ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


12 Mayıs 2024, Pazar 08:23   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler > Aşk ve Sevgi üstüne
forum sohbet oyun basliklari
   ***W.SHAKESPEARE-ROMEO-JULIET***
 <<12 >>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xARxDAx

xARxDAx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Ağu.2008 Çar 01:15:37sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Nilim paylaşım için teşekkür ediyorum öncelikle   evet  Leonardo DiCaprio dan güzel bir Juliet ve Romeo izlenimi ve Leonardo DiCaprio nun tüm filimlerine hastayım hepside aşk  filimlerine yöneliyor ve ölümsüz aşklara diyelim
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

justerixx

justerixx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Ağu.2008 Çar 01:59:37sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Bir adam bir kadın aşkı için ölebilecek kadar cesur bir okadar aşıksa Taktiri şahitlerde değil Aşkına aldığı karşılıktadır romeo da juliette aşkının karşılığını almış vay be aşka bak böyle aşklar var mı helal olsun bence bu sözler çok önemli değil onun için onlar için asıl taktiri dedim ya almışlar aşklarının karşılığında Ellerine sağlık nilim çok güzel bir paylaşım fakat romeo ve juliet çok uyumlu olmamış baktığımız zaman justerix ve juliet çok dah manalı
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

K0PRA

K0PRA resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Tem.2009 Per 15:33:14sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

 

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

R--O-M-E-O

R--O-M-E-O resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Tem.2009 Per 15:38:05sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
Ne güzel başlık böle :)
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

Muckun

Muckun resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  10.Tem.2009 Cum 00:24:49sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

 

BENİM CAN ARKADAŞIM.SEN ROMEO VE JULİETİ YAPMIŞSIN BUNLARI DAYAPTIĞIN ÇALIŞMAYA EK OLARAK YAPIYORUM.

Hareketli sarmaşık gül resmi

DİĞER ÜNLÜ AŞKLAR

LEYLA & MECNUN

leyla

Leyla ile Mecnun Hikayesi
 Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar. Mecnun un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ yı tanımaz. Babası Mecnûn u iyileşmesi için Kâbe ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder: "Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni." Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir. Bir zaman sonra âilesi, Leylâ yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm ı vuslatından uzak tutmayı başarır. Mecnûn, çölde, Leylâ nın evlendiğini arkadaşı Zeyd den işitince çok üzülür. Leylâ ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder. Bir müddet sonra Mecnûn un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler; "Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez Cânânsuz cihân gerekmez." Der, kabri kucaklayarak ölür. Bir müddet sonra Mecnûn un sâdık arkadaşı Zeyd Rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: "Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

Standart Leyla ile Mecnun Hikayesinin Edebiyattaki Yeri

Leylâ ile Mecnun hikâyesi İslâm milletlerinin edebiyatlarında önemli yer tutmuştur. Araplarda doğup, Arap çöllerinde halk arasında dilden dile söylenegelen hikâye menkıbe ve rivâyetlere dayanmaktadır. Arap yarımadasından çıkmasına ve Araplar arasında çeşitli rivayetlerle söylenmesine ve derlenmesine rağmen, Arap edebiyatında; Fars ve Türk edebiyatlarında olduğu gibi, geniş yer tutmamıştır.

Bilindiği kadarıyla bu hikâye ve kahramanlarına ait şiirler, özellikle Mecnun’a atf edilenler, sözlü kaynaktan gelirken daha sonraları yazıya geçirilmiştir. Bu ilk verimler; İbn Davud el-İsfehanî’nin (öl. 255/870) Kitâbü’z-Zehrâ adlı eseri ile Müslim b. Kuteybe’nin (öl.276/890) Kitâbü’ş-Şi‘r ve’ş-şuarâ adlı eserleridir.
Bunların hemen arkasından ise Ebûbekir el-Vâlibî gelmiştir. Ebûbekr el-Vâlibî’nin de hikâyenin yazıya geçirilmesinde, özellikle Mecnun’un hayatını vermesi ve şiirlerini derlemesinde büyük bir rolü vardır. O, Mecnun u Leylâ adlı eserini herkes tarafından bilinen, güvenilir ravîlerden aldığı bilgilere dayandırmıştır. Mecnun’un hayatına yer vermesi ve şiirlerini ilk defa derlemesi hikâyenin ortaya çıkmasında etkili olduğu gibi daha sonra yazılacak eserlere de kaynaklık etmiştir. Gerçekte Mecnun’un şahsı olsun, hikâyenin kendisi olsun hep menkıbe ve rivayetler arasından gelir. Bunların en başta gelenlerinden biri Ebulferec el-İsfehanî’nin (öl. 356/968) rivâyetidir. O, Kitâbü’l-Egānî adlı eserinde Mecnun ve Leylâ ile ilgili sözlü ve yazılı rivayetleri toplu bir şekilde vermiş, Mecnun hakkında yazılmış ve fakat kaybolmuş eserlerden de söz etmiştir. Ayrıca bunlardan nakillerde bulunmuştur. Bu açıdan bakılınca Kitâbü’l-Egānî’nin Leylâ ve Mecnun hikâyesi için değerli bir kaynak olduğu görülür. Bu eserin ikinci bir önemi de, daha sonra Arap edebiyatında yazılan ve aynı konuyu işleyen eserlere kaynaklık etmesidir. Gerçekten daha sonra aynı konuları ele alıp Mecnun ile ilgili rivayetleri nakleden Cafer b. Serrac (öl. 500/1106) Mesâriü’l-uşşâk, Davud b. Ömer el-Antakî (öl.1008/1599) Tezînü’l-esvâk fî-ahbâri’l-uşşâk, Abdulkadir b. Ömer el-Bağdâdî (öl. 1093/1683) Hizânetü’l-edeb adlı eserlerinde Kitâbü’l-Egānî’den çok faydalanmışlardır. Ayrıca Ebulmehâsin Yusuf Abdülhâdî (öl. 909/1503) de Nüzhetü’l-müsâmir fî zikri ba‘zı ahbâri Mecnuni Benî Âmir adlı eserinde aynı yolu izleyerek Kitâbü’l-Egānî’yi kaynak olarak kullanmıştır.

Bütün bunların yanında İbn Tulun rivayetinin ise ayrı bir yeri vardır. El-Evhad Ebu Abdullah Şemsüddin Muhammed bin Tulun (öl. 953/1546) Leylâ ile Mecnun hikâyesini senet yolu ile derlemiş ve eserine Bastü sâmii’l-müsâmir fî ahbâri Mecnuni Benî Âmir adını vermiştir. Şüphesiz hikâyenin başka rivayetleri de vardır. Fakat bunlar yukarıda zikrettiğimiz eserlerden pek farklı sayılmazlar. Bunlardan bazılarının da ravileri belli değildir. Bunun yanında Mecnun’un amcazadesine nispet edilen bir rivayet daha bulunmaktadır.

Leylâ ve Mecnun hikâyesinin geçtiği yer, coğrafî bölge olarak Necd çöllerinden Ürdün’ün doğusuna, oradan da İran körfezi kıyılarına kadar uzanır. Leylâ’nın ve Mecnun’un kabilelerinin gezginci bir yönü de vardır. Bu oymakların gezdiği yerler Şam’dan Hicaz’a, Necd çöllerinden Ürdün’ün doğusuna, oradan da Irak-ı Arab’ı içine alarak, Basra körfezi kıyılarına ve Kuveyt’e kadar uzanır. Bu durumdan her iki kabilenin de hareketli bir hayat sürdüğü anlaşılmaktadır.
Aşkları ile cihanda ün yapan Kays bin Mülevvah ile Leylâ binti Mehdi’nin hayatları hakkında bazı şüpheler de bulunmaktadır. Hikâyenin ise ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Asıl olanın aşk olduğu düşünülürse bu şüpheler ikinci plânda kalır. Bu aşkın platonik, karşılıksız ve özrî bir aşk olması ise hikâyenin kahramanlarını daha da öne çıkarmıştır. Asıl adı Kays olan Mecnun, Emevîler döneminde Abdülmelik b. Mervân’ın hilâfeti zamanında yaşamıştır. Zengin bir kabile olan Amiroğulları içinde babasının saygın bir yeri vardır. Mecnun ayrıca şairdir. Hemen hemen bütün şiirlerini Leylâ için yazmıştır.

Leylâ ile Mecnun hikâyesini gerçek anlamda, ilk defa bir eser olarak, aslen Türk olan Fars edebiyatının büyük şairi Genceli Nizâmî (1150-1214) kaleme almıştır. Hikâyenin Genceli Nizâmî tarafından yazılmasını da Şirvanşahlar’dan Ahistan b. Minûçihr istemiştir. Genceli Nizâmî oğlunun da teşviki üzerine 4718 beyti bulan Leylâ vü Mecnun adlı eserini 1188 yılında Receb ayının son günü bitirmiştir. (Belal Abdel-maksoud 2004)

Arap kaynaklarını iyi bilen Nizâmî, Ebulferec el-İsfehanî ile Vâlibî arasında gidip gelerek, bunları gönlüne göre kullanır. Bu durum ona orijinalite getirir. Nizâmî olayları ve şahısları ayıklayıp seçerek eserini yazar; hatta şahıslardan bazılarının isimlerini bile değiştirir. Eserine yer yer masal unsurları kattığı gibi, bazı hikâyeler de ekler.

Genceli Nizâmî’de görülen bir başka durum; Arap menkıbelerindeki gerçek, insanî aşkın, ilâhî aşka dönüşmesidir. Nizâmî’de Leylâ ve Mecnun eserin sonunda buluşurlar. Ancak Mecnun’da Leylâ, Mevlâ olmuştur. Leylâ’nın Mecnun’a kendini tanıtması, Mecnun’un ise onu tanımaması; Sen Leylâ isen bu gönlümdeki sevgili kim, gönlümdeki Leylâ ise ya sen kimsin? demesi; daha sonra Türk edebiyatının ilk hikâye yazarı ve ilk mesnevî hikâyelerinin tercüme edicisi Gülşehrî’de (öl. 1317’den sonra) de görülür. Kısaca belirtmek gerekirse Nizâmî’deki ilâhî aşk Arap kaynaklarında bulunmamaktadır. Nizâmî hayal gücünü de kullanarak konuyu kendine özgü bir şekilde işlemiş ve ilk defa Leylâ ile Mecnun hikayesini bir edebî eser olarak ortaya koymuştur. Bu konu Arap edebiyatında 20. yüzyıla kadar ele alınıp işlendiği, modern Arap edebiyatında bile yer aldığı halde, Nizâmî’den sonra bu hikâyeyi yazan Fars ve Türk şairlerinin hepsi Nizâmî’yi örnek almışlar ve onun tesirinde kalmışlardır. Hatta modern Arap edebiyatı içinde yer alan Ahmet Şevki (1868-1932) bile konuyu manzum tiyatro eseri hâlinde yazmıştır. Ancak, ortada Arap edebiyatındaki eserler varken, o da Fars ve Türk şairlerinden etkilenmiştir (Belal Abdel-maksoud 2004).

Yine Genceli Nizâmî gibi Türk asıllı bir şair olan Emir Hüsrev (öl. 1325) de Leylâ ile Mecnun mesnevisi yazan bir başka şairdir. Nizâmî’nin etkisinde kalan Emir Hüsrev Dehlevî kendine özgü bazı değişiklikler yapmıştır. O Nizâmî’de görülen ve on üçü bulan şahıslardan bazılarını bir yana bırakır ve eserinde, çok tali şahıslar bir yana, asıl olarak sekiz şahsa yer verir. Ancak karakterleri yönü ile Nizâmî’den çok az ayrılır. Nizâmî’de görülen ümit ve mutlukluklar, keder ve ümitsizlikler, mevsimlerle parelellik kurulunca, ilkbahar ile sonbaharı da beraberinde getirirler. Aynı durum Emir Hüsrev’de vardır. Leylâ bunun eserinde de bir sonbahar mevsiminde vefat eder. Emir Hüsrev’in yazdığı Mecnun u Leylî mesnevisi 2660 beyti bulmaktadır. 13. ve 14. yüzyıllarda Fars edebiyatına paralel olarak, Anadolu’da da Leylâ ile Kays’ın aşklarını konu alan hikâyeler yazılmıştır. Anadolu’da Mevlâna Celaleddin-i Rumî küçük bir hikâye ile de olsa, Mesnevî’sinde bu konuya kısaca temas eder. Ancak 14. yüzyıla girdiğimiz zaman Gülşehrî 1317 yılında yazdığı, Mantıku’t-tayr adındaki Türkçe eserinde Leylâ ile Kays’ın aşklarına yer verir. Şair Nizamî’de olduğu gibi, beşerî aşkı ilâhî aşk olarak gösterir. Gülşehrî hikâyeyi Mantıku’t-tayr içinde yer alan “Dâsitân-ı Leylâ vü Mecnun” başlığı altında 78 beyitte anlatır. Hikâyenin sonuna doğru Leylâ Mecnun’u görmek için yola düşer. Mecnun’un yanına varınca selâm verir ve Leylâ’nın kendisi olduğunu söyler. Mecnun selâmını alırsa da Leylâ’yı tanımaz. Sonra da; “Sen Leylâ isen benim gönlümdeki kim? Leylâ nasıl iki olabilir? Mecnun yüz de olsa buna şaşılmaz, ancak sevgilinin iki olması büyük hatadır. Bu olmaz, sen de et, kemik ve kandan ibaretsin. Geçicisin benim sevgilim ise sonsuzdur. Gönlümde böyle bir Leylâ var.” der. Artık Mecnun’un Leylâ’sı Mevlâ olmuştur. Bu yönü ile Gülşehrî’nin konuyu tasavvuf açısından ele alıp işlediğini görürüz.
Yine Gülşehrî’den on üç yıl sonra Garib-nâme adlı eserini yazan ve Gülşehrî gibi Türkçecilik akımı içinde yer alan, hatta Türkçenin araştırılmadığından, gramerinin ve durumunun bilinmediğinden söz eden Âşık Paşa da eserinde Leylâ ile Mecnun konusuna yer verir. Garib-nâme’nin 8. bölümünün beşinci kıssasında aşkı ve âşıklığı en geniş şekilde anlatan Âşık Paşa, âşıklık yüzünden adı dillere destan olanları hikâyelerine konu eder. Bunlar arasında Leylâ ile Mecnun da vardır. İşte Âşık Paşa eserinin bu kısmında bütün hikâyeyi otuz üç beyitte özetler. Gülşehrî’de görüldüğü gibi Leylâ derken Mevlâ’yı bulduğunu, Leylâ ve Mecnun adlarının da aşk, sevgi ve tutkunluk yolunda kaldığını anlatır (Yavuz 2000: 109). Yine aslen Türk olan, Hüseyin Baykara devrinde devlet hizmetinde bulunan Türkçe ve Farsça eserler veren Nizameddin Ahmed Süheylî (1441-1513) bu hikâyeyi 2065 beyitte Farsça olarak yazmıştır. Aşağı yukarı Süheylî ile aynı zamanda yaşayan Molla Câmî (1414-1492) İran sahasında aynı konuda eser veren bir başka şairdir. Yazdığı mesnevî 3860 beyittir. Hikâyeci olmaktan çok fazla şair olan Câmî eserinde hicranlı ve tesirli bir aşkı anlatır. Bu sebeple olaylar arasındaki ilgiler kuvvetli değildir. Ancak eserinin şiir yönü ile sanat değeri kuvvetli olup, daha mahallîdir (Tarlan 1922: 160). Câmî Nizâmî’den bazı olayları aynen almasına rağmen kendi sanat gücünü ortaya koyduğu gibi, bazı rivayetleri değiştirmiş ve kimi motifleri de kendinden eklemiştir.
Bu devirde İran bölgesinde Mektebî-i Şirazî (öl. 1511) Leylâ ile Mecnun mesnevisi yazan bir başka şairdir. Leylâ ile Mecnun’un kabirlerini ziyaret eden Mektebî’nin 1500 yılında yazdığı bu Farsça eser 3160 beyittir. O Nizâmî’yi temel almakla birlikte, onun motiflerinden seçmeler yapmış, eserdeki bazı motifleri de değiştirmiş, bunun yanında yeni motifler de eklemiştir (Belal Abdel-maksoud 2004: 136-137).

İran bölgesinde yer alan bir başka şair de Hâtifî’dir (1419-1521). Eserinin sonunda kendisini devrin Câmî’si gibi gören, Nizamî ve Emir Husrev ile boy ölçüşecek durumda olduğunu övünerek söyleyen Hâtıfî şiirle anlatımı uygun ve ölçülü götürür (Levend 1959: 78). Ali Nihat Tarlan’a göre daha psikolojik ve mantıkî bir eser ortaya koyan Hâtıfî Fuzûlî’ye tesir etmiştir. Ancak o platonik aşkı duymamış ve duyuramamıştır. Eserini ise bir hikâyeci düşüncesi ile yazmıştır.

15.yüzyılda Batı ve Doğu Türkçesinde Leylâ ile Mecnun hikâyesi yazan Türk şairleri de vardır. Şâhidî bunların başında gelmektedir. Şâhidî’nin eseri 6446 beyit ile Türk edebiyatında bu konuyu işleyen en hacimli mesnevi durumundadır. Gülşen-i Uşşâk adı ile de anılan eser 1477 yılında Şehzade Cem adına yazılmıştır. Cem Sultan eser yazıldığı zaman Konya’da sancak beyi olarak görev yapmaktadır. Şâhidî eserini Nizâmî, Gülşehrî ve Âşık Paşa’da olduğu gibi tasavvufî açıdan ele alıp işlemiştir. Türkçeye büyük hizmette bulunan ve Türkçe için çırpınan şairlerden olan Ali Şir Nevâi (1441-1501) de, Leylâ vü Mecnun adlı eserini 1484 yılında yazar. Sultan Hüseyn-i Baykara’nın çocukluk arkadaşı, devlet adamı ve vezir olan Ali Şir Nevâi’nin 3622 beyti bulan bu eseri otuz sekiz bölümden meydana gelmiştir (Çelik 1996). Bütün kaynaklara vâkıf olan Nevâî; eserini yazarken Nizâmî, Emir Husrev ve Süheylî’den faydalanmakla birlikte, konunun temelinde ve gelişmesinde değişiklikler yapmıştır. Ali Şir Nevâi Doğu Türkçesi ile eserini vermiş ve yeni motifler eklediği gibi bazılarını da değiştirmiştir. Üslûbu canlı olan şairin bu yenilikleri, bir de anlatımındaki tesir gücü onun eserini diğer eserler arasında öne çıkarmıştır.

Bu yüzyılın sonunda Anadolu sahasında Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdi’nin (1449-1503) yazdığı Leylâ vü Mecnun mesnevisini de zikretmek gerekir. Velût bir şair olan Hamdullah Hamdi eserini, ölümünden üç sene önce 1500 yılında tamamlamıştır. Daha çok Hâtifî’nin tesirinde olan Hamdi Çelebi, Nizâmî’nin eserini örnek almıştır.

16. yüzyıl, Türk edebiyatında bu hikâyenin en çok yazıldığı bir asır olarak
görülür. Daha yüzyılın ilk çeyreğinde bu hikâyeyi yazan beş şair vardır. Bunlar Bihişti, Celîlî, Sevdâî, Hakîrî ve Ahmed Rıdvan’dır. Ali Şir Nevâi ve Molla Câmî ile yakından temas kuran Bihiştî Ahmet Sinan Çelebi’ (öl. 917/1511-12 ?), Leylâ vü Mecnun adlı eserini 1506 yılında tamamlayarak II.Bayezid’e sunmuştur. Herat bölgesindeki edebî ve ilmî çevrelerde yetişen Bihiştî, Ali Şir Nevâi’nin tesirinde bir şairdir. 1195 beyit olan eseri dil bakımından, yetiştiği ilmî ve edebî çevrelerin tesiri ile yer yer Çağatay Türkçesi özelliklerini de taşır. Celîlî (1490-1569) de bu yüzyılın başında Leylâ vü Mecnun mesnevisi yazan bir başka şairdir. 2116 beyti bulan eserini 1514 yılında yazmıştır. Celîlî’ye paralel bir hayat süren ve Leylâ ile Mecnun mesnevisi yazan Sevdâyî’nin eseri ise 1252 beyiti bulur.

Tebrizli Hakîrî ise, 1524 yılında yazdığı Leylâ vü Mecnun adlı eseri ile Ali Şir Nevâi’nin yolunda gider. Hakîrî, 2150 beyti bulan eserini tıpkı Ali Şir Nevâi gibi, Çağatay yani Doğu Türkçesi ile yazmıştır (Turan 1988). 1528 yılında ölen Ahmed Rıdvan da aynı hikâyeyi kaleme alan şairlerimizdendir. Nizâmî’yi örnek al a n, Hu srev ve Hâtifî’den de etkilenen şairin eseri şahıs kadrosu bakımından dikkat çeker. Diğer mesnevilerde çoklukla sekiz, on üç veya daha az olarak görülen hikâyenin şahıs kadrosu bu şairin yazdığı Leylâ ve Mecnun mesnevisinde on yediyi bulur. Ancak 16. yüzyıl şairlerinden olan Fuzûlî Türk edebiyatında en güzel Leylâ ve Mecnun mesnevisini yazar. Eser mekân olarak az çok şairimizin yaşadığı coğrafyayı da içine alır. Bu bir bakıma şairin eserleri ile karşılaşması gibidir. Nizâmî’nin eserini temel almakla birlikte Fuzûlî daha çok Hâtıfî’den etkilenmiştir. Fuzûlî diğer Leylâ vü Mecnun şairlerinden olan Emir Husrev ile Câmî’nin, hatta Hamdullah Hamdi ve Celîlî’nin de yer yer tesirinde kalmıştır. Leylâ vü Mecnun adlı eserinin 899. beytinde

Sahrâya düşüp güneş misâli
Tenhâ yürür oldu lâübâli

şeklinde ve başka şiirlerinde de rastlanacağı gibi Fuzulî Mecnun’u güneşe benzetir. Güneş de Mecnun gibidir. Çünkü güneş bütün çöl ve vahaları tek başına dolaşarak batar. Çöl hayatını kısaca, Mecnun ve Leylâ’nın yaşadığı mekânı en ince noktalarına kadar bilen, anlayan ve yaşayıp hisseden şair Fuzûlî’dir. Onun, şahısların ruh hâllerini bilmesi ve kendisi ile ilgi kurması sonucunda Türk edebiyatında en güzel Leylâ ve Mecnun hikâyesini yazdığı bir gerçektir. Mecnun’un iç dünyasındaki dalgalanmalar, psikolojik durumu şair tarafından sezildiği için, üslûp ve dilde samimîlik ortaya çıkmıştır. Bu sebepten Fuzûlî etkileyici olmuştur. Türk edebiyatında daha sonra bu hikâyeyi ele alanlar yaptıkları yayınlarda, özellikle günümüzde hep Fuzûlî’nin eserine yönelmişlerdir. Ayrıca eserinde mecazî aşktan başlayıp ilâhî aşka yükseliş açısından Fuzûlî diğer şairlere üstünlük gösterir. Şairin 3096 beyit ve mensur bir dibaceden meydana gelen eserinde yer verdiği murabba ve gazeller, ister Mecnun isterse Leylâ’nın ağzından olsun, içten samimî, hitaplı diyalog havasını getiren manzumelerdir. Bütün bunlar göz önüne alınınca Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun adlı eseri hep doruklarda kalmış bir şaheser olarak görülmüş ve Türk insanının gönlünde büyük yer tutmuştur.

Konunun sıcaklığı ve acıklı hâli aynı zamanda yaşayan başka şairlerin de bu hikâyeyi yazmalarına yol açmıştır. 16. yüzyılda yaşayan Larendeli Hamdi, Priştineli Celalzâde Salih Çelebi, Diyarbekirli Halife de Mecnun ve Leylâ arasında geçen bu olayları mesnevi şeklinde kaleme almışlardır. Larendeli Hamdi (949/1543) yılında yazdığı Leylâ ile Mecnun mesnevisini Kanunî’nin oğlu şehzade Selim’e sunmuştur. Hamdi daha çok Nizâmî’nin eserini okumuştur. Nizâmî’den başka Câmî ve Nevâi’den de söz etmiştir. Bununla birlikte şairin, Hamdullah Hamdi, Mektebî ve Hâtıfî gibi şairlerden de faydalandığı bir gerçektir. Motif bakımından bütün bütün Nizâmî’yi takip eden şair bu yönü ile Hâtıfî’den de yararlanmıştır. Ancak bunların dışındaki şairleri de yer yer kaynak olarak kullanan Larendeli Hamdi kendinden de yeni motifler eklemiştir. 5441 beyti bulan esere kendi yaşadığı yerli anane ve hayatı zaman zaman karıştırmayı da ihmal etmemiştir. Larendeli Hamdi’nin eseri diğer eserlerle karşılaştırıldığında Şâhidî’den sonra beyit sayısı ve hacim bakımından Türk edebiyatında ikinci büyük eser olarak görülür. Ayrıca eserin şahıslar açısından zengin bir kadroya sahip bulunduğunu da zikretmek gerekir (Belal Abdel-maksoud 2004: 231). Celalzâde Salih Çelebi (1496-1565) de tarihçi yönünün bulunması ve şair olması sebebi ile bu konuları en iyi bilen şahsiyetlerden biridir. Ayrıca onun hayatında yaşadığı acı bir olay vardır. Oğlu İshak’ın on altı yaşında ölümü ve bunun verdiği acı ona Kıssa-i Pür gussa-i Mecnun u Leylâ mesnevisini yazdırmıştır. 962/1555 yılında yazdığı bu mesnevi 2233 beyti bulmaktadır. Şair eserinde daha çok Hâtıfî’yi örnek almıştır. Bunun yanında Husrev’den etkilenmiş; hikâye motiflerinde kendine mahsus küçük ayrıntılara da yer vermiştir.

16.yüzyılın bir başka şairi olan Halife (öl. 1572) mesnevi vadisinde eserler vermiştir. Yusuf ile Züleyha, Husrev ü Şîrin adlı eserlerinin yanında Leylâ ile Mecnun mesnevisini de yazmıştır. Halife diğer şairlerde görüldüğü gibi, İran ve Türk şairlerinin eserlerinden faydalanma yoluna gitmiş ve Hâtıfî’den özellikle Fuzûlî’den çok etkilenmiştir. Halife’nin bütün kaynakları bilen bir şair olduğu, Câmî’den de faydalandığı açıkça görülmektedir. Gerçekten 16. yüzyıl, Türk edebiyatında Leylâ ile Mecnun hikâyesinin en çok yazıldığı bir devirdir. Yukarda sözünü ettiğimiz şairlerden başka yine bu yüzyılda Hayali Abdülvehhâb (öl. 929/1523), Ârif Fethullah, Halîlî, Kireççizade Sinan, Mahvî İdris, Muhyî, Atâyî ve Zamîrî gibi şairlerin de bu konuyu ele alarak eser verdiklerini belirtmek gerekir.

17.yüzyıla geldiğimiz zaman hikâyenin başka şairler tarafından yazıldığını da görürüz. Aslında hikâye hava bakımından bütün Türk dünyasını asırlar ötesinden yüzyıllar sonrasına kadar sarar. Gerçekte Nizâmî, Süheyl ve Hüsrev’in de Türk oldukları düşünülürse, her ne kadar bunların eserleri Farsça olsa bile, hikâyenin Türkler arasında çok önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bu durumda İranlılara bile kendi dillerinde bu eserleri sunanların Türk şairleri olması gerçekten düşündürücüdür.

İşte bu hava 17. yüzyıl Türk edebiyatında da kendisini göstermiştir. Bu yüzyılda Leylâ ile Mecnun konusunu işleyen şairlerin başında Kafzâde Fâizî (1572-1622) gelmektedir. Ancak şairin bu eseri, ömrü vefa etmediği için, yarım kalmıştır. Kafzâde Fâizî tezkire yazarı bir şairdir. Leylâ vü Mecnun mesnevisini Leylâ’nın mektepten alınması hadisesine kadar yazabilmiştir (İpekten 1986: 87). Fâizî’nin bu eseri 1136 beyittir. Fâizîden başka aynı yüzyılda bu konu Rifatî Abdülhay (öl. 1669) tarafından da kaleme alınmıştır.

18. yüzyıla geldiğimiz zaman Türk edebiyatında bu konu bitmiş değildir. Örfî (öl. 1772) adlı bir başka şair de Leylî ve Mecnun mesnevisi yazmıştır. Mahmut Örfî, Leylâ ile Mecnun’u konu edinen diğer mesnevilerden yararlanmakla birlikte onlar kadar başarı gösterememiştir. Bunun sebebi diğer mesnevilerde görülen motiflerin pek çoğunu atmış olmasıdır. Hatta Örfî, Nevfel gibi şahıslara da eserinde yer vermemiştir. Mahmut Örfi’nin bir başka tasarrufu şahıslar üzerinde olmuştur. O Leylî ve Mecnun adlı eserinde belli başlı dört şahsa yer vermiştir. Bunlar Mecnun ve Leylâ’dan başka Leylâ ve Mecnun’un babalarıdır. Örfi’nin asıl gayesi ilâhî aşkı göstermek istemesidir.

Bu yüzyılda Andelib adlı bir başka şairin de Leylâ ve Mecnun hikâyesi yazdığını belirtmek gerekir. Yine aynı asrın sonunda Şeyh Galib’in Dîvân’ında, 18 beyitlik bir mesnevi ile de olsa, Leylâ ile Mecnun’dan söz etmiştir. Divan edebiyatının en büyük ve son şairlerinden olan Şeyh Galip daha çok konuyu ilâhî aşk açısından ele almış ve sanatlı bir dil kullanmıştır.

Bütün bunlar gözden geçirilip değerlendirilince Türk edebiyatında Leylâ ve Mecnun hikâyesinin büyük yer tuttuğunu görürüz. 14. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar gelen zaman içinde eserin manzum olanları bir tarafa, mensur şekillerinin yazıldığı da bir gerçektir. Bunlar daha çok ün salmış bir şair olması sebebi ile Fuzûlî’yi okuyup eserlerini nesir şeklinde ortaya koymuşlardır.
Leylâ vü Mecnun Türk milletinin benimsediği bir hikâye olarak yüzyıllar boyu okunagelmiştir. Hikâye dün olduğu gibi bugün de kültür hayatımızda canlılığını sürdürmektedir. Türk edebiyatına bakınca hikâyenin meşhur şair Fuzûlî tarafından yazılmasının da bunda büyük hissesi vardır.

Kültür, dil ve edebiyat tarihimizde Leylâ vü Mecnun hikâyesi Fuzûlî’ye bağlı olarak üç yoldan karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi araştırıcı ve yazarların doğrudan doğruya Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnun adlı eserini yeni yazıya aktararak, ilmî neşir yapmalarıdır. Necmeddin Halil Onan bu şekildeki yayınların ilki ve öncüsü durumundadır. Necmeddin Halil Onan eserini hazırlarken on dört yazma nüshadan faydalanmıştır. Başta mensur bir dibace ve 3096 beyitten meydana gelen eser karşılaştırmalı ve transkripsiyonlu metni ihtivâ etmektedir. Her sayfasında 10 beyit verilen eserin sayfa altlarında nüsha farkları yer aldığı gibi, yazar yerine göre notlar ile dil ve edebiyata ait açıklamalarda da bulunmuştur. Ayrıca bazı kelimelerin anlamlarını yine sayfa altlarında vermiştir (Onan 1956).

İkinci olarak eserin aslı yanında, nesir ile bugünkü Türkçede veren bilim adamları vardır. Bu şekildeki neşirlerin ilki Prof. Dr. Hüseyin Ayan tarafından yapılmıştır (Ayan 1981; 2005). Hüseyin Ayan tarafından yapılan yayında eserin her sayfasında sekiz beyit verilmiş ve sayfa altlarında Leylâ vü Mecnun hikâyesi, günümüz dili ile nesre çevrilmiş şekilde yer almıştır. Ayrıca 444 sayfayı bulan eserin arkasına Leylâ vü Mecnun’un matbu nüshalarından en iyisinin seçilip konulması kitap için bir zenginlik olmuştur. Bu çalışmayı Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan’ın hazırladığı Leylâ ve Mecnun adlı eser takip etmiştir (Doğan 1996; 2000). Arkasında notların yer aldığı bu eserde Leylâ ve Mecnun nüshalarından alınmış 22 adet-sayfa minyatüre de yer verilmiştir. Eser 577 sayfayı bulmaktadır.

Üçüncü olarak eseri şiir şeklinde veren şair Sezai Karakoç ise, hikâyeyi serbest manzume olarak kaleme almıştır (Karakoç 1995).
Bütün bu yayınların yanında eserin Fuzûlî’den nesir olarak yapılmış aktarmaları da vardır. Bildiğimiz kadarı ile, Fuzûlî’nin eserine bağlı kalarak nesir şeklinde Leylâ ile Mecnun hikâyesini kaleme alan ilk yazar Süleyman Tevfik’tir. Süleyman Tevfik (1861-1939), Mabeyn-i Hümâyun katiplerinden Zorluzâde Hacı Hüsnü Efendinin oğludur. İyi bir tahsil görmüş, Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca öğrenmiş ve 1881 yılında Antep’te Fransızca öğretmeni olarak göreve başlamıştır. Halide Nusret Zorlutuna’nın amcası olan Süleyman Tevfik daha sonra Halep ve Selanik’te memuriyetlerde bulunmuştur. O, 1897 Türk-Yunan savaşına Sabah gazetesi muhabiri olarak katılmıştır. 1906 yılında Meclis-i Kebir-i Maârif azası olan Süleyman Tevfik Cumhuriyet döneminde Özzorluoğlu soyadını aldı; pek çok gazete ve derginin yönetimini üstlendi. Bildiği yabancı diller sayesinde Arapça, Fransızca ve Farsçadan tercümeler yaptı. Birçok eser kaleme alan Süleyman Tevfik’in millî eserlerimize yönelik çalışmaları da bulunmaktadır. Bunlar arasında Yunus Emre Divanı (Süleyman Tevfik 1937) ve Leylâ ile Mecnun (Süleyman Tevfik 1327) adlı eserleri önde gelen çalışmalarıdır.
Süleyman Tevfik’in diğer bir yönü masal kitapları ile halk hikâyeleri yazmış olmasıdır. Ayrıca bizzat içinde bir gazeteci olarak bulunduğu Türk-Yunan muharebesi ile ilgili müşâhedâtını Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye ve Yunan Muharebesi (Abdullah Zühdi ile, İstanbul 1897) adı ile yazmıştır. Bu muhabirliğin ve harpte bulunmanın bir verimi olarak görüp rastladıklarını Teselya’da Bir Cevelân ve Dört Aylık Seyâhatim adı altında 1898 yılında ayrı bir kitap hâlinde yayımlanmıştır.

Hemen her konuda eser veren yazarın yüz civarında eseri bulunmaktadır. Bunlar arasında çocuk edebiyatını ilgilendiren eserleri de vardır (Özzorluoğlu 1998: 8, 340). Süleyman Tevfik Leylâ ile Mecnun adlı eserini (1327/1909) yılında eski harflerle yayınlamıştır. 144 sayfayı bulan eserde konu Fuzûlî’nin, ancak anlatım orijinal olarak Süleyman Tevfik’indir. Süleyman Tevfik’in dili kısmen Servet-i Fünûn yazarlarının dilini andırır. Yazarın dili ağır olsa da, hikâyenin konusu bu ağırlığı hafifletir. Yazar pek çok yerde, özellikle şahıslar birbirleri ile karşılaştıkları zaman, sözü Fuzûlî’ye bırakır. Böylece Fuzûlî şiirleri ile ortaya çıkar. Ancak Süleyman Tevfik bu şiirleri bazen aynen aldığı gibi kimi zaman da kelimelerini değiştirir. Birkaç örnek verecek olursak
Fuzûli;
Hazerim ta‘neden ol gâyete yetmişdür kim
Yâra agyâr olup agyârım ile yâr olubam
Akl u sabr u dil ü dîn gitdi bihamdillâh kim
Sefer-i sâhil-i sevdâya sebükbâr olubam
* * *
Çarh tek bed-mihrlig resmini bünyâd eyledün
Yahşı adun var iken döndün yaman ad eyledün
Döne döne bizi gamnâk özgeni şâd eyledün
Hani ey zâlim bizümle ahd u peymân itdügün

derken; Süleyman Tevfik bu mısralardan bazılarını,

Hazerim ta‘n-ı ‘adûdan o kadardır kim
Yâra agyâr olup agyârım ile yâr oldum
Akl u sabr u dil ü ten gitdi, bihamdillâh kim
Sefer-i ‘aşkda ben hayli sebükbâr oldum
* * *
Çarh-veş bed-mihrlik resmini bünyâd eyledin
Nâmını gardınla şimdi pek yaman ad eyledin
Verdiğin sözden dönüp agyârı mı şâd eyledin
Hani ey zâlim bizimle ‘ahd ü peymân etdigin

şeklinde değiştirir. Yazar bunları anlaşılmak için yaparsa da eser dil bakımından yine de sade değildir.
Süleyman Tevfik Fuzûlî’den aldığı manzumelerde bu şekilde kelime değişikliklerine gitmesinin yanında, bazı şiirlerde Fuzûlî mahlasına da yer vermez. Ayrıca Fuzûlî’nin bazı şiirlerinden kimi beyitleri de çıkarır. Ancak devri için düşünüldüğü takdirde, yazarın kültür alanındaki bu hizmetini bir tarafa atmak mümkün değildir. Bir de Süleyman Tevfik Fuzûlî’nin eserinin başında yer alan kısımları atlayarak, eserini Mülevvah’ın çocuk sahibi olma gayretleri ve Kays’ın doğumu ile başlatır.
Türk kültür ve edebiyatında Fuzûlî’ye dayalı olarak bu kadar eser verilirken, Leylâ vü Mecnun’un asıl yazarı Nizâmî de unutulmuş değildir. Nizâmî’ye giden kollar da vardır. Yine Süleyman Tevfik’in yaptığı gibi Rusçuklu Ahmed Ağa adında bir zat, Nizâmî’nin eserini 1223/1808 yılında tercüme ederek nesir alanında Türkçeye kazandırmıştır.

Hikâye-i Leylâ ile Mecnun
Râviyân-ı ahbâr ve nâkılân-ı âsâr bu gûne rivâyet ve bu yüzden hikâyet iderler ki zamân-ı sâbıkda Arap vilâyeti kabilelerinden ‘Âmir dirler bir kabîle var idi diye eserine başlayan Rusçuklu Ahmet Ağanın eseri;
Hamd ü senâlar eyledi diyüp bu mahalde şeyh Nizâmî hamsinde Leylî vü Mecnun tercümesi tamâm oldu. Sene bin iki yüz yigirmi ikide Ahmed Ağa yazdı. Şevval sene 1223 şeklinde sona ermektedir (Kut 1989: 271). Bu bilgiye göre, eserin girişine bakılırsa Rusçuklu Ahmed Ağa hikâyede daha çok meddah havasında bir anlatıma yer vermiştir.

Türk edebiyatına bakınca Leylâ ile Mecnun Reşat Nuri Güntekin gibi bir yazarın eserine de isim olmuştur. Reşat Nuri’nin bu eseri 44 hikâyeden oluşan bir kitaptır (Reşat Nuri 1928). 300 sayfayı bulan eserin ilk hikâyesi Leylâ ile Mecnun adını taşımaktadır. Yazar bu hikâyesinde aşka düşmüş bir gencin durumunu ele almış ve onun bu dertten nasıl kurtulduğunu anlatmıştır. Yazara göre sevgili gözetlenerek onun yapmacık hâlleri dışında kendisinin asıl tavır ve ruh hâli izlenmiş, sevgili sanılan kadının kaba hâllerini gören Rıza adlı hikâye kahramanı sonunda bu aşkından vazgeçmiştir. Hikâyede bir paragraf da Leylâ ile Mecnun’a ayrılmıştır.

Cumhuriyet devrinde Leylâ ile Mecnun hikâyesinin Fuzûlî’ye dayanarak nesre çevirmeleri devam etmiştir. Bunların başında Vasfi Mahir Kocatürk gelmektedir (Kocatürk 1948). 93 sayfayı bulan eser, bazı atlamalara rağmen, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnun adlı eserinin nesirle verilmiş olanlar arasında en başarılısıdır. Vasfi Mahir neşrinde hiç manzumeye yer verilmemiştir.

Vasfi Mahir Kocatürk’ten sonra Leylâ ile Mecnun hikâyesi yazar Aziz Nesin tarafından kaleme alınmıştır (Nesin 1972). 82 sayfa olan bu eser kısa cümleleri ile dikkat çeker. Fuzûlî’nin eserinin baş kısımda 473 beyitte yer verdiği münacat, nat, kasideler ve sebeb-i telif gibi konular, Vasfi Mahir ve diğer neşirlerde olduğu gibi, bu eserde de yer almaz. Bu yayında dikkat çeken bir başka durum, yazarın Kays’ın adını Aslan olarak değiştirmesidir. Tabiî daha sonra Aslan, Leylâ’nın aşkı ile dağlara çıkınca Mecnun adını alacaktır. Aziz Nesin Fuzûlî’ye dayanarak ortaya koyduğu eserinde onun gazellerine yer vermez, ancak bunların yerine kendisi manzumeler yazar. Eserde, başlık olarak bazı bölümleri birleştirir, bazılarını da kısa kısa geçer. Hatta kimi bölümlerin yerlerini değiştirir, kimilerini de geçiştirir ve eserine almaz.Bundan iki yıl sonra ise Leylâ ile Mecnun hikâyesi Mithat Sertoğlu tarafından yeniden kaleme alınmıştır (Sertoğlu 1974: 27, 164).

Leylâ ile Mecnun hikâyesi yalnız yukarıda anlattığımız eserler değildir. Aziz Nesin’den 26 sene sonra İskender Pala, Leylâ ile Mecnun hikâyesini Fuzûlî’ye dayanarak yeniden kaleme almıştır. İskender Pala da, Aziz Nesin’de olduğu gibi Mülevvah’ın durumu ve Mecnun’un doğumuna kadar olan kısmı eserine almamıştır. Pala gerçekten bir boşluğu doldurmuş ve eserin kültür hayatımızda yeniden ele alınmasında önemli bir rol oynamıştır. İskender Pala 104 sayfayı bulan eserinde, çeşitli yazmalardan alınan 35 minyatüre de yer vermiştir. İskender Pala Vasfi Mahir’de olduğu gibi, 104 sayfayı bulan eserin içinde hiç manzume yokur. Ancak İskender Pala, kitabın sonunda biri Mecnun’un annesinin, üçü de Mecnun’un ağzından olmak üzere Fuzûlî’nin dört gazeline yer vermiştir (Pala 1998).

Prof. Dr. Kemal Yavuz
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi

Hareketli sarmaşık gül resmi

FERHAT İLE ŞİRİN

Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir’e suyu getir, Şirin’i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin’in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat’ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN !” seslenişleri yankılanır kayalarda.

kirmizikalp.gif

Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat’ın yanına.

Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.

         kanlikalp1

OLAY ÖRGÜSÜ
Bu halk hikâyesinin olay örgüsünün belirlenmesinde Nerin Köse’nin “Türk Halk Hikâyesi Kahramanın Biyografi Kalıbı” adlı incelemesinden yararlanılmıştır.

Şirin, hükümdar olan Mehmine Bânû’nun yeğenidir. (1): kahraman genellikle soylu bir ailenin oğlu veya kızıdır.
Ferhat, usta bir nakkaşın oğludur.(1): kahraman genellikle soylu bir ailenin oğlu veya kızıdır.
Mehmine Bânû Ferhat’la babasının işçiliğini o kadar beğenir ki diğer sarayın/köşkün işlemesini de ona yaptırmak ister.(3): kahramanın çocukluğu özellikle eğitimi hakkında bilgi verilir.
Ferhat dağı delmek için şehirden çıkar.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat dağı delmeye koyulur.(5-3): kahraman uzakta olduğu süre içinde bir meslek edinir veya kendi mesleğini icra eder.
Ferhat dağı delip suyu şehre getirir.(5-5): kahramanın memleketinden ayrılmasına zemin hazırlayan problemini genellikle halleder.
Ferhat dağı delince tekrar şehre geri döner.(6): kahraman bulunduğu yere geri döner.
Mehmine Bânû Ferhat’ı hapse atar.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat Allah’a dua eder duası kabul olur.(5-4): kahraman bir dev, canavar veya hükümdara karşı zafer kazanır.
Ferhat hapisten çıkar. .(5-5): kahramanın memleketinden ayrılmasına zemin hazırlayan problemini genellikle halleder.
Ferhat aşkı yüzünden dağlara çıkar.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat dağda kaldığı süre içinde hep şarkı söyler.
.(5-3): kahraman uzakta olduğu süre içinde bir meslek edinir veya kendi mesleğini icra eder.
Ferhat Hürmüz Şahla birlikte, Hürmüz Şahın ülkesine gider.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat, Hürmüz Şahla birlikte Mehmine Bânû’ya karşı savaşır ve kazanır. .(5-4): kahraman bir dev, canavar veya hükümdara karşı zafer kazanır.
Hüsrev Hürmüz Şahın oğludur.(1): kahraman genellikle soylu bir ailenin oğlu veya kızıdır.
Hüsrev, Ferhat ve Hürmüz Şahla birlikte Mehmine Bânû’ya karşı savaşır ve kazanır. .(5-4): kahraman bir dev, canavar veya hükümdara karşı zafer kazanır.
Ferhat ve Hüsrev, Mehmine Bânû’ya karşı zafer kazanır.(7): kendisine veya sevgilisine kötülük yapanlar başkası ya da kendisi tarafından cezalandırılır.
Şirin ablasının/teyzesinin yanından ayrılıp Ferhat’ın yanın gider.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat Hürmüz Şah için dağı delmeye gider.(4): kahraman herhangi bir sebepten bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalır.
Ferhat dağı delmeye koyulur.(5-3): kahraman uzakta olduğu süre içinde bir meslek edinir veya kendi mesleğini icra eder.
Ferhat’a Şirinin öldüğü söylenince Ferhat kendini öldürür.(5-6): kahraman genellikle evinden uzakta ölür.
Ferhat ölünce Şirin de kendini öldürür.(5-6): kahraman genellikle evinden uzakta ölür.
Hikâyenin konu kaynağı
Ferhat ile Şirin hikâyesi aslında Hüsrev ü Şirin mesnevisinin bir bölümüdür. Bilindiği gibi Hüsrev ü şirin’in konusu 6-7.asırlarda yaşamış meşhur Sasanî hükümdarı Hüsrev Perviz’in maceralı hayatı etrafında meydana gelen hadiselerdir. Bu konunun asıl kahramanları güzelliği ile ünlü Şirin ve Hüsrevdir. Ferhat hikayeye sonradan dâhil olmuştur. Hüsrev onu saf dışı eder bu yüzden Şirinle araları açılır sonra Hüsrev’in gönderdiği mektuplar sonucunda barışırlar. Hüsrev’in diğer hanımından olan oğlu Şiruye de Şirine âşıktır. Şirin’in kendisine kalması için Hüsrev’i zehirler. Hüsrev ölünce şirin de üzüntüden ölür.

Bir rivayete göre de Ferhat İran hükümranlığına karşı isyan etmiş kişilerden biridir. Bu yüzden ismi efsaneleşmiştir. Hikâyenin temelini oluşturan bazı tarihi ve dini özellikler 10. asırda Firdevsî’nin şehnâmesinde işlenmiştir.

İlk Nizamî’nin eserinde Ferhat sıradan bir taş ustalığı sınıfından çıkıp bir asilzâde olmuştur.

ŞAHIS KADROSU
Bu hikâyede iki bazen de üç kahramanlı yapı görülmektedir.

ANA KAHRAMANLAR
Ferhat: Ferhat asıl kahramandır. Şirine ulaşmaya çalışır. Esas işi nakkaşlıktır ama şirin için dağ delmektedir. Hikâyenin sonunda Şirine kavuşamaz.
Şirin: Esas ulaşılmak istenen kişi yani ödüldür. Ferhat’ı sever. Padişahın yeğenidir. Hikâyenin sonunda intihar eder.
Hüsrev: Hürmüz şahın oğludur. Şirin’e âşıktır. Hikâyenin sonunda ne olduğu hakkında bilgi verilmez.
YARDIMCI KAHRAMANLAR
· Mehmine Bânû: Şirin’in teyzesidir. Ferhat ile Şirin’i ayırmaya çalışır.

· Hürmüz Şah: Padişahtır. Ferhat ile Şirin’i önce birleştirmeye sonra ayırmaya çalışır.

· Behzad: Ferhat’ın babası.

DİĞER KAHRAMANLAR
Gülbeyaz
Şehmerd Ayyar
Azraka ve Tantana
Bahtikân
Hüsrev’in dadısı
Şepir, Şapur Hindî

ZAMAN
Hikâyede net bir zaman verilmemiştir. Anlatım olayların akışına göre yani kronolojiktir. Ferhat ile Şirin karşılaştıklarında Ferhat 15-16 Şirin ise 13-14 yaşlarındadırlar. Ferhat’ın dağı delmesi kimisinde kırk gün kimisinde bir yıl diye gösterilmiştir.

Belli bir tarih verilmemiştir. Zaman ifadeleri ise birkaç gün, belli bir süre, bir miktar, uzun bir süre, kısa zamanda gibi zaman ifadeleriyle doldurulmaya çalışılmıştır. Bunların dışında da pek zaman unsuruna rastlamıyoruz.

MEKÂN
Hikâyede genel manada pek mekân tasviri yapılmamıştır. Hikâyenin başında diyar-ı horasanda bir şehir olduğunu ve isminin diyar-ı ermen olduğunu söylemektedir. Hikâyede mekanların sıralanışı kısaca diyar-ı ermen, Mehmine Bânû’nun sarayı, dağ, zindan, orman, Hüsrev şahın sarayı, savaş meydanı, Hüsrev şahın ülkesindeki dağdır.

Hikâyede mekânların genellikle isimleri verilmektedir. Bu onun sözlü kültür ürünü olmasından ileri gelmektedir çünkü ayrıntılı mekân tasvirleri dinleyiciyi sıkar. O yüzden anlatıcı hızlıca o bölümleri geçer.

BAKIŞ AÇISI
Anlatıcı olayın akışına pek müdahale etmemiştir. Ama yine de her şeyi bilen bir yapı da çizmektedir. Kahramanların çocukluklarını, tasvirlerini hatta Ferhat’ın dağı delmesini bile “bir rivayete göre kırk gün, bir rivayete göre de bir yılda deldi” der ve o kısımları kısa keser. Tabiî bu anlatıcıya göre de değişir.

Onların yerine de âşıkların bir araya geldiği ve savaşılan kısımları uzun uzun anlatır. Bunun sebebi dinleyicinin anlatıcıya etkisidir. Âşıkların bir araya geldiği kısımlarda karşılıklı kah bir beyit gah bir şiir söylenir. Aynı şekilde birçok yer de kısa kesilmiştir.

ÜSLÛP
Hikâyeye mekânı anlatarak başlamıştır. Öncelikle kahramanların ailelerinden genel olarak bahsetmiştir. Anlatıcının kurduğu cümleler genellikle görülen geçmiş zaman şeklinde kurulmuştur. Bundan anlıyoruz ki anlatıcı her şeyi bilen bir bilge konumundadır. Cümleler çok uzunca kuruludur. Ara ara ise anlatımı renklendirmek için aşkla, kahramanlıkla, duayla ilgili beyitler veya şiirler okunmaktadır. Özellikle Ferhat ve Şirinin karşılıklı konuşmalarının çoğu aşkla ilgilidir.

Arada anlatıcı kahramanları konuşturur. Bu konuşma “Ferhat ayttı, Şirin ayttı” ya da “ ………” şeklinde didi belirtilmiştir. Kahramanların konuşmaları şiir şeklinde değilse mutlaka ahenkli ya da sanatlı bir şekildedir.

Anlatıcı bazı yerlerde kendi görüşlerini “gammaz cariye, nâ-murad Ferhat, bî- çâre şirin vs.” şeklinde dile getirmiştir. Bazen de kendi yerine kahramanları konuşturmuştur. Mesela, Hürmüz şah Ferhat’a “yiğidim….” Şeklinde konuşmalarda bulunmuştur.

İkinci bölümün başına anlatıcı “Ferhad ile Şirin’in ikinci bölümü beyan olunur raviyan-ı ahbâr ve nakılan-ı asar şöyle rivayet eder ki, …” diye bir kalıp sözle başlıyor.

Anlatıcı savaş meydanında Hüsrev’in cadılardan kurtulmak için İsm-i Azâm duası okuduğunu söylemekle o hikayenin içine dini motifin girdiğini de dinleyiciye göstermektedir. Genel itibarla en çok kullandığı motifler pîr, ağızdan ateş çıkma, rüya, ilk görüşte aşk, bayılma, yardımcı padişah, intihar, âşıkların mezarlarının yan yana olması, dua-namaz, sihir-büyü ve kırk motifidir. Hikâyeyi anlatıcı seyircileri eğleneceği şekilde süsleyip, tasvirlerden arındırarak anlatmıştır. Hikâyede Ferhat ikinci defa dağı delmek zorunda bırakılıyor. Bu da büyük ihtimal anlatıcının hikâyeyi süslemek için yaptığı şeylerden birisidir.

MESAJLAR VE FİKİRLER
Hikâyede Mehmine Bânû yeğenini bir nakkaşa vermek istemez. Bu bir çatışmadır. Sonuç olarak da evlenemezler. Bu davul bile dengi dengine deyimiyle aynı şeydir. Fakir birisi zenginle evlenemez çünkü sınıf farkı vardır. Bunun anlatıldığı bir hikâyedir.

Ferhat aşkı yüzünden çok sıkıntı çeker, Şirin ise hep Ferhat’ı bekler durur. Bundan çıkarılacak ders erkeğin sabırlı kızın ise sadık olması gerektiğidir.

İki âşık kahraman arasındaki aşk gerçek âşığın nasıl olması gerektiğini anlatır. Sevgililer birbirlerini o kadar sevmelidirler ki gah Ferhat gibi yari görünce bayılmalı gah Şirin gibi araya ölümün girmesine izin verilmelidir.

İnsanın ne olursa olsun yalan söylememesi gerektiği çünkü müspet bir sonuç alınamayacağı öğütlenir. Nitekim Hürmüz şah Ferhat’tan kurtulsa bile Şirini oğluyla evlendirememiştir.

Dini mesaj olarak da namaz kılmak ve dua etmek gerektiği vurgulanır. Ferhat zindanda namaz kılıp dua ve kurtulur. Hüsrev sihirlerden dua ile kurtulur. Dua etmek ve namaz kılmak iyidir gibi bir mesaj veriliyor.

Temiz kalpli olana Allah’ın yardım edeceği öğütleniyor. Hikâyede görülen pîrler de bunun alametidir.

Dağı delmekle kastedilen eğer gerçekten âşık ve temiz kalpliyse Allah’ın ona yardım edeceği, onun da bu yardımla dağları bile deleceği öğütleniyor.

Bir şeyin çok istenirse ve o uğurda çok çaba harcanırsa ona bir yardımcı gelir. Ferhat’a Hürmüz şahın yardım etmesi gibi yalnız bu bile doğanın değişmez yasalarına karşı işe yaramaz çünkü Ferhat ile Şirin öldükten sonra bile kavuşamazlar. Araya karaçalı girer.

Hareketli sarmaşık gül resmi

 

PosterIcon KEREM & ASLI

 
13

İranın çok meşhur beldesi İsfahan’da adil, iyi yürekli bir padişah yaşardı. Çok zengin, rahat yaşayan ama bir türlü evlat saadetini tadamayan bir padişahtı. Ne tesadüftür ki emrinde çalışan bir Keşiş de aynı özlemi duymakda idi. Padişahın aklına bu keşiş gelince, padişahın derdine ortak olması için onu emretti. Ve uzun uzun sohbet ettiler. Keşiş padişaha “eğer bir saray yaptırır içini bahçesini süslerseniz bütün zamanınızı burada geçirir acınızı unutursunuz” deyince, padişah kısa bir sürede bu planı gerçekleştirdi. Bir gün Keşişin karısı ve hanım sultan saraydaki eğlenceyi ziyarete giderken karşılarına nur yüzlü bir ihtiyar çıkar, hanım sultana bir elma, Keşiş’in karısana bir ayva fidesi verir. Ve bunları ekmelerini ister. Hanım sultan da, Keşiş’in karısı da fidanlara kendi elleri ile bakar, büyütürler. Ancak iki ağaç da büyüdüklerinde meyve vermezler. Hanım sultan birgün rüyasında yine o nur yüzlü ihtiyarı görür. Ve bu çocuk dileği için yalvarır. Yaşlı adam ona ağacın elma verdiğini, bu dileği için bu meyveyi yemesini söyler. Hanım sultan Keşiş’in karısına haber verir ve ağaçlarının yanlarına giderler. Hanım sultanın elma ağacı bir elma vermiştir. Ancak Keşiş’in karısının ağacında meyve yoktur. Hanım sultan elmasını ortadan ikiye böler ve yarısını Keşiş’in karısına verir. Buna karşılık çocukları olduğunda birinin kızı diğerinin oğlu ile evlenecek diye söz verdiler. Ve daha sonra ikisi de hamile kaldı. Padişahın oğlu, Keşiş’in bir kızı olur. Kızın adı “Kara Sultan” Oğlanın adı “Ahmet Mirza Bey” olur. Fakat ters giden bir şeyler olur. Keşiş bey birgün uyurken izmeye dalar ve “Bu kadar güzel bir kızı nden padişahın oğluna vereyimki?” diye söylenir. Ve bu fikrini karısına açıklar. Karısı ise “Ama Beyim biz hamile kalmadan önce çocuklarımızı birbirleri ile evlendireceğinimize yemin ettik” dedi. Keşiş bunun üzerine etrafa kızının öldüğü haberlerini yayar. Bu haber padişahın kulağına gidince padişah Keşiş’i huzuruna çağırır.
Padişah:
“Keşiş bu söylenenler doğru mu?”
Keşiş çaresiz ifadesi vererek;
Maalesef doğru kızım öldü diyerek padişahı kandırır. Daha sonra da kızını ve eşini alan Keşiş, Isfahan’a 3 gün uzaklıktaki “Zengi” köyüne yerleşirler. Bu zamanda da padişahın oğlu Mirza Bey 4 yaşına girmiş, mektebe başlamıştı. Yanında da Sofi adında çok zeki bir arkadaşı vardı. Seneler sonra Sofi ve Mirza Bey 12–13 yaşlarına basmışlardı. Sofi Mirza Bey’e bir teklifte bulunmuştu;
“Bak Mirza Bey baban çok zengin, serveti dünyayı alır! Ama bizde birdaha Genç olmayacağız, genç olduk, hadi gel avavlayalım” dedi.
Mirza Bey Sofi’nin bu sözleri üzerine avlanmaya, yiğitliğe talim etmeye gittiler. Mirza bey bir gece rüyasında “Kara Sultan”ın elinden şerbet içtiğini görür. Kalbi ve yüreği cehennem gibiydi. Daha sonra büyük bir heyecanla uyandı. Yalnız kimin elindne şerbet içtiğini bilmiyordu. Fakat kızın siması aklında kalmıştı.
Bir sabah Mirza Bey babasından izin alarak sofi ile birlikte “Zengi” köyüne gezmeye gittiler. Orada Keşiş’in evine misafir oldular, ikramlar yediler. Artık mirza Bey hep o taraflara av yapmaya gidiyordu. Birgün kolunda şahini ile yine gelmişti. O gün sarayın camının yanında gergef yapan bir kız gördü. Yanına yaklaştğı, dikkatlice baktıktan sonra bu kızın rüyasında gördüğü kız olduğunu anlayınca yanına yaklaştı ve:
Başı yastık göre mi?
Gözü dilber görenin?
Gözüne uyku girer mi?
Zülfüne berdar olanın?
Mirza Bey bunları söyledikten sonra kızı kendine doğru çekti, kızı öptü ve:
“Söyle güzel kız sen hangi bahçenin sümbülüsün?”
Deyince kız:
“Isfahanlı babam keşiş idi. Kerem eyle bırak beni! Babam görmesin!
Delikanlı:
“Aslı nedir? Salıvereyim!
Kız:
“Kerem eyle bırak beni!
Ddikten sonra Mirza beyin aklına bir şey geldi. Benim adım Kerem, senin adın Aslı olacak bundan böyle birbirimizi böyle çağıracağı! Bunun üzerine keşişin kızı Kerem’e bakarak:
“Kabul ediyorum” dedi. Keremde kızı bıraktı. Daha sonra Aslının işlediği gergefin üzerinde bulunan oyalı tülbenti aldı. Ve sofiyi bularak beraber Isfahan’a döndüler. Eve geldiğinde babası Keremi bitkin gördü ve ona ne olduğunu sordu, fakat Kerem’in ağzından tek laf bile alamadı. Padişah birkaç gün sonra Kerem’i tekrar çağırdı ve ona sordu. Kerem’de babasında bir saz istedi. Derdini böyle anlatacaktı. Babası sazı getirdi. Kerem durumunu anlatan bir türkü çaldı;
Keşiş bahçesinde bir güzel gördüm,
Aklım başımdan aldı ne çare?
Taramış zülfünü, dökmüş yüzüne,
Serimi sevdaya çaldı ne çare?
Babası oğlunun dediklerinden hiçbirşey anlamamıştı. Oğluna tam olarak anlayamadığını söyleyince, Kerem boynunu bğkerek odadan çıktı. Padişah haftalarca oğlunun derdini anlamak için çare arıyordu ama bulamamıştı. Bunun üzerine padişah birilerini bulup ondan derdini öğrenmesini istedi. Çirkin bir kadın Kerem’i Keşiş’in baheçsinde Aslı’ya bakarken görünce hemen padişaha söyledi. Bunu duyan padişah hemen Keşiş’i yanına çağırıdı ve nedne yalan söylediğini sordu. Keşiş’i kızını vermesi için ikna etti. Bunun üzerine Keşiş padişahtan 5 ay süre istedi. Padişahda “sana 5 ay veririm ama sana yüzük vereceğim, onunla kızını oğluma nişanla dedi. Keşiş bunu kabul etti. Bu nişanlanma olaylarını duayn Sofi hemen Kerem’e haber verdi. Kerem’in günleri sefa ve zevk içinde geçiyordu. Fakat aradan bir süre geçtikten sonra Aslıyı yine özlemeye başladı. Bu durumunu babasına anlattı. Oğlunun bu dert yanışı babasını çok üzmüştü. Padişah Kerem’e: “Oğlum ben Keşiş’e 5 ay izin verdim. Süre bugün doluyor” dedi ve düğün hazırlıklarına başlandı. Keşiş’de 5 ay dolduğu için “Zengi” köyünden kaçmaya karar verdi. O gün Padişah büük bir kafileyi Aslı’yı alamk için Zengi köyüne gönderdi. Orada da birkaç insan topluluğu kafileye doğru geliyordu. Kerem onlara neler olduğunu sordu. Bunu üzerine ihtiyardan şu yanıtı aldı: “Bizim burada bir Keşiş otururdu, onlar gece gittiler. Bizde bir şey olacak herhalde die gidiyoruz” dedi. Kerem ağlamaya başladı. Daha sonra hemen aslı ile buluştukları bahçeye gider ve oradan geçen bir kızı Aslı’ya benzetir ve türkü söylemeye başlar. Onu duyan kız “Ey âşık! Beni kime benzettin?”
Kerem cevap verir:
“Seni Aslı Han’ıma benzettim” dedi.
Bunun üzerine kız Kerem’e:
“Aslı Hanımanne ve babasıyla birlikte Hoy’a kaçtılar” dedi. Kerem bu sözün üzerine çok sevindi. Ve bir türkü söyledi. Keşişlerin kaçtığı haberi padişahın kulağına gidince kızdı ve Zengi köyüne geldi. Ama onları bulamadı. Hemen Kerem’in yanına gitti ve “Ey oğlum bu halin ne?” diye sordu. Kerem’i alarak Isfahan’a döndü. Kerem babasına Aslı Han’ın arkasından gitmek istediğini söyledi. Babası da engel olmadı. Arkadaşı Sofi ile yola koyuldular ve Zengi köyüne geldiler. Köyde gezinen bir kıza keşiş’i soru ve Hoy’a gittiklerini öğrendi. Oradan sonra Hoy’a vardılar. Bir kahvedekilere Keşiş’i sordular ve onun birkaç gün önce Suşi’ye gittiklerini öğrendi. Kerem bu şekilde Aslının peşinden gidiyordu. Her gittiği yerde ondan saz çalması isteniyordu. Bu şekilde Suşi’den sonra Gence, Revan, Acuz, Çıldır, Şerki, Kelbe’ye gittiler. Kelbede de aldıkları üzücü haber onların 3 ay önce Kars’a gitmiş olmalarıydı. Daha sonra Kars’a vardılar ve Keşiş’i sordular. Kahvedekiler ondan bir şarkı söylemesini istedi. Ve bunun sonucunda onların Oltu’ya gittiklerini öğrendiler. Oltudan sonra: Narmana, Beyazıt ve Beyat’a gittiğini öğrendi. Beyat’dan aldıkları haberde onların 4 Gün önce Van’a gitmeleriydi İkisi birlikte Van’a giderken yolda 40 haramiler ile karşılaştılar. Haramiler onları aramka istedi. Kerem de “Ağalar ben Acem Şah’ın oğluyum, şimdi gurbete düştüm rica etsemde sılaya gitsem?” dedi. Haramiler ona “Ey âşık Allah selamet etsin diyerek yol vermeden önce türkü istediler. Türküyü duyanlar “aferin” dedi, Kerem’de Keşiş’i sordu ve türkü karşılığında Tiflis’e gittiklerini öğrendi ve yola koyuldu. Tiflis’e geldiler ve kahvedekilerden türkü karşılığında Ahlât’a gittiğiklerini öğrendi. Bu şekilde Nemrut dağını geçerek Ahlât’a geldiler. Oradan Velhasıl dağı, Muş ovası, Muş, Çanlı kiliseyi gezdiler ve aradılar. Çanlı Kiliseden gelin kızlar çıkıyordu. Kerem o kızı Aslı’ya benzetti. Ve yine türkü söyledi, saz çaldı. Sonra oradan Malazgirt’i öğrendi. Karşılarına Murat ırmağı çıktı. Irmak çok delicoş akıyordu. Kerem’in türküsü ile yavaşladı ve geçtiler. Oradan Malazgirt’e geldiler. Kahvede saz çalanlar vadı. Beraber saz çaldılar. Kerem’i çok alkışladılar. Neyse oradan Pasin ovası, Uzun Ahmed, Hasan Kalesi, Çoban köprüsünü gezdiler. Orada dalgacı bir adam vardı. “Ben Keşiş’im” diye dalga geçiyordu. Kerem’i görünce bu dalgacı bir tabuta girdi. Kerem’e adam öldü, namazını kılalım diye şaka yaptılar. Kerem adamın öldüğüne inandı. Aslında şaka idi. Namazdan sonra şaka olduğunu söylemek için tabudu açtılar ve adamı ölü buldular. Cenab-ı Hak dalgasının cezasını vermişti.
Neyse Kerem ve Sofi yollarına devam ettiler. Gümüşlü Kümbet, Hadım Pınar geçildi. Orada Kerem giysi yıkayan kızlar gördü ve Aslı’dan kalan tülbenti çıkartarak yıkaması için onlara verdi. Daha sonra da Laleli Dağına çıktılar. Hava çok bozmuştu. Fırtınalar koptu 3 gün 3 gece orada kaldılar. Üçüncü gecede nur yüzlü bir adam geldi. Ve onları atının arkasına alarak onları bir çırpıda Erzurum’a götürdü. Meğer o adam Hızır Aleyhisselam imiş. Orada bir konakta kaldılar. İkramlar gördüler. Kerem sazı eline alarak türkü söyledi. Sonra ağlamaya başladı. Sofi’ye neden ağladığını sordular. Sofi anlattı. Sabaha Yola çıktılar. Gezerlerken bir hamam gördüler. Cafer Ağa hamamı imiş. Oradan çıkan kadınların arasında Aslı’yı gördü ve hemen türkü söylemey başladı. Bunu duyan Aslı Kerem’i gördü ve Hemen eve koştu anasına haber verdi. Anası Keşiş’e haber verince yola çıktılar. Kerem ağlamaya başladı. Sonra sokaktaki çocuklara Keşiş’i sordular ve Mancunlar mahallesine giderlerken yol 3’e ayrıldı. Ortadan girdiler. Günlerce yol gittiler. Eşen Kalesine vardılar. Khevde oturdular. Oradan sonra Vabrik, Tercan, Çinci beli, Erzincan aşıldı. Kerem Erzincan’lılardan Keşiş’in Sarılar’a gittiğini öğrendi. Yolları bir geldi. Nuh Aleyhisselam’ın Nuh gemisinin oturduğu yere geldiler. Yerde bir kuru kafa gören Kerem kuru kafa ile konuşmaya başladı. Sofi şaşkınca Kerem’i izliyordu. Neyse sonra Eşkat’a vardılar, Engürü’ye gittiler. Kerem bir mezarlıkda ağlayan kız gördü. Kızla konuştu. Ölenin sevgilisi olduğunu anladı. Yola koyuldular. Kahveye geldi. Türkü söyledi. Sonra Ayaş’a gittiler. Yol viran olmuştu. Kerem viran olmuş yolla söyleşti. Sofi adeta olanlara şaşıyordu. Ayaşlılar Keşiş’in Zile’ye gittiğini söyledi. Tekrar yollara düştüler…
Yeniden yollara düştükten sonra Kızılırmak’a vardılar. Nehir delicoş akıyordu. Ama Kerem’in türküsü ile duruldu. Onlarda geçtiler. Zile’ye vardılar. Hanın sahibi onları içeri almadı gitti. Onlarda kapıyı kırdı. Kapıyı yakarak ısındılar. Sonra Sivas’a gittiler. Oradan da doğruca Kayseri’ye vardılar. Kerem bir cenaze gördü ve türkü söyledi. Bunu Duyan imam Kerem’e çok kızdı. Neyse onlarda oradan Keşiş’in kaldığı eve geldiler. Aslı bahçede geziyordu. Kerem hemen yanına gitti. Kendini tanıtmadı ve “ben dişçi kadına gelmiştim dedi” Aslı onu içeri aldı. Anasına söyledi ve Kerem Aslı’nın dizine yatarak ağzını açtı. Anası sordu “Hangi dişin?” Kerem gösterdi fakat o diş değildi. Öyle böyle bütün dişlerini çektirdi. Ağzı kan dolmuştuç Cebinden Aslı’dan kalan eşarbı çıkartarak ağzına tuttu. Tülbenti tanıyan Aslı “Bu Kerem!” dire bağırdı. Anası hemen Keşiş’e haber vermeye gitti. Kerem o an hemen türkü söylemeye başladı ve sazdan başını kaldırınca Aslı’nın onu dinlediğini gördü. Aslı onu hemen dışarı çıkartmaya çalışırken Kerem’in ayağı kapıya sıkıştı ve kanamaya başladı. O sırada Kerem Tanrıya “Ey rabbim şu kızı bana âşık et” dedi. Tam o sırada isteği kabul olundu. Aslı kapıyı açıp hemen Kerem’e sarıldı. Aslı Kerem’e:
“Hadi git buradan babam gelirse seni öldürdür, gece gel, beni al!” Kerem oradan çıkıp kahveye gider. Gece olunca Aslının evine gider. Saz çalmaya başlar. Babası onu duyar ve yanında ki adamlarla Kerem’i yakalamak isterler. Kerem kaçıp gizlernir. Sonra tekrar pencereye çıkar. Tekrar çağırırken onu tutuklarlar. Hapse atarlar. Kerem’in aklı başından gitti. Dili tutuldu. Kadıyı, müftüyü çağırdılar. “Baksanıza Keşiş’in evine bir adam girmiş, öldürelim mi?” Müftü izin vermedi. Sonra Kerem’in dili açıldı. Türkü söylemeye başladı. Kerem’in dilinin açıldığını beye haber verirler. Bey Kerem’i yanına çağırır. Kerem başlar türkü söylemeye. Bey kızmaya başlar. Kerem onu dinlemeden tekrar söyler. Bey yine kızar. Amire dönüp idam fetvasını ister. Hâkim izin veremem, bunların aslı var dedi ve yerinden kalkıp Harem’ine geçti. Meğer beyin Hasene adında kız kardeşi varmış. Beyin halini görünce halini sordu. O da Kerem’i öldürmesini istedi. Karşılığında 15 kese altın verecekti. Çünkü kadı, müftü öldürülmesine izin vermiyordu. Hasene bunu kabul etti. O sırada da Kadı Kerem’ döndü. “Bak oğlum buradan kaç sana zulm edip öldürecekler” Kerem bu sözleri duymadı bile ve saz çalmaya başladı. Hâkim Kerem’e sordu: “Oğlum senin bu kızla alakan var mı? Nişanlı mısınız?” dedi. Eğer nişanlı değilseniz 2 şahit bul seni şu Aslı ile nişanlayalım” dedi. Kerem hemen Sofi’yi çağırdı. Hâkim mesele’yi sofi’ye sordu. Sofi’de anlattı. O sıralarda da Hasene Hanım 40 tane gülcülerden kız alıp her birine kıyafet giydirdi. Sonra onları büyük bir bahçeye soktu. Ve Kerem’i çağırdı. Kerem içlerinden Aslı’yı görünce gözünü ondan ayırmadı. Zaten başka bir kıza baksaydı, Hasene Hanım onu öldürecekti. Kerem gözünü ondan ayırmayınca o da Kerem’in gerçekten Hak aşığı olduğunu anladı. Hasene Hanım bu aşkı anlayınca Aslı’yı ondan sakladılar. Hasene Hanım Kerem’den türkü söylemesini istedi. Kerem hep Aslı’ya hitap eden türküler söylüyordu. Hasene Hanım kızdı ve kendisine hitap eden bir türkü söylemesini istedi. Kerem yine Aslı’ya söyledi. Bu sefer Hasene Hanım sordu:
“Kerem ben ne derim, sen ne dersin? Sana hemen Aslı’yı alıvereyim” dedi. Kerem:
“Ya Rab, sana şükürler olsun” dedi. Hasene hanım bu türkülerden onun gerçek bir âşık olduğunu anladı. Ve:
“Senin gerçekten âşık olduğunun isbatı var mı?” dedi. Kerem’de:
“Bak ben bir türkü söyleyeyim, eğer Aslı’nın her yönünden söz etmezsem beni öldür” dedi. Ve türküsüne başladı:
Bir hali diyor merde mert cengi
Bir hali dövüyor cümle frengi
Bir hali bozulmaz hiç onun rengi
Bir şulesi halka yetişir…
Hasene Hanım baktı ki bu türkü tam Aslı’yı anlatır, hemen herşeyi beye anlatır:
“Bu kızı Kerem’e verelim, eğer vermezsek, Kerem’in ahı bizi yakar”
Bey bu sözleri duyunca hemen Keşiş’in yanına gider ve:
“Kızını Kerem’e ver, eğer vermezsen seni öldürürüm” dedi.
Bu olanları Keşiş karısına anlattı. Ve o gece Kayseri’den kaçtılar. Sabah onları bulamadılar. Bir kişi onların Tekke’ye doğru gittiğini söyledi. Kerem çok üzüldü ve beyin ayağına kapanarak; “Aman beyim ben böyle olacağını bilirdim. Allahaısmarladık” diyerek yola koyuldular. Tekke’ye ulaştılar. Oradan Karapınar’a geçtiler. Sonra Haleb yoluna düştüler. Keşiş’de Haleb’de ermeni evine girdi. Halebli ermeni onun başka biri olduğunu anladı. Ermeni Keşiş’e burad ne aradığını sordu. Keşiş başından geçen herşeyi anlattı. Halebli Ermeni de: “O halde Kerem buraya gelmeden kızını evlendir” Bu sırada da Aslı Han babasına feryad ediyordu. Kerem ve Sofi’de Haleb’e geldiler. Burada Kerem hanın sahibi Külhan Beyine başından geçenleri anlattı. Külhanbeyi Kerem’i Aslı’ya alacağına söz verdi. Bir koca karı tuttu. Onu Aslı Han’ın yanına gönderdi. Koca karı Aslı Han’a: “Kerem’in yanına gitmek ister misin?” deyince Aslı hemen kalktı. Külhanbey’de Kerem’e haber verdi. Koca Karı’da Aslı Han’a:
“Git anandan Haleb’i gezeceğiz diye izin al” dedi. Anası da “tamam ama sakın geç kalma” dedi. Sonra Külhanbeyi Kerem’i Aslı ile buluşacağı Kümbet’e götürdü. Orada Kerem’i gören Haleb paşası onu zindana attırdı. Kerem’i zindan’a türkü söylerken duyan paşa ona kendini tanıttı ve Aslı Han’a şu anda düğün yapıldığını söyledi. Kerem’de: “Bana güzel bir at, silah ve hizmetkâr ver Aslı kiliseden çıkarken beni görsün” dedi. Paşa isteklerini yaptı. Ertesi gün Kerem kilisenin oraya gitti. Paşa arkadan adamlar gönderdi. Kerem Aslı’yı görünce türkü söylemeye başladı. Onu gören Aslı hemen yolunu değiştirdi. Sonra adamlar kızı hemen örtüp konağa getirdiler. Keşiş’in dostları Keşiş’e haber verince Kerem’den kurtuluş olmadığını anladı. Keşiş’in aklına bir fikir geldi. Kızını Kerem’e vereceğini, fakat ilk gecelerinin elbisesini kendisi dikeceğini söyledi. Kerem ve Aslı çok sevindi. Keşiş evde sihirli, büyülü bir fistan dikti. Kerem yanına gelince fistanın düğmelerini elleri ile çözecekti. Neyse 40 gün 40 gece düğün yaptılar. Sonra Aslı ile Kerem evlerine gittiler. O gece Kerem namazını kıldıktan sonra Aslı fistanını giydi ve Kerem’in yanına geldi. Kerem’den bu düğmeleri çözmesini istedi. Kerem tam söktü 2 tanesi kaldı ki düğmeler tekrar kapandı. Kerem elleri ile tekrar denedi. Sürekli kapanıyordu düğmeler. Artık uğraşmaktan tan yeri ağarmıştı. Kerem düğmeleri nasıl çözeceğini düşünüyordu. Tekrar denerken en sonunda kocaman bir “Ah” çekti. Ve Kerem’in ağzından çıkan ateş ile birden bire Kerem cayır cayır yanmaya başladı. Külleri yere döküldü. Aslı ağlamaya başladı. Ve hemen annesine haber verdi. Annesi de kızım bu senin sevinecek günündür deyince Aslı annesine Kerem’in küllerini gösterdi. Annesi de çok şaşırdı. Sonra Paşa Aslı Han’ı sorguya çekti. Olayların Keşiş’in yaptığı anlaşıldı. Keşiş öldürüldü. Aslı 40 gün Kerem’in küllerinin başında bekledi. Sonra saçlarını süpürge ederek silerken küllerin içinde kalan ateş ile Aslı’da kül oldu. İkisinin külleri birbirine karıştı. Bunu görenler Paşa’ya haber verdiler. Paşa’da Aslı’nın annesini türlü eziyetlerle öldürdü. Daha sonra ki günde Sofi’ye düğün yaptılar. 40 gün 40 gece düğün oldu. Aslı ve Kerem dünyada kavuşamadılar ama şu an cennete düğünleri olsa gerek…

Hareketli sarmaşık gül resmi

TAHİR İLE ZÜHRE

12800rose0042ooby1cr5

Gecmis zamanda ve eski günlerde Zengin ve söhretli bir Padisah varmis, mali, mülkü, askeri, kisaca herseyi varmis .. Ancak cocugu olmuyormus. Doktorlara gitmis, derdine care bulamamistir. Bunlardan fayda göremeyince, kendisini eglenceye verip, yaptirdigi Bahceye gidip gelmeye baslar. Bir gün veziri ile carsida dolasmaya cikar, “her kim bana altin verirse, tanri onun muradini versin” diyen bir dilenciye para verir. Oradan ayrilip bahceye dogru giderler, ve bir agacin altina otururlar.
Ileride bir agacin altinda yasli bir Dervis görürler, onun yanina giderler, Dervis, “marifetlerim vardir” deyince, Padisah gönlünden geceni bilmesini ister. Derviste Padisah ve Vezirin cocugunun olmadigini, evlat istediklerini bilir. Bunun üzerine dervisten yardim isterler, Derviste cebinden bir elma cikarir ve ikiye böler. Bu elmalari yerlerse cocuklari oacagini, padisahin kizi ve vezirin oglu olacagini, ama onlari ayirmamalarini, evlendirmelerini söyler. Padisahta, vezirde cok sevinir. Aksam elmayi yerler, ve dokuz ay on gün sonra padisahin kizi, vezirinde oglu gelir dünyaya. Kizin adini Zühre, oglanin adini Tahir koyarlar.

Tahir ile Zühre birlikte büyürler. En taninmis hocalardan ders alirlar, ve cok zeki olduklarindan herseyi ögrenirler. Fakat on yasinda Zühre´nin gönlü Tahir´e düser ve uyurken Tahiri öper. Tahir cok kizar, cünki kardes olduklarini sanir. Birgün Zühre Tahiri yine öper ve Tahir´de Zühreyi döver. Zühre okadar üzülürki, Allah´a “Allahim, benim sevgimin yarisini Tahire ver” diye dua eder. Tahirde Zühreye asik olur. Bu sefer Zühre kendini naz´a ceker. Ancak kardes olmadiklarini ögrenen Tahir ile Zühre günden güne birbirine daha cok baglanirlar. Sazlarini alip bir birlerine Türkü söylerler.

Bunlari gören Arap Köle, padisahin karisina söyler, Padisah kizini Tahir´le evlendirmenin zamani geldigini söyler. Ancak karisi kizinin padisah ogluyla evlenmesini istemektedir. Padisah kendi gözleri ile asiklari görmek ister, ve görünce evlendirmeye karar verir. Bu arada Tahir rüyasinda iki kara köpegin kendisine saldirdigini görür ve rüyasi cikar. Padisahin karisi, padisaha sihirbaz cadinin yaptigi serbeti icirince, padisah Tahirden sogur ve onu saraydan kovar. Aski ile yanip tutusan Tahir, Zührenin köskünün önüne gelerek sitem dolu türküler söyler. Zührede olaylari dadisindan ögrenir ve her seyi Tahire aciklar.
Arap köle bunlari görünce yine padisaha haber verir. Bu sefer Padisah onu Mardin´e sürer. Mardinde yedi yil kalan Tahir Allaha dua eder, ve onu zindandan kurtarmasini ister.
Duasi kabul olur, Zindanin acilan kapisindan siyah atiyla Hizir gelir, ve onu atina alip, o uyurken Zührenin köskünün önüne birakir.
Zühre Tahiri dadisina gönderir. O günden sonra, her gece gizli gizli bulusup zevk ve sefa eylerler. Fakat bir gün rüyasinda Tahir, kara köpeklerin yine etrafini sardigini görür, rüyasi yine cikar, cünki Arap köle onlari yine görmüstür. Bunu Padisaha haber verir ve Tahir, üstü acik bir Sanikla Sat suyuna birakilir. Sat suyunun kenarindada Göl padisahinin Sarayi vardir. Zühre bunu bildigi icin Göl padisahinin kizina mektup yazar ve göl padisahinin kizlari Tahiri bulurlar.
Göl padisahinin 3 kizida Tahiri sevmektedir ve bir gün onu paylasamadiklari icin kavga ederken, Tahir bunlari duyar ve kacar.

Bir cesme basinda dua eder ve uyur. At sesiyle uyaninca yaninda bir Dervis görür. Yine ata biner ve gözlerini kapatir. Dervis “ac” dedigi zaman Tahir kendisini Zührenin köskü önünde bulur. Dadisina gider, dertlesirler.
Bir gün Davul Zurna sesleri duyar ve dadisindan Zührenin evlenecegini ögrenir. Kadin esvabi giyer ve dügüne gider. Kendini Zühreye tanitir. Ertesi gün Zühre ile anlasirlar, Hamama gitmek icin cikip kacmaya karar verirler. Ancak Arap kölede kadin kiligina girmis ve onlari görmüstür. Arap köle durumu padisaha haber verir, Padisah Tahiri yakalatir, Mecliste onu ve kizini anmadan üc hane türü söylerse affedecegini söyler.

Tahir iki haneyi söyler, fakat ücüncü hanede Zührenin iceri girdigini görür ve onun ismini kullanir, padisahta onun boynunu vurdurmaya karar verir.
Cellat Tahirin boyunun vurmadan önce, Tahir namaz kilip, Allah´a ruhunu almasi icin dua eder ve hemen ölür. Bunu gören Zühre aklini kacirir. Hekimler care bulamaz, hatta Tahirin etini yedirmeye kalkarlar, ama dadisindan bunu ögrenen Zühre cok kizar, Tahirin mezarina gider.
Allah´a ruhunu almasi icin dua eder ve ölür.

Mezara gelen Arap kölede Zühreye asik oldugu icin kendini hancere öldürür, Padisah kizini Tahire vermedigi icin pisman olur, ama is isten gecmistir coktan.
Bir süre sonra asiklara mezar yapilir, Arap kölede basuclarina gömülür, oradan gecenler Zührenin mezarinda beyaz bir gül fidani, Tahir´in üzerinde ide bir kirmizi gül fidani görürler, Arabin mezarinda da kara bir cali bitmistir.

Her sene asiklar baltalarla o caliyi keserler, ancak calinin yine bittigini görürler.
Ziyaretgah olan mezari asiklar ve bagri yaniklar sürekli ziyaret ederler …

Hareketli sarmaşık gül resmi

ARZU İLE KAMBER

Hareketli sarmaşık gül resmi

ARZU İLE KAMBER

Bundan asırlar önce Anadolu’nun değil de Suriye taraflarından bir köyde bir fakir Kamber yaşarmış. Babası ölüp yetim köye Daraz Beyleri köyünden gelin gelmiş olan garip anası ile köyde biçare kalmışlar. Köyde bulunan ve babasının dayısının bolca olan koyunlarını güdermiş. Adam Kamber’i çok sever ve üç tane kızı olan adam yeğeninin oğlu olan ve babası öldükten sonra ona emanet kalan Kamber’e “Oğlum benim koyunlarımı güt, ben başka bir yabancı çoban tutmayayım, sen de kızlarımdan hangisini beğenirsen onu sana nikâhlayayım” demiş.

Bir müddet bu işi yapan Kamber’in bu arada annesi de vefat etmiş. Kamber tek başına yapa yalnız kalıvermiş koca köyde. Dayısının koyunlarını güdüyor, gününü gün ediyormuş ama çok da güzel bir karayağız delikanlı imiş Kamber. Bu köyde bir de güzelliği dillere destan bir kız varmış. O da anadan babadan yetim, ninesi (babaannesi) ile birlikte yaşıyormuş.

Kamber’in yakışıklılığını o da duyar, Kamber de onun güzelliğini duyar ama Arzu’yu nerede görecek, bir türlü göremez… Ama Arzu onun koyunları suladığı köy çeşmesine bir gün testisini doldurmaya gider ve Kamber’i çeşme başında yatarken görür. Testiyi doldurur ve biraz gürültü çıkarır ve Kamber’in uyanmasını sağlar. Ama Kamber bu kıza bir şey söyleme cesaretini kendinde bulamaz. Kız kolundan bileziğini çıkarır ve çeşmenin testilik taşına koyar
(böyle testileri kadınlar dalına kolay yüklenebilmesi için özel testi taşları vardı çeşme başlarında) ve gider. Yarım saat sonra gelir ve bileziğini bulup bulmadığını, görüp görmediğini Kamber’den şu şekilde sorar:

Ben testimi doldurdum
Doldu diye kaldırdım
Yıkılası şu pınarda
Ben bileziğimi çaldırdım.

Kamber:
Ben pınara varmadım
Elimi yüzümü yumadım
Gözüm kör olsun Arzu
Ben bileziğini bulmadım.
Ama bileziği aslında almış olan Kamber cesaretlenir kıza bir beyit atar:
Evimizin önü suluk
Su çekerler tuluk tuluk
Bileziğini bulana gelin Arzum
Ne var acaba muştuluk(müjde).

Arzu da şu cevabı verir hemen:
Evimizin önü suluk
Su çekilsin tuluk tuluk
Bileziğimi sen bulduysan Kamber ağam
Arzu kız sana muştuluk.

Kamber de bileziği verir ve Arzu ile tanışırlar.

ÇEŞME BAŞINDA SOHBET
Her gün o çeşme başında buluşurlarmış. Bu durumu Arzu’nun ninesi olan cadı karı duyar ve Arzu’yu bu sevdadan vazgeçirmeye çalışır. Bu arada Kamber’in dayısı da duyar. Bu olayları dayıkızları Kamber’e Arzu’yu kıskanmalarından dolayı kötülük yapmak isterse de akıllı ve olgun bir insan olan dayı buna müsaade etmez. Kamber’i koyun çobanlığından uzaklaştırır. Ama Kamber’i yanına çağırıp “Kamber oğlum eğer başın sıkışırsa maddi manevi senin her zaman destekçin ve yanında olacağım, sen bana yeğenimin emanetisin” der.

Kamber artık Arzu’nun sevdasından dağlarda, köylerde gezer olur, gözü başka kimseleri görmez. Bir gün Arzu’nun ninesi cadı kadın bunların sevdasına engel olamayacağını anlayınca Arzu’ya der ki: “Arzu kızım, bugün Kamber’i yemeğe çağır ona bir yemek yedirelim ve sizin işinizi konuşalım.” Aslında fikri Kamber’i zehirlemekmiş… Arzu sevinçle Kamber’e koşar ve der ki: “Kamber ağam, ninem seni bu akşam yemeğe çağırdı, nihayet gönlü seni sevdi. Bizim sevgimize saygı gösterdi.” Eve gelir nine çeşitli yemekler hazırlıyor… Köyde bir tanıdıklarının çırağı olan Arap Arzu’nun evine girer… Arzu bu Arap ile ninenin konuşmalarını duvarın ardından dinler. Arap çok şiddetli bir zehir getirmiştir. Yemeklere bu zehir atılacak ve o gece Kamber zehirlenip öldürülecek. Nine Arap’ı da kandırıyor… “Arzu’yu bu Kamber’den kurtaralım sana veririm” diyormuş.

Akşam Kamber sevinçle Arzu’nun evine gelir ve bakar ki yemekler sofraya konmuş, envai çeşit hepsi türüm türüm, birbirinden güzel ama Arzu bir kenarda surat asmış duruyor.
Kamber aşk dili ile Arzu’ya bir beyit atar:
Arzum yasa batmışsın
Kaşını gözünü çatmışsın
Sofraya teklif olmuyor gelin Arzum
Sen sofraya yan bakmışsın.

Arzu Kamber’e dönerek:
Arzun yasa dünden battı
Kaşını gözünü çattı
Sofraya yan bakılmaz amma Kamber ağam
Domuz ninem ağu kattı.

Bunları işitince Kamber sofraya tekmeyi vurur, evden çıkar gider. Ve o yemeği yemez. Yine dağlara çıkıp gidecektir… Arzu ile son bir kez konuşmak isterler ve kapı önünde gizlice buluşurlar… Arzu “Kamber ağam senin Daraz beğleri köyünde dayıların yok mu?” “Var”, “Eee git onları alıp gel, beni onlarla kaçır” der. Kamber bu fikre sıcak bakar ve doğru Daraz beğleri köyündeki dayılarına gider ve yardım ister. Onlar da “hay hay yeğenim gidelim” derler. Birkaç atlı gelirler ama köy uzak olunca 8-10 günde ancak gelirler.

O gece Arzu ile kamberin konuşmalarını duyan cadı karı köyün mezarlıkları arasına bir ateş yakar, elinde bir yağ tavası orada pişi yapmaya başlar. Ve Kamber dayıları ile yanına gelir sorar “ne oldu nine ne yapıyorsun burada böyle?” Cadı karı yalandan, numaradan başlar ağlamaya ve derki “hay Kamberim sen gidince Arzum senin buralardan kaçıp gittiğini düşünerek gara sevdandan yataklara düştü ve öldü, onun pişisini pişiriyorum” der. Gamber buna çok üzülür ve dayılarına der ki, “Dayılarım size çok eziyet oldu ama kusura bakmayın, ne yapalım bu bizim kaderimiz, siz gidin artık size ihtiyacım yok, Arzum ölmüş” der. Dayıları atları ile geriye dönerler giderler. Ertesi gün Kamber köyde üzgün dolanırken bir de bakar ki Arzu karşısına çıkar ve şöyle bir beyit atar:
Evimizin önü badem
Çıkam dallerin ufadem (ufak ufak kırmak)
Seni Daraz beğlerine gitti derler Kamber ağam
Hani senin ile gelen Adam.

Sözü Kamber alır:
Evimizin önünde badem
Çıkam dallerin ufadem
Daraz beğlerine gitim amma gelin Arzum
Geri döndü gelen Adam.

BAŞKA KÖYE HABER SALINIR

Artık bu kadar uğraşmadan sonra kavuşamayacaklarını akıllarına koyan gençler başka başka bahaneler ararken Arzu’nun ninesi başka bir köye haber salar. Orada nüfuzlu ve zengin bir adamın oğluna arzuyu nişanlamak ister. Kim istemez Arzu kızı; çok güzel dillere destan bir kız ve o köyde habire dünürcüler gelip gitmektedir… Nihayet iş tamam olur o yabandan gelenlerin oğluna Arzu nişanlanır. Yine Arzu ile Kamber bir buluşmalarında şu kararı alırlar: Kız o köye gelin giderken “ben Kamber’in atından başka ata binmem” diyecek ve Kamber de atını gelinin altına çekecek, giderken yolda bir fırsatını bulup beraber kaçacaklar.

Nihayet gün gelir çatar, Arzu kayınpederi olacak adama der ki “ben Kamber’in atından başka ata binmem, benim gelin atım Kamber’in atı olacak.” Kayınpederi olacak adam da buna rıza gösterir ve nihayet Arzu, Kamber’in eyerlenmiş atına biner. Önde çalgılar çengiler o damadın köyüne doğru gelin alayı yürür. Burada Kamber hüzünlenir ve şu beyti atar:
Altaylar doru taylar
Geçilen coşkun çaylar
Yiğit garip olursa
Nişanlısını el paylar

Kız atın üstünden bu kaçışın bu kalabalıkta zor olacağını tahmin edince şöyle bir beyit de o atar:
Vay mengiler mengiler
Çalmaz olsun çengiler
Sana yaramayan ak topukları Kamber ağam
Goy sıksın şu üzengiler.

Ve üzengiye ayağını sıkıştırır(üzengi atın eyerindeki ayak basacak alet) ve artık güveyinin köyüne yaklaşılmıştır, ayrılık yakındır.

Alır Kamber sözü diline:
Arzum gelin atında
Elleri eyer kaşında
Seni eller saracak gelin Arzum
Saçlar savrulur başımda

Bu hüzünlü havaya ağlayan Arzu atın üstünden şöyle seslenir:
Eyer kaşına yatayım
Nasıl çalım satayım
Atımı çeken Kamber ağam
Dön de yüzüne bir bakayım.

Kamber döner Arzu’ya bakar ve şöyle der:
Yel eser kum savrulur
Can başıma çevrilir
Eğil de bir yol öpeyim gelin Arzum
Şimdi yolumuz ayrılır.

Ve gelin kalabalıkta kimseler görmeden bir öpücük verir Kamber’e…
Ve Kamber o anda kendinden geçer, gözleri yaşarır, içten bir ses ile şöyle der:
Koyun kuzudan olur
Ekmek pazıdan olur
Bunlar Allah’ın emridir gelin Arzum
Her şey yazıdan olur.

Kadere rızadan sonra da şu bedduada bulunur Kamber:
Vardığın gün yârin ölsün
Ak topuklar bana kalsın
Kavuşmak mahşere kaldı Gelin Arzum
İki beden birbirini bulsun.

DONA KALIR
Böylece atın yularını salıveren Kamber gelin kafilesinden ayrılır ve oracıkta yol kenarında adeta taş gibi donar kalır.

At gelini götürür ve güvey evine indirir. Gece güveyi gerdeğe katılır. Ve geleneklere uygun olarak hemen iki rekât namaz kılmak için zifaf odasında hazır olan seccadeye namaza durur. Bir müddet durduktan sonra odanın bir kenarında oturmakta olan Arzu güveyiye namazın bitmedi mi elin oğlu der ve hafifçe dokunur. Damat olduğu yere yığılıp kalır, adam ölmüştür. Arzu hemen evden dışarı seslenir, “gelin ağalar oğlunuz öldü” der onlar da acılarından Arzu geline filan bakmazlar… Arzu evden çıkar, dağlara doğru koşmaya başlar. O güveyinin öldüğü anda Kamber de o atı bırakıp kaldığı yerde o da ölmüştür.

Arzu dağa gider at ise Kamber ağasının başına gider başlar orada acı acı kişnemeye başlar. Bu atın sesini duyan Arzu gelin bakar ki at kişneyip durur. “Bu… Kamber’in atının sesi” diye ses gelen yana varır, bakar. Kamber yerde yatıyor. Arzu da dua eder “Allah’ım benim canımı da şuracıkta al, beni Kamberimden ayırma” der. Allah duasını kabul eder ve o da Kamber’e sarılı vaziyette ölür. Arzu’dan hiç haber alamayan nine cadı karı Arzu’yu verdiği köye gider. Ve acı durumu öğrenir… Kamber’in kayıp olduğu yere koşarak gelir bakar ki Arzu ile Kamber orada, kucaklaşmış ölü vaziyette yatıyorlar. Onların bu sevda durumunu hiç kendi içine sindiremeyen cadı karı da Allah’tan o anda ölüm ister ve Arzu ile Kamber’in aralarına yatar. Onunda isteği Allah tarafından kabul edilir, o da oracıkta ölür. “Arzu ile Kamber iki gül ağacı olurlar tam büyüyüp birbirlerine kavuşacakları zaman aradan cadı karının cesedi diken olarak çıkar, onları asla kavuşturmazmış” derlerdi eski atalarımız.

Hacca giden hacıların yolu üzerinde imiş bu mezarlar, her yıl hacılar bu çatla dikeni denen cadının dikenini aralarından keserlermiş ama öbür yıl yine büyürmüş… Allah onlara gani gani rahmet eylesin. Masala göre onlar erememiş muradına ama biz yine de çıkalım kerevetine. Eskiden çok dinlediğim bu masalları hatırlarken bana yardımcı olan İstanbul’da ikamet eden kız kardeşim Hafize Sakman’a teşekkür ederek sevgilerimi sunarım. Onun zekâsı benden daha çok yerinde; sağ olsun var olsun canım kardeşim. Saygılarımla…

Hareketli sarmaşık gül resmi

YUSUF İLE ZÜLEYHA

Hareketli sarmaşık gül resmi

YUSUF İLE ZüLEYHA
Divan edebiyatında birçok şairin mesnevilerine de konu olan bu aşk Öyküsü Kur an-ı Kerim de "Öykülerin en güzeli "diye isim bulmuştur . Yusuf sûresinde 98 âyet (4-101), Yusuf Peygamber in ibretli hayat hikâyesinden sÖz eder.

Buna gÖre Yusuf Peygamber in on bir erkek kardeşi vardır. Olağanüstü bir güzelliğe sahip olan Hz.Yusuf babası tarafından çok sevilmektedir. Onu kıskanan kardeşleri gezinti için kıra gÖtürürler ve kuyuya atarlar. Babalarına ise kanlı elbiselerini gÖsterip, onu kurdun yediğini sÖylerler. Yoldan geçen bir kervan, su çekerken Yusuf u bulur ve Mısır da Hazine Bakanı olan Azîz e kÖle olarak satarlar.

Sarayda ihtimamla yetişen Hz.Yusuf a Azîz in karısı Züleyha aşık olur ve onu yasak ilişkiye çağırır.Hz.Yusuf ona şÖyle cevap verir: "Allah a sığınırım. Efendim bana iyi baktı. Doğrusu zulüm yapanlar kurtuluşa eremez." Yüce Allah, o arada Hz.Yusuf un da Züleyha yı arzuladığını, ancak ihlâslı bir kul olması yüzünden Yusuf un bu kÖtülük ve fuhuştan korunduğunu belirtir.

Eşinin haksız olduğunu tespit eden Azîz, olayın hiç bir şey olmamış gibi kapanmasını istemişse de, dedikodunun Önü alınamamıştır. Bunun üzerine Züleyha dedikodu yapan hanımları yemeğe davet etmiş ve Yûsuf u onların yanına çağırarak, şaşkınlık içinde meyve bıçakları ile ellerini kestiklerini gÖrmüştür. Bununla, âşık olmakta haklı olduğunu gÖstermeye çalışan Züleyha, Yusuf un kendisine ilgi gÖstermemesi üzerine onun hapse atılmasını istemiştir.

Güzel bir kadının cinsel isteklerine uymak yerine yıllarca hapiste kalmayı tercih eden Hz.Yusuf bu konuda şÖyle dua etti: "Rabbim, bana gÖre zindan, bunların beni çağırdığı şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan onlara kayarım ve câhillerden olurum." Rabbi onun duasını kabul etti ve onların düzenlerini ondan savdı.

Mısır hükümdarı bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gÖrdü. Yorumcular bu rüyaya anlam veremediler. Bu arada zindanda bulunan Hz.Yusuf isabetli rüya yorumları ile ün yapmıştı. Kral onu yorum için saraya çağırdı. Ancak Yusuf, Züleyha konusunda iftiraya uğradığını, bu eski davanın gÖrülerek sonuca bağlanmasını istedi. BÖylece temize çıktıktan sonra rüyanın yorumunu yapabileceğini sÖyledi. Gerçekten sorguya çekilen Züleyha ve dedikoducu kadınlar doğruyu sÖylediler. Hz.Yusuf belge ve delillerle temize çıkınca rüyayı şÖyle yorumladı:

Yedi yıl çok bolluk, ondan sonra da yedi yıl kıtlık yılları gelecek. Kral, tedbir olarak ne yapmak gerektiğini sorunca Hz.Yûsuf, ekonomik ve mali işlerin başına kendisi getirildiği takdirde bu kıtlık ve darlık yıllarına çare bulabileceğini sÖyledi.Bu gÖreve getirilen Hz.Yusuf , ilk bolluk yıllarında halkı tasarrufa teşvik etti, tüm fazla hububatı depolara yerleştirdi. Bu arada, halk ellerindeki altın, gümüş gibi değerli eşyasını da Hz.Yusuf un emanet depolarına teslim etmişti. Bunların eline emanet bıraktıkları şeylerin miktar ve niteliklerini belirten makbuzlar veriliyordu. İşte bu makbuzlar J. Dobretberger gibi iktisatçıların belirttiği gibi M. Ö. 1600 yıllarında Ortadoğu da elden ele kâğıt para gibi dolaşmaya başlar.

Rivayete gÖre Mısır Melik i Hz. Yusuf a taç giydirmiş, kılıç kuşatmış ve inci ile yakut işlemeli bir taht yaptırmıştır. Ancak Hz.Yusuf son ikisini kabul etmekle birlikte, taç giymeyi kendisinin ve atalarının giydiklerinden olmadığını sÖyleyerek reddetmiştir. ülke kısa sürede Hz.Yusuf un adaletli yÖnetimi ile onun nüfuz ve iktidar alanına girmiştir. Bu arada Hazine Bakanı Aziz vefat etmiş, eşi Rail, diğer adı ile Züleyha, Melik tarafından Yusuf la evlendirilmiştir. Bir mucize olarak gençleşen Züleyha, kocası iktidarsız olduğu için kız olarak Yusuf la gerdeğe girmiştir. Bunun üzerine Yusuf Züleyha ya "Bu şekilde meşru olarak evlenmemiz senin haram olarak istediğinden daha iyi değil mi?" diyerek helal ile haram arasındaki farka dikkat çekmiştir. Züleyha nın Yusuf tan Efrâim ve Menşa adlarında iki oğlunun dünyaya geldiği nakledilir...

Hareketli sarmaşık gül resmi

BİR DE ŞU AŞK VARDIR Kİ GERÇEKTİR VE HALA AYNI DERECE DE İLK ANDAKİ TAPTAZE VE MUTLULUKLA SONUÇLANMIŞ VE KAVUŞMUŞLARDIR.BU AŞK ÖYLE KUVETLİDİR Kİ KAİNAT BİLE BU AŞK İÇİN YARATILMIŞTIR.HATTA BİZ BİLE BU ALEMDE VAR OLMAMIZI BU AŞKA BORÇLUYUZDUR.KİM DEN Mİ BAHSEDİYORUM AŞAĞIDA Kİ RESİMLERDE KİM OLDUKLARINI  ANLATICAM.AMA SADECE RESİM OLARAK.ÇÜNKİ ZATEN İSİMLERİ GÖRDÜĞÜNÜZDE NE DEMEK İSTEDİĞİMİ ÇOK İYİ ANLIYACAKSINIZ.O KADAR GENİŞ AÇIKLAMAYA GEREK YOK,İKİ İSİM YANYANA VE HALA YANYANADIRLAR.KİMSENİN DE AYIRMAYA GÜCÜ YETMEZ.BUYRUN O MEŞHUR AŞK...................

Hareketli sarmaşık gül resmi

YETERLİMİDİR BU AŞK KI ANLATMAYA...

CC sohbet icin buraya
 <<12 >>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir