şekliyle yaşamak bir jenerasyonun temel duygusu oldu. Sürekli bir yabancılaşma duygusu artık, gülümseyerek danseden bir kalabalığın içinde paylaşılıyordu....
İlk Hip-Hop DJ lerinin, Dj tekniğinin gelişimine olan katkıları
70’lerin ortasında çıkan ve 80’lere doğru kimliğini bulan Hip-hop, Disco’nun mirasçıları olan House, Techno ve diğer elektronik dans müziklerinin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Hip-hop’un bu yıllardıki etkisi müzikal değil, daha çok teknik ağırlıklıydı. Olanaksızlıkların kamçıladığı yaratıcılıklarıyla Hip-hop Dj’leri hem mevcut olan aletleri amacının çok dışında ve üstünde kullandılar, hem de kendi yaptıkları aletlerle müziğe büyük katkılarda bulundular.

Bir Dj tekniği olarak ortaya çıkan Hip-hop sadece bir müzik türü olarak da kalmadı. Hip-hop terimi bugün moda, breakdance, graffitti, güçlü bir ideoloji ve farklı bir duruşu; başlı başına bir kültürü ifade ediyor. Ve Rap’i de kapsıyor. Fakat Rap, Hip-hop öncesi dönemde de vardı. İngilizcede “vurmak” anlamına gelen “rap” sözcüğü, zenciler arasında yıllar boyunca çeşitli anlamlarda kullanıldı. Rap, 1870’lerde “sohbet etmek”, 1900’lerin başında “muhbir” demekti. 1950’lere gelindiğinde “rap” artık müzikli ya da müziksiz olarak ritmik bir şekilde konuşmak anlamına geliyordu. Nihayet 80’lerde sürekli bir beat eşliğinde Rap vokaliyle yapılan müziğe Rap adı verildi. Hip-hop’a Afrika’ın sözel anlatım geleneğinden miras kalan Rap’in kaynağı oldukça eskilere dayanıyor. 20. yüzyılın başlarında “toasting” adı verilen eğlencelerde erkekler, Türkiye’deki aşık atışmasına benzeyen bir tür konuşma dövüşü yapıyorlardı. Bu yapı ve konuşma tarzı Rap’in kökenini oluşturdu. Sözlerle rakibini yenmeye “disrespect” sözüğünün kısaltması olan “dis” deniyordu. Rap’in oluşumunda etken olan öğelerden biri de, sesi bir entstrüman gibi kullanarak konuşmak anlamına gelen “scat”ti. Louis Armstrong, Ella Fitzgerald, Betty Carter gibi jazz müzisyenleri aynı zamanda büyük birer scat ustasıydılar. Sözel bir kültürel gelenek ve Afrika kökenli zengin bir müzikal altyapı üzerine kurulan Hip-hop’ın isim olarak ortaya çıkışı ise şaibeli. Farklı kaynaklara göre Hip-hop terim olarak ilk kez ya Dj. Hollywood, ya Malcolm X, ya da Afrika Bambaata tarafından kullanıldı.Günümüzde Rap sözcüğü old-school Hip-hop’ı, Hip-hop’da new-school’u tanımlıyor.

Kool Dj Herc ve ilk Breakbeat...

Kool Dj Herc, Hip-hop’ın oluşumunda önemli rol oynayan kişilerden biriydi. Jamaika kökenli Clive Campbell, oldukça iri yarı bir basketçi olduğu için ona Hercules, yani Herkül adını takmışlardı. İlk kez olarak kızkardeşinin ricasıyla bir doğum günü partisinde iki pikapla sevdiği parçaları çaldı. O kadar büyük ilgi gördü ki birçok partide çalması için teklifler yağmaya başladı. Yıl sonunda artık Herculoids adını verdiği ekibiyle çaldığı partilerde giriş ücreti bile alabiliyordu. Bronx gençlerinin Jamaika tarzına bayılmadığını farkeden Herc bu şarkıları Funk ve Latin plaklarıya mixledi. Herc’ün sound’u disko Dj’lerine göre çok daha sert ve yüksek, plaklarıysa çok daha çeşitliydi. Herc fazla vokal ya da enstrüman olmayan ritmik bölümlerin insanları daha çok dansettirdiğini farketti. Artık aynı plağın iki kopyasını iki pikaba atıyor, birinde ritm bölümünü çalıp, istediği zaman diğeriyle break kısmını çalıyordu. Farklı plakların break’leri arasında geçişler yapıyordu. Herc’ün tarzıyla müzik sisteminin kendisi enstrüman haline geldi ve yepyeni bir müzik anlayışının temelini oluşturdu. Herc’ün oldukça ilkel sistemi iki Gerard pikap, iki düğmeli bir mixer ve dev bas amfilerinden oluşuyordu. Herc bu teknolojiyle breakbeat’i icad etti ve Hip-hop’un temelini oluşturdu. Ayrıca Dj’in yaratıcılığını ön plana çıkaran bu yapıda, müzik sistemi enstrüman, Dj’de bir besteci ve müzisyen konumundaydı. Breakbeat oldukça basit bir icat, müzikal anlamda ise bir devrim oldu. O güne kadar şarkının kendisi bir birim olarak görülüyordu. Oysa artık birim, şarkının içinden seçilen parçalar, yani break’lerdi. Farklı şarkıların parçalara bölünüp, break’lerin Dj’in özgün tarzına göre biraraya getirilmesi, kolaj ve montaj gibi kavramları müzik tarihinin ayrılmaz bir parçası haline getirdi. 70’lerin ortasında Dj, taşınabilir müzik sistemi, devasa plak koleksiyonuyla yeni bir kültürel kahraman haline geldi. Bu yeni kültürün fanlarına B-Boys deniyordu. Onlar breakbeat’in dansı olan Breakdance’i yarattılar ve Graffitti’lerle bu yeni kültürü sokaklara taşıdılar.

Grandmaster Flash, çelik tekerleğin üstadı...

Breakbeat’i Kool Dj Herc icat etti ama Dj’i usta bir teknisyen, bir pikap virtüözü yapan Grandmaster Flash oldu. Life dergisi Flash için “pikapların Toscanini’si” diye yazıyordu. Flash, Herc’ün müzik sistemine ve breakbeat fikrine hayranlık duyuyor ama tekniğini yetersiz buluyor ve mixlerinin kırık dökük olduğunu düşünüyordu. Flash babasının devasa plak koleksiyonuyla müzik dolu bir evde büyümüş ve elektronik mühendisliği okumuştu. Teknik bilgisiyle kendi müzik sistemini geliştirdi ve plak mixlemede yaşanan sorunları ortadan kaldırmak için çalışmalar yaptı.

Neredeyse hatasız mixlerine hayranlık duyduğu Disco Dj’i Pete Jones’un sırrını merak ediyordu. Masasını kullanmak için Jones’dan izin istedi. Birkaç kez reddettikten sonra Jones masasını kullandırmaya razı oldu. Jones’un sisteminde bir pikap çalarken diğer pikabın dinlenildiğini görünce Flash bu durumdan son derece etkilendi. Bu sistemde sağa ve sola getirildiğinde iki ayrı pikabı dinleme imkanı veren bir düğme vardı. Kulaklıkla diğer pikabı dinleme imkanı mükemmel mixler yapabilmenizi sağlıyordu. Bu bilgilerle kendi müzik sistemini ve tekniğini geliştiren Flash dinleyicinin geçişleri farkedemeyeceği kadar temiz ve hızlı mixler yapmaya başladı.

Flash’in bir sonraki adımı “punch-phasing” tekniğini bulmak oldu. Bu teknikte bir parçanın çıplak versiyonunu başka bir parçanın breakbeat’iyle zenginleştiriyor ve yeniden yorumluyordu. Bu dönemde Disco müzisyenleri remixleri plak olarak kaydederken, Bronx’taki Hip-hop Dj’leri canlı olarak remix yapıyorlardı. İki pikabı sadece geçiş yapmak için değil birçok şarkının parçalarından yepyeni bir müzik yapmak için kullanıyorlar ve canlı olduğu için bunu sürekli olarak dinleyicilerle etkileşimli bir şekilde gerçekleştiriyorlardı.

Plaklarda belli break’lerin yerini anında bulabilmek için Dj’in plaklarını çok iyi tanıması, neredeyse hepsini ezbere bilmesi gerekiyordu. Bunu kolaylaştırmak için Flash “saat teorisi”ni buldu. Plağın yüzünü saat gibi düşünüyor, istediği bölümlerin nerede olduğunu bu hayali grafiğe göre not alıyordu. Kimi Dj’ler önemli kısımları bulabilmek için plakların üzerine renkli bantlar yapıştırıyorlardı.

Flash’in bulduğu bir diğer teknik de “backspinning” oldu. Belli noktalarda plağı beat’i kaybetmeyecek şekilde hızla geri çekiyordu. “let’s dance”, “rock it” gibi sözler şimdi breakbeatler arasında defalarca tekrarlanabiliyordu. Bunu yapmanın iki yolu vardı. Plak geri çekilirken çıkan ses ya müziğin içinde bir efekt olarak kullanılıyor, ya da dinleyiciye duyurulmadan yapılıyordu.

Tüm bu tekniklerle Flash kolaj sürecini son derece akıcı bir şekilde gerçekleştiriyordu. Flash’in müzik sistemi arkadaşı Gene’in evinde duruyordu. Gene’in kardeşi Theodore onlar evde yokken Flash’in sisteminde çalışıyordu. Birgün Theodore’u dinleyen Flash ondan çok etkilendi. Flash’e göre Theodore doğru dürüst scratch yapan ilk Dj’di. Theodore scrath tekniğini son derece ritmik ve müzikal bir şekilde kullanıyordu. Daha sonraları Theodore çalarken plaklarını asistanlarının çıkardığı, ikinci jenerasyon Hip-hop Dj’leri arasında yerini aldı.

Flash sonunda iki yerine üç pikap kullanmaya başladı. Çalarken plaklarını beş ayrı kutuda topluyordu. Birincide yavaş parçalar, ikincide biraz daha hareketli yavaş parçalar, üçüncüde orta hızlılar, dördüncüde hızlılar ve beşincide aklınıza gelebilecek hertürlü efekt. Beşinci kutunun vazgeçilmezleri arasında Kraftwerk yeralıyordu.

We’re one , two, three, four, five M.C.s ....

Scratching ve mixing’le bugün anladığımız anlamda Dj tekniğinin temelleri atıldı. Fakat Flash için Dj’liğin şov kısmı da çok önemliydi. Anlatılanlara göre çalarken akrobatik denilecek hareketler yapıyor, dirsekleri, ayakları hatta kafasıyla çalıyordu. Flash birkaç Mc’den oluşan ekibi Furious Flash ile beraber sahne alıyordu. Mc’ler olmadığı zaman insanların konferans izler gibi nasıl mix yaptığını incelediğinden şikayet eden Flash, müziğe uygun bir şekilde bağırıp çağıran, kalabalığa seslenen Mc’leriyle insanları coşturuyor, dansetmeye sevkediyordu. Aynı dönemde ırkçılık karşıtı politik altyapısıyla Afrika Bambaata,Zulu Nation’ı kurdu. Bambaata’nın setleri sayesinde Amerikan gençliği Kraftwerk’le tanıştı. Tamamen elektronik altyapısı, fütüristik ve bir o kadar da duygusal sound’uyla Kraftwerk çılgınlığı dalga dalga yayıldı. Kraftwerk’le beraber Amerika’daki müzik akımları Avrupa kültürüyle ciddi bir etkileşim içine girdi.

Beatbox, Sampler, 1200/1210...

Herc ve Flash gibi Dj’ler parasızlıktan kendi müzik sistemlerini kendileri üretiyorlardı, Olanaksızlıklar onları ister istemez yaratıcı olmaya zorluyordu. Deneme, yanılma, kırma, parçalama gibi yöntemlerle pikap, mixer va anfilere her anlamda hakim oldular. İlk Hip-hop Dj’leri arasındaelektronik eğitimi almış tek Dj olan Flash, pikap ve mixerden oluşan temel Dj ekipmanına bir de beatbox’ı ekledi. Beatbox kayıtlı birkaç ritm yapısını metronom gibi sonsuz tekrarlar halinde çalan analog bir davul makinasıydı. Flash aletin ilk örneğini, tekniğini geliştirmek için kullanan davulcu bir arkadaşının evinde gördü. Bu aletin farklı amaçlarla da kullanılabileceğini düşünen Flash onu arkadaşından satın aldı ve Beatbox adını verdi.

1969’da piyasaya çıkan Beatbox (drum machine ya da rhythm box) yirmi küsur hazır ritm çalabiliyordu. ‘0’lerin ortasında programlanabilir olanları ortaya çıktı. 78’de piyasaya sürülen Roland CR-78’de müzisyenler kendi ritmlerini kaydedebiliyorlardı. Davul seslerini taklit etmekte yetersiz olan bu aletler, Disco ve Hip-hop içinse birebirdi. Bu dönemde ortaya çıkan beatbox’ların en önemlisi daha sonraları İngiliz rave grubu “808 State”’e adını verecek olan roland 808 oldu. Üzerine çok çeşitli modeller yapılmasına rağmen bir klasik haline gelen 808 günümüzde de birçok müzisyen tarafından kullanılıyor. İlerleyen yıllarda beatbox’ların dijital olanları üretildi. 808’in ardından gelen TR-909 bu geçişi simgelercesine yarı dijital, yarı analog teknolojiyle çalışıyordu.

Aynı dönemde sesleri dijital hale getirip saklayabilen ve modifiye edilerek sınırsız kullanım imkanı sağlayan samplerlar ortaya çıktı. Akai S-1100, Roland W-30 dönemin yıldız sampler’ları arasında yerlerini aldılar. Beatbox ve sampler’lar Dj’in pikabın sınırlarını aşmasını sağladı. Dj artık rahat rahat kompozisyonu üzerinde çalışabiliyor, yaratıcılığını daha etkin bir şekilde müziğe katabiliyordu. Böylece Dj’in sound’u plak koleksiyonunu gitgide aşmaya, Dj’lerin özgün tarzları arasındaki farklar keskinleşmeye başladı.

1980 yılında Technics ilk kez Dj’lerin tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir pikap üretti. Efsane pikap 1200 MK2, o zamana kadar kullanılan 1100 A’nın yerini devraldı. Özellikle karanık ortamlarda kullanım kolaylığı sağlayan büyük start-stop düğmesi, plağı aydınlatan küçük ışığı, plak hızını artı/eksi sekiz ölçüde oldukça hassas bir şekilde ayarlama imkanı sağlayan parmak genişliğindeki pitch regülatörü, pikap kolunu kişisel olarak ayarlama imkanı ve daha birçok özelliğiyle 1200 pikap tarihinde bir referans noktası oldu. Önceki belt-drive örneklerinin aksine direct-drive teknolojisini kullanan 1200, 33bpm’e sadece 0.7 saniyede ulaşabiliyor, 30 saat süren partilerde teklemeden çalışıyordu. Bu tarihten itibaren pikaplar 1200 temel alınarak üretildi. Gümüş rengi 1200 ve siyah 1210’lar Los Angeles URB dergisine göre Dj’liğin dünü, bugünü ve yarınıydı. Bu yıllarda temelleri atılan House, Techno, Trance ve bunlardan türeyecek tüm müzik türleri, efsanevi 1200’ler üzerinde dönüp duracaktı...

(Alıntıdır)

 

Burdan da elektronik dans ile ilgili bir kaç video izleyebilirsiniz ==> Link

CC sohbet icin buraya
  Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir