Sinemayı kendimi bildim bileli sevmişimdir. Çocukluğum, gençliğim sinema salonlarının o eşsiz kokusunu teneffüs ederek geçti. “Sinema bir sanattır; sanat için yapılmadır” şeklindeki yaklaşımın aksine, sinemanın bir eğlence aracı olduğuna inanırım.
Aynı zamanda edebiyatı, özellikle romanı da çok severim. Yerli-yabancı fark etmez; hoşuma gideceğine inandığım romanları alır okurum.
Sinema da, roman da muhatap aldığı kişilere farklı dünyalar sunarlar. Farklı mekanlar, kahramanlar, olaylar ve varsa mesajlar eşliğinde seyirciyi ya da okuyucuyu bir hayal ve kurgu dünyasına götürürler…
Ne var ki, her iki şahane sanatla da hemhal olanlar için kaçınılmaz bir handikap vardır. O da, “mukayese” refleksi ya da “farklılık” avcılığıdır. Bu ne zaman olur? Bu, bir romanın sinemaya aktarılması yani uyarlanması sonucunda; ve siz önceden o romanı okumuş ve sonra da filmini seyretmiş iseniz olur.
Elde edeceğiniz sonuç hiç değişmez: Hayal kırıklığı… İster istemez yapacağınız “mukayese” ya da “farklılık” avı sonrasında, okumuş olduğunuz roman ile seyrettiğiniz film arasında, sizi hayal kırıklığına sevkedecek noktaları ve nüansları göreceksiniz. Böylece, ya o romanı önceden okumuş olduğunuza, ya da hafızanızda tatlı izler bırakmış olan romanın filmini izlediğinize pişman olacaksınız.
Romanlarda da, filmlerde de çokça işlenmiş bir konu (zengin kız ile fakir gencin aşkı) ve yine çokça söylenmiş bir replik vardır: “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız; biraraya gelemeyiz”..
Edebiyat ile sinemanın ya da roman ile filmin ilişkisi de bu replikte olduğu gibidir; farklı dünyaların temsilcileridirler ve buna rağmen biraraya geldiklerinde de akıbet, sakat doğumdur..
Misal: Henri Charriere’nin ünlü “Kelebek” romanı.. Eğer bu kitabı okumuşsanız ve sonra da filmini (Yön: Franklin J. Schaffner, 1973) seyretmişseniz, filmin bitiş sahnesinde hissedeceğiniz tek şey vardır; hayal kırıklığı.. Bu da yetmez, kızgınlık, öfke ve aldatılmışlık duyguları da bu sükut-u hayalinize eşlik eder..
Düşünün ki, siz o romanı okurken kendi zihninizde bir kahraman tipi oluşturursunuz; mekanları (yani her türlüsünden hapishane), olayları, diyalogları, yaşantıları hayalinizde canlandırırsınız. Sonra o romanın filmine gidersiniz ve beyazperdeden gözlerinize ve zihnine yansıyan görüntüler ve seslerin, hiç de kitabı okurken sizin oluşturduğunuz dünya ile alakası olmadığını anlarsınız. Reçeli kavanozun dışından yalamakla ne anlıyorsanız, filmin sonunda anladığınız da işte o türden bir anlamadır..
Romanda yer alan birçok şeyin, filmde olmaması da ayrı bir isyan konusudur ki, sadece Kelebek filminde değil, mesela Umberto Eco’nun unutulmaz eseri “Gülün Adı”nda dinî-felsefî o kadar çok diyalog ve bölüm vardır ki, aynı adlı filmde (Jean Jacques Annaud, 1986) görüp görebileceğiniz sadece bir Ortaçağ polisiye hikayesidir. Film, bağımsız bir çalışma olarak ele alınırsa gerçekten güzeldir ama romanıyla birlikte ele alınacak olursa, neredeyse hiç benzerlik bulamazsınız..
Ya şuna ne dersiniz? Romanları dünyada milyonlarca satan Robert Ludlum’un (en son romanı “Janson Talimatı”, ülkemizde gündeme gelmişti; içinde gübre bombaların yapımı, kullanımıyla ilgili pasajlardan ötürü) ilk ve ünlü romanlarından biri olan “Ürperti” (The Bourne Identity) filmi aktarıldı ve ülkemizde “Geçmişi Olmayan Adam” (Yön: Doug Liman, 2002) adıyla gösterime girdi. “Keşke girmez olsaydı” ya da “seyretmez olaydım” diyeceksiniz; eğer kitabı önceden okumuş iseniz.. Neden? Çünkü, kitabın en önemli yan kahramanlarından biri olan ve romanın asıl kahramanının peşinde olduğu terörist Çakal Carlos’un filmde adı bir kere bile olsun geçmiyor. Kitaptaki Carlos’la ilgili bütün olaylar, diyaloglar ve kurgu çıkarılmış ve film, klasik bir “hafıza kaybı-kimliğini yeniden bulma” macerasına dönüşmüş. Halbuki, hatırlıyorum, uzun yıllar önce, TRT’de bu roman üç bölümlük dizi halinde yayınlanmıştı ve Richard Chamberlain’in başrolünü oynadığı bu dizide hemen hemen romanın tamamına sadık kalınmıştı.
Peki, romandaki bir figürün filme aktarılırken çarpıtıldığını görürseniz ne düşünürsünüz? Mesela, Louis de Bernieres’in “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” adlı romanında, annesine bile eziyet edecek kadar kötü kalpli bir “direnişçi”, filmde bir “vatansever kahraman” olarak karşınızda arz-ı endam eylese ne yapardınız? Yunan halkının tepkilerinden ürküp, filmde böylesine bir değişikliğe gitmek, romana mı ihanettir, yazara mı, yoksa her ikisine birden mi?
Yerli filmlerden örneklere hiç girmek istemiyorum; çünkü bizde senaryo yazım olayı öylesine ilginçtir ki, neresinden tutarsanız orası elinizde kalacak türde bir serüveni vardır. Sonuçta, film yapımı, her açıdan teknik donanımı ve kapasiteyi gerektirdiği ve ne yazık ki Türk sineması da bu imkanlardan zaten mahrum olduğu için, bir romanın filme aktarılması esnasında senaristlerimiz her türlü tasarrufu rahatça yapabilmişler; dolayısıyla kitap ile film arasında uçurumlar oluşmuştur. Benim en sevdiğim filmlerden birisi de Atıf Yılmaz’ın çektiği ve Cengiz Aytmatov’un aynı adlı romanından uyarlanan “Selvi Boylum Al Yazmalım” (1977)dır.. Belki de bu filmi beğenmemin en önemli sebebi, Aytmatov’un bu romanını daha önce okuma şansı bulamamamdır.
Sinema-edebiyat ilişkisinde, filmin romana sürekli ihanet ettiğini; arkadan hançerlediğini söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. Yazarın roman yazarken kendi zihninde kurguladığı dünya ile yönetmenin filmde kurguladığı dünya arasında kesinkes bir zihniyet farklılığı, bakış açısı farklılığı, yaklaşım farklılığı olacaktır ve bu kaçınılmaz ve normal duruş, her iki sanat dalı arasındaki kan uyuşmazlığını da beraberinde getirecektir…
Son tahlilde söylenecek de şu olabilir: Ya, roman okumayın, bu romanın filme uyarlanmasını bekleyin ve muhtemelen eksik, çarpıtılmış ve sulandırılmış bir “kitap” seyredin; veya romanı okuyun ama asla bu romanın filmini seyretmeyin, ki kitabın zihninizde bıraktığı tat aynen kalsın; veyahut da hem romanı okuyun, hem filmine gidin, böylece kızgınlık, öfke, sinirlenme, hayıflanma ve hayal kırıklığı duygularınız hep aktif kalsın..
Yazar : Adnan Şenel (Bu yazı Türk Edebiyatı Dergisi nde yayınlanmıştır ) |