ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


sohbet, okey, tavla, chat
19 Mayıs 2024, Pazar 03:09   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Mühim Mevzular > Felsefe, Din, İçsel meseleler
forum sohbet oyun basliklari
   İNSAN VE SIRLARI 1 (OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM)
 <<12 >>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:51:54sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

İNSANIN OLUŞUMU

İnsanı bu yönleriyle tanıdıktan sonra bedenin özellikleri ve insanın özellikleri diye ikiye ayırabileceğimiz özelliklerin devamına bakalım.

Dünyada insan, tabiatının gerektirdiği bir biçimde mutlaka yiyecektir, içecektir, seks olayı olacaktır, uyku olayı olacaktır. Normal sıhhatli bir beden için bunlar zaruri gereksinimlerdir...Bazı beyin rahatsızlıkları uyku olayını kısmen kaldırabilir, ama bu kişi çabuk yıpranır bir ; bir de beyindeki uyku olayı dışarda normal bildiğimiz uyku şeklinde gözükmez, fakat o kişideki yine bir uyuma hâli sözkonusudur. Başka türlü mümkün değil.

Seks olayı mutlaka olacaktır.Bu kişi hiç evlenmesin, onda yine olayı vardır! O kişide, ama uykuda ama uykusuz, ama idrar arasında, mutlaka belli hormonların meydana getirdiği üretim olacak ve bu salgı dışarı atılacaktır.

İçmek, yemek, zarûri olarak olacaktır...çünkü bedenin hammaddesini oluşturan materyal bir yandan alınır, enerji işlenir, ham posası dışarı atılır. Ve beden bu şekilde ayakta durur. Tabiî olarak bedende böyle bir olayın olması zarûridir. İşlev bittiği zaman, yani dışarıdan ham enerjiyi alıp işleyip, posayı dışarı atmak denen olay bittiği zaman, zaten bedenin yaşamı ve fonksiyonu biter!...Yalnız burada, bu beden düzeyinde tabiatı ne şekilde kullanmak ve yönlendirmek gerekir. İşin birinci yönü, bu husus!...İkinci yönü bu akıl, fikir, idrak, vehim, şekillendirme, hayâl dediğimiz özellikleri ne yönde kullanmak lâzım?

Genelde bu özellikler, şartlanma ve tabiat istikametinde vehim hükmü altında kullanılır!..

Normal olarak bütün insanlardaki kullanım, bu özellikleri “vehim” hükmü altında olarak ve şartlanmalar istikametindedir. Çevre neyi “değerli” diye empoze etmişse, o değerli dediği şeyi elde etmek için çaba sarf eder ve bunu elde etmediği takdirde büyük zarar göreceğini düşünür insan!...Vehimin birinci fonksiyonu, o kişiye kendisini “kişi” olarak kabul ettirmesidir!...kendini bir kişi,bir beden olarak kabul etmesi ve bu bedeninin ötesinde de başka bir varlığı olmadığını kabul etmesidir!

Psikiyatrik olarak, kişinin kendini beden kabul etmemesi bir “ruh hastalığı”olarak nitelendirilir!..Yalnız bu konunun iyi bir tetkiki iyi bir incelemeye tâbi tutulması zarûridir!...Kendini bir beden bir insan olarak kabul etmeyip, bir tavuk, bir horoz kabul eden vardır! Bu bir hastalıktır!yanlış algılama hastalığıdır! Ama bir kişi, eğer temelde maddenin varlığını ve oluşumunu biliyorsa, beden denilen varlığın hücrelerden yapıldığını, hücrelerin asitlerden meydana geldiğini, asitlerin atomlardan meydana geldiğini, atomların elektromanyetik dalgalardan meydana geldiğini...Tabîi atomların değişik parçalanma şekilleri var ..Elektronlar, nötronlar, nötrünolar, pozitronlar, mezonlar gibi daha bölünmüş parçalar! Bugün henüz Dünya üzerinde atomları görebilecek kapasitede, büyüklükte bir mikroskop daha tam gerçekleştirilemedi. Yapılmasına çalışıyor! Atomları gösterebilecek , baktığın zaman mikroskopla atomları görebileceksin. Böyle bir mikroskop şu anda gerçekleşiyor, ama bunun daha ötesine henüz geçilmedi!.

Eğer ki yapılabilse, o zaman varlık zaten tümüyle manyetik dalgalar âlemi olarak müşahede edilecek!.

Şimdi bu müşahede içinde, “kişinin”, bir noktada, “şuur” dediğimiz nesne olmasının ötesinde bir fonksiyonu, bir varlığı olmadığı görülecek.

Şuur nerede mevcut?..Bu şuur, akseden bir şuur, yani mutlak Aklı Evvelden beyne yansıyıp ruhta oluşan bir şuur! ”Ruh”un olmasa, Ziya diye bir şey olmayacak ve Ziya’nın şuuru da varolmayacak!

Şimdi bu silsile içinde, bu ruh oluşmuş ve bu ruhta ya bilinçli olarak, şuur oluşu yolundaki bir bilinç neticesinde, bir varlığı benliği oluşmuş; veyahut şartlanmalar istikametinde kendini falanca

Bir kişi olarak kabullenmiş! Ama neticede, ortada bir kişilik söz konusu!...Yalnız birincisindeki kişilik, ”şuursal” bir kişilik; ötekindeki kişilik, “bedensel” bir kişilik!.. Şuursal kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?..Veya bedensel kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?

Birimsel kişilik, sonsuza dek ortadan kalkmaz! Çünkü beynin meydana getirdiği, özel bir ruhtur! Mâhiyet itibariyle, bu “ruh” kudsî ruhun aynıdır!... Fakat, hiçbir zaman bu ruhun kendi kendini seyri ve müşahedesi olmaz.

Şuur yönüyle ruhunu bilirsin, fakat “ruhun” ne olduğunu bilemezsin! Göremezsin!..Ruh yönün, senin zâtına işaret eder.. Aklı Evvel ’in karşılığı olan sendeki akıl yani “şuur” dediğimiz mânâda akıl yönün, senin, benliğin hakikatını bilmene yol açar!..

Ve bu hakikatında bütün mânâları toplu olduğunu idrak edebilirsin...Hakikatı câmia; toplayıcı, bütün mânâları kendinde toplayıcı yönünle. Fakat bütün bununla birlikte sonsuza dek birimsel varlık ortadan kalkmaz.. Birinci husus bu!...

Bunu böylece anlattıktan sonra gelelim ikinci bir noktaya. Beden ortadan kalktıktan sonraki ruhun için, nasıl ebediyyen ortadan kaybolmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değilse, yani ikinci bir ölüm yoksa; bedenin var olduğu sürece de, bedenin yokmuş gibi, bedenini kâle almayarak yaşamak mümkün değildir!..çünkü beden dediğin şeyin aslı, beyne dayanır! Bedendeki özellikleri yöneten beyindir!...

Bedendeki tüm özellikleri meydana getiren beyin olduğu gibi, kişiliğin aslı ve hakikatı dediğin ruhunu da meydana getiren beyindir!..Besleyen, büyüten beyindir!

Biz insanı topraktan ve balçıktan yarattık” âyetlerini anlatırken, “balçık” kelimesiyle kastedilen şeyin “hücre” olduğunu söyledik...İnsanın hücrelerden meydana gelmiş olduğunu anlatma sadedinde, “balçık” kelimesi kullanılmıştır!..Mecazi olarak!...yoksa toprağı suyla karıştırıp bulamaç hale getirmek , balçık demek değildir...

Buradaki balçıktan kasıt, hücredir. Hücrelerin birleşmesiyle insan meydana gelmiştir; hücrelerin birleşmesiyle beyin meydana gelmiştir...Beyinde hücrelerden müteşekkildir..

Onbeş milyar hücre var!. Şimdi bu bedeni yok sayamayacağımıza göre, beden varolduğu sürece “tabiat” hükümleri vardır demektir...Yani bedenin hücresel yapısının tabii dürtüleri!..

Öyle ise bu tabii dürtülerle yani “tabiat”la bedenin tabiatıyla, terkibî yapıyı karıştırmayalım...Bu ikisi tamamıyle birbirinden ayrı ayrı şeyler.

Senin kendi aslını ve hakikatını anlayabilmen için beden olduğun yolundaki şartlanmanın kalkması ve daha başka bazı fonksiyonların ortaya çıkması için; bedenin tabiatını kontrol altına almak, bedenin isteklerini yerine getirmemek, beden üzerinde hükmedebilmek gibi konularda bedenin tabiatına karşı mücadele vermek gerekir.

Terkibi tabiat dediğimiz olaysa, kişinin beyninde ışın tesirleriyle meydana gelen açılımlar neticesinde, o beyinde çeşitli mânâların toplanması, biraraya gelmesi değişik nispetlerde, oranlarda; ve böylece de kişinin terkibi esmâ yapısının oluşmasıdır...Yani, belli ışın tesirleri, beyinde belli devreleri faaliyete geçiriyor..

Beyinde faaliyete geçen bu belli devrelerin neticesinde de belli isimlerin mânâları değişik ağırlıklarla, senin ana oluşumunu meydana getiriyor! Bu senin ana oluşumun, ilk oluş itibariyle istidat adını alır! Bir diğer mânâ itibariyle de senin Âyân-ı Sâbiten ‘dir.Günlük yaşantıda, sen , “aklıma şu geldi” diyorsun..”İçimeşu geldi” diyorsun...”Şu anda bu duygum ağır bastı” diyorsun...Bu, isimlerin mânâlarının tabîi olarak senden ortaya çıkışıdır.Oysa senin, tabiatına hâkim olman, şartlanmalarının tümünden arınman gibi oluşlardan sonra, huy ve tabiatını kontrol altına alarak,kendi huy ve tabiatının ötesindeki mânâlara bürünmek suretiyle ortaya çıkmasıdır! Sen zaten daha evvelce de bu tür davranışlar içindeydin, bu gün de bu tür davranışlar içindesin; sadece, bu tür davranışların ilâhi isimlerin mânâları olarak çıktığını anladın!. Bu, seni tabiatına tâbi olmak hükmünden ve Cehenneme gitmek hükmünden kurtarmaz!.

İşte, Abdülkerim Ceylî’nin “Eflâtun’u cehennemde gördüm, öyle bir mertebesi vardı ki birçok müminlerde ben o mertebeyi göremedim” demesi, bu hakikatı görmesi ve müşahede etmesi yönündendir..Fakat Eflâtun’un terkibini ve tabiatını aşma yolunda bir çalışması olmaması, saadet devresinin açılmamış olması, onu neticede cennete götürmemiş, Cehennemde bırakmıştır

TABİATIN GETİRDİĞİ CEHENNEM

Tabiatını kontrol altına alma ve terkibini aşma dediğimiz şeyler ne oluyor? Tabiatını kontrol altına alma, senin yeme,içme, seks ve uyku fonksiyonlarını kontrol altına almadır!Namaz ,oruc, zikir gibi ibadetler dahi bir yönden bunlarla alâkalıdır!...meselâ senin tabiatın!..Sabahın o saatinde kalkıp abdest alıp, namaz kılmak istemez: veya gece yatacaksın, uykun gelmiş, yatsıyı kılmamışsın, o saatte kalkıp abdest alıp o uykulu hâlinle, uykudan vazgeçip namaz kılmak bedeninin tabiatına ters düşer.

Bunu yapmak suretiyle önce bedenin tabiatıyla karşı karşıya gelip, tabiatına hükmetmek gerekir! Bedeninin tabiatına hükmedemediğin zaman, zaten sen kendini bedeninin tabiatına kaptırmış, kaybetmiş durumdasın!...Kısacası, tabiat bataklığında, tabiat zindanında boğulmuşsun!..

Tabii yönden mücadele verilecek olan hususlar bunlardır..Ayrıca süslü giyim, seks, yiyip içme zevki, veyahut da bunlar ayarında olan başka bedenî zevkler! Meselâ bunları, bedeninin tabiatı istediği tarzda kullanmamak veya o şeylerden vazgeçmek!..Tâ ki alışkanlığı, bağlılığı terkedesin! Bu; işin birinci, fiil düzeyindeki mücadelesi; bir de bunun terkip yönündeki yani seni meydana getiren isimlerin mânâlarının, terkibinin seni ittiği düzeydeki mücadelesi var...

Sana kolaylaştırılanlar var! Sana kolaylaştırılan şeyler, senin tabiî terkibinin, yani senin varlığını meydana getiren mânâların terkibinin seni ittiği şeylerdir... Sen, bu seni oluşturan mânâların terkibinin ittiği şeyleri değil; onların aksini yaşamaya çalışacaksın! Bir süre için, kendini kontrol altına alana kadar bunu yapmak zorundasın!

Senin terkibin, seni çevrendekilerin herhangi bir konuda yardımına koşmakla zorluyor. Ne kadar ulvî bir duygu!.Aman onun yardımına koş, ona şunu öğret, ona bunu öğret diyor! Ve sen bunu bu tabiî hâlinle zaten yapıyorsun!..Bunu bir süre için yapmaman gerekir!..Bu seni itekleyen şeye hâkim olabilene kadar bunu yapmaman gerekir!..

Bu senin dediğin çok büyük iş Hulûsi, böyle olmaz! Delil göster bize!..Evet bizim sözümüzün yeterli olmadığı yerde, delil göstermek mecburiyetindeyiz!..Başta Abdülkâdir Geylâni olmak üzere, pek çok zevat uzun seneler, halkın içinden çıkmış, onlarla münasebetlerini kesmişler!..Bildiklerini idrak ettiklerini onlara anlatmaktan vazgeçmişler; bildiklerini oturtmak ve yaşamak üzere belli bir süre inzivaya çekilmişler. Kendilerini tümüyle tanıyıp, kendilerini tümüyle kontrol altına alıp, ilmiyle tahakkuk ettikten sonra, o insanların içine girerek, tatbikatında onlara yardımcı olmuşlardır...

Daha hiçbir şey bitmeden, idrak etmeden , yaşamadan, ben şuna da yardımcı olayım, ben buna da yardımcı olayım diyerek onlara yardımcı olmakla geçireceğin vakit, senin benliğinin,nefsinin kuvvetlenmesinden başka sana hiçbir şey getirmez!.

Ve nitekim, bu yaptığın çalışmalardan da doğru dürüst hiçbir zaman bir netice alamazsın!..Ve üstelik, onlarla meşgul olman seni esas meşgul olacağın şeylerden de büyük ölçüde alıkoyar!..

E... onun, ben şu hareketi yapacağım,benim için değiri yok ama karşıma gelecek falanca kişi benim bu hâlimi görecek, sonra benim bu hâlimi gördüğü zaman ne der?..Sonra ben de ona faydalı olamam!...Doğru bu düşünce tamamen yerli yerinde!..Senin tabiî terkibini oluşturan mânâlar yönünden, meydana gelen bir düşünce!..

Ama senin durumun bu değil! Bu çok daha sonra, senin başka bir yapı ile bürünebileceğin bir özellik olabilir...Şu andaki hâlinle, tabiî terkib hükmüyle senden çıktığı için; yani sen senliğinle karşındakine yöneldiğin için, zaten netice alamasın! Senden çıkan beşeri hüküm oluyor!Ve beşeri hüküm olduğu için, o da hâliyle reddediyor!.

Sonra ikinci bir önemli husus; sen varlığın oluşumuna vâkıf değildin!..Önce senin hayâlinde yarattığın ilâha, “Allah”demen; hayâlinden yarattığını “Allah” kabul etmen anlayışının senden gitmesi lâzım!..

Şu tabiat hükmüyle birlikte, ikinci bir yapı kişiliğin, dedik ya. Akıl, fikir, idrak, vehim vs. Bunlarda, şartlanmalarında tesiriyle meydana gelen bir TANRI anlayışı var!..Senin bu TANRI kabul ettiğin, ilâh dediğin şey;

 “KENDİ HEVÂSINI TANRI EDİNENİ GÖRDÜN MÜ? (Câsiye-23) âyetinde kastedilen ilâhtır. Sen, “Allah” ismini verdiğin bir ilâh ve onun meydana getirdiği bir âleme iman ediyorsun!..Bu senin hayâline tapınmadan başka bir şey değildir!..

Evren dediğimiz, kâinat dediğimiz sonsuz yaşam ve bunun içinde varolan Cennet,Cehennem insan faktörü itibariyle ilim malûma tâbidir!.Varlığın aslı özü, orijinali, hakikatı itibarı ile malûm ilme tâbidir!..bu ne demektir? Biraz daha açalım...

Varlığın aslını ve özünü ve zâtını müşahede ederek varlığın oluşu hakkında hüküm vermek gerekirse deriz ki: Mâlum ilme tâbidir.

Yok eğer terkibiyetimiz yönünden sonsuzluğu, kâinatı, geleceği ve varlığın tekliğini müşahede yoluyla, söz edersek bu defa da deriz ki: İlim mâluma tâbidir.

Artık burada, mâlumun ilme tâbi olduğu mahalde, boş hayallere, arzulara ve umutlara yer yoktur. “Canım Allah nasıl olsa Gafûr, Afûv, bunu affeder” ; “Allah nasıl olsa rahim, merhamet eder” gibi boş hayal ve umutlara yer yoktur!..çünkü kur’ân ‘da da der ki;

“Şeytan sizi –Allah rahimdir, kerimdir- diyerek aldatır”Şeytan burada vehmi tahrik ediyor...Sanki, öte galakside yaşayan tonton dede tipi bir tanrı varmış da sen burada ne yaparsan yap o seni affedecekmiş gibi bir zan oluşmasına yolaçıyor..ve senin böyle bir görüşe sapmana ve bu yüzden fizikî, fiil gerçeklerden bîhaber olarak kendi hayatını cehennem etmene yol açar. Nitekim bugün çevrenize baktığınız zaman bunu apaçık görürsünüz.

HZ.MUHAMMED, GELECEKTEKİ TEHLİKELERİ HABER VERDİ

Hz.Rasûlullah Muhammed Mustafa (Aleyhisselâtı Vesselâm) adıyla bilinen Zât..Terkibi ve yapısı itibariyle nedir?..Beşerdir! Beşer kelimesiyle neyi kastediyoruz?..

Beşer, ilâhi isimler terkibi olarak müjdelenmiş anlamında kullanılan bir mânâdır..Hz.Muhammed (A.S) belli ilâhi isimler terkibi olması hasebiyle, kendini meydana getiren mânâların hakikatı olan varlığı, Allah’ı müşahede etmiş ve bu yönüyle velâyeti ikmâl olmuştur!...Bundan sonra, kâinatın, zâhir ve Bâtın ilâhi isimlerin mânâlarının âşikâre çıkışından veya seyrinden başka bir şey olmadığını idrak etmiş; kâinatın mâhiyetinin değişik , büyük veya küçük çapta terkipler olduğunu müşahede etmiş!

Daha sonra bu terkiplerin mânâlarının da kesinlikle ortaya çıkma durumunda olduğunu; âdetâ bir mekanizma olarak çalıştığını görmüştür...Bunun değiştirilmesinin mümkün olmadığını ve “İnsan” adını alan varlığın geleceğinin, bu mekanizma içinde devam edeceğini farkettiği için; Allah’ın hükümlerini beşere bildirmiş , böylece risâlet görevini yapmıştır...

Tabiatının kaydından çıkmadıkça insanın cehennemden kurtulamayacağını, tabiatına hükmedebilen insanın ancak cennete gidebileceğini; Allah’a vâsıl olmak isteyenin ise, terkibinin tabiî olarak kendisinde meydana getirdiği mânâların ötesinde bir yaşama geçerek, mânâlar üzerinde tahakkuk eder bir duruma gelmesi gerektiğini bildirmiştir..

Risâlet hükümleri, din hükümleri, sonsuza dek devam edecek dünya, Berzah, Cennet, Cehennem dediğimiz bütün olaylar ilim mâluma tâbidir” hükmünden kaynaklanmış olaylardır. Yani ortada olanlar olacaklar müşahede edilmiş buna göre nasıl tedbir alınması gerekiyorsa ona göre tedbirler ortaya koyulmuştur.

Hz.Muhammed (S.A.V) sonsuza dek olacakları müşahede etmiş ve bunun neticesinde insanları gelecek olan tehlikelerden sakındırmak için bu açıklamaları yapmış, bu bildirimleri getirmiştir. İşte bu yönüyle meseleye bakarsak, “ilim mâluma tâbidir” deriz.

Yok eğer, varlığın aslı ve özü yönünden bakarsak “Mâlum ilme tâbidir” deriz. Ama bizim için özellikle elzem olan şey, ilmin mâluma tâbi olmasıdır. Ancak böylelikle kendimizi tanıyabilir, hakikatımıza vâsıl olabilir ve birimsel yaşamda da hakikatın gereklerini tatbik edebiliriz.

Sen ne kadar , “ben vahdet görüşündeyim” dersen de; bunu hissedersen hisset; günün bilfiil kişilik duyusu içinde geçiyor!..Ve bu sonsuza dek, böyle devam eder!..

O, senin özürndeki bir duyuştur, bir hissediştir!..O hissedişinde bazı sırları var, ona daha ileride dokunacağım...

Şu anda özellikle anlatmak istediğim şey, Hz.Rasûlullah’ın geleceğe dönük tüm olayları müşahede ederek, bunlara karşı ne tedbir almak gerekiyorsa, onları bize bildirmiş olduğu hususudur...İşte o yüzden, hakikata ermiş, hakikatı hissetmiş; taklitle değil meseleleri inceleyerek, yerli yerinde müşahede ederek, yaşamış olan kişiler; tabiî mânâda yani bedenin tabiatı istikametinde yapılması gerekli olan şeylere ölene kadar devam etmişler ve mücadelelerine ölene kadar son vermemişlerdir!..

Belli şartlanmaların atılması, belli duygu kayıtlarından çıkılması yolunda yapılan bazı çalışmalar, o çalışmanın gayesi hâsıl olana kadar olması kaydıyladır!..O kişideki o şartlanma kalkana kadar , o çalışma yapılır!..Ondan o şartlanma atılır; atıldıktan sonra gene o çalışmaya devam edilir...Kaynağı olan o fiillere gene devam edilir...Çünkü zarûridir! Boşa konmamıştır o!..O fiilin, mekanizma içindeki yeri tespit edilmiş, tespit edilen yerin gereği olarak o fiil ortaya konmuştur... Yani, bütün ilâhi emirler bu şekilde gelmiştir!...Her bir ilâhi emrin arkasında, mutlaka mâlumda yani bilinen âlemde bir karşılık vardır! O karşılığın zarar vermesi önlenmek üzere, o fiil konulmuştur...Veya erilmesi gereken bir zarûri nokta vardır, asgari taban vardır...Oraya erilmesi için, o fiil zarûri olarak tavsiye edilmiştir.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:52:47sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

BEYİN-RUH İLİŞKİSİ VE ÖLÜM

Şimdi tekrar beyin ve ruh ilişkisine dönelim.Beyin 120,günden itibaren üretmiş olduğu mikrodalga ile hologramik bedeni yani “insan ruhunu” meydana getiriyor.Biz buna kısaca “bir tür hologramik ışınsal beden” veya bir diğer deyişle “lâtif beden” de diyebiliriz. Esas itibariyle “bir tür hologramik ışınsal beden” kullanmamız bir karışıklığa yol açmaması bakımından da daha yararlı olur. Çünkü daha evvel “Ruh”tan sözettik...

Ruhu Â’zâm diye bahsedilen “Ruh”tan, bütün varlık, bütün mevcudat meydana gelmiştir. Hangi isimle andığımız varlık olursa olsun, o varlığın mânâsı bu “Ruh” ta mevcuttur! “Ruh”ta mevcut olan bu mânâ belli bir mânâ terkibi şeklinde yoğunlaştığı zaman, o nesnenin ismi altına girer. O nesne, kendisinde mevcut olan mânânın yoğunlaşması şeklinde var olmuştur...Bu yoğunlaşmasının neticesinde de başka bir nesneyi meydana getirir duruma gelmiştir.

Bu yeni nesneyi meydana getirmesi şeklinden bir tanesi de beyindir.

A)Beyin, çeşitli radyasyonlar yayar. Beynin yaydığı radyasyonların birincisi “bir tür hologramik ışınsal beden” dediğimiz veya “lâtif beden” dediğimiz “kişinin ruhu”nu oluşturmasıdır. İkinci olarak ilâveten bu manyetik bedene, aynı anda beyindeki tüm faaliyetlerin mânâsı da yüklenmiş oluyor!..

Yani nasıl bir verici radyo istasyonu, elektrik dalgaları yayar. Bu elektrik dalgalarını biz antenle alırız, üstündeki sesi meydana getiren dalgaları çözümleyerek ses olarak algılarız; manyetik beden, beynin tüm zihinsel faaliyetinin mânâsını, o andaki faaliyetinin neticesinde hâsıl olan mânâyı kendinde taşır. İşte bu mânâyı taşıması itibariyle “kişisel ruh” akıl sahibidir...ve bu “kişilik aklı” dır. Bu kişilik aklı ne zaman olgunlaşır?...Kişilik aklı, birinci aşamada kişi olarak kendini kabul ettiği anda, ikinci olarak da eğer belli bir düzeydeki çalışmaları yapmışsa “hakiki mânâda” kendini tanıdığı anda oluşur...İki aşamada!..

B)Beynin ikinci bir özellik olarak, yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon olarak iki tür varlık yaratır!..

Ya , insana , tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek varlıklar! Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde, kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!..beyin dalgalarının meydana getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya hayâl âlemi dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk duyar...Âlemi berzahta; kabir âlemi dediğimiz âlemde.

C)Üçüncü olarak beynin yaydığı birtakım dalgalar, o kişinin fikirlerinin, düşüncesinin idrakının Dünya üzerinde yayılmasına yol açar..

Ve bu dalgalar, o göndericiye, o anlayışa uygun beyinler tarafından alınarak değerlendirilirler...Ve bu kişiler yeni birtakım şeyleri bulurlar!..Aklımıza geldi” derler! İşte beynin yaydığı bu tür dalgalar; üçüncü bir tür beyin faaliyetinin neticesinde oluşan dalgalardır!

D)Dördüncü olarak yönlendirilmiş dalgalar vardır. Bu yönlendirilen dalgalarda belli bir kişiye, belli bir mânânın aktarılması, iletilmesi o kişide belli hususların açılması sağlanır. Üçüncüde bahsettiğimiz dalgalar genel yayın dalgalarıdır. Burada ise yönlendirilmiş dalgalardan söz ediyoruz.

Evet, beyindeki akıl dediğimiz özellik, bellek dalgaları şeklinde ruha yansıtılıyor. Akıl gibi, fikir, hayal, şekllendirme, vehmi benlik gibi hususlar gene beyin faaliyetinin neticesinde, ruha yükleniyor.

Bu “Ruh” dediğimiz yapı, varlığını beyinle güçlendirirken; aynı zamanda beyin sinir sistemi dediğimiz en uçtaki, en uzak hücrelere kadar yayılan bir elektrikle, bedende muhafaza ediliyor!..

Ne zaman ki bedenin bu bioelektrik faaliyeti bir anda, bir olayla duruyor, beyin çalışmasını yitiriyor; bu beyin çalışması yitirildiği anda, bedenin en uzaktaki hücreye kadar uzanan elektriği kesildiği için; bedendeki “Ruhu” kendinde muhafaza eden bir çeşit elektromıknatısiyet kesiliyor..

Ve Ruh adını verdiğimiz bir tür hologramik ışınsal beden, biyolojik bedenden ayrılıyor!...İşte Ölü!..

Beynin yolladığı bioelektrik enerji, bedenin en uç noktasından beyne en yakın noktaya doğru bir kesilme gösterdiği için de, bu kişide en uç noktasından yani ayaklarının ucundan Ruh yukarı çekiliyormuş gibi bir mânâ şeklinde yorumlanıyor.Oysa bu, hücrelerdeki elektriğin kesilmesi sırasında, başa doğru olan o bölümlerdeki hissizliği kişi farkediyor. Çünkü esasında, beyindeki bioelektrik kesilmesi sonucunda bedende de çekicilik kalkıyor!...Bedenden çekicilik kalktığı zaman, zaten otomatik olarak kişilik Ruhu bedenden ayrılıyor!..Bu olay bir anda oluyor! Kişinin ayak ucundan çekiliyor diye hissettiği şey, beynin bedene yaydığı bioelektriğin kesilmesinin, en uç noktadan itibaren farkedilmesi olayı.

İNSAN NİÇİN VAR?

Herhangi bir konuda bir fikir geliyor aklına...Bu fikir, ya beynin çeşitli konularda dışarıdan aldığı bilgileri değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan yeni bir fikirdir ki; bu daha evvelde düşündüğün, daha evvel düşünmüştüm ben bunu” dediğin bir olaydır...veya hiç düşünmeden, birden bire o anda senin beyninde bir lâmba yanışı gibi parlayan bir fikirse bu, Merkür’ün veya herhangi bir ışınsal etkinin sende meydana getirdiği yeni fikirdir...

Bu fikir daha sonra hayâl yoluyla daha belirgin bir hâle sokulur öve şekillendirme özelliği ile musavvire gücü ile belli bir şekil içinde düşünülerek daha anlaşılır hâle gelir.

Bundan sonra bunun değerlendirilmesine geçilir.

Değerlendirilmesi, ya akıl yoluyla olur, ya vehim yoluyla olur. Eğer vehim yoluyla bir değerlendirme yapılırsa, bu fikir üzerinde, bu fikir kişinin benliğine dönük bir netice ortaya doğurur!..Benliğe dönük bir neticeyi doğurması, bu fikrin , o kişinin kendisini , bir beden veya mustakil varlığı olan bir ruh olarak kabulüne yol açar.

Şimdi burada mustakil bir ruh dedik; Hakk’tan ayrı bir ruh, kendine has varlığı olan bir ruh!

Her ne kadar burada beyin neticesinde oluşan bir ruh sözkonusu ise de; beynin oluşturmuş olduğu bu ruh, yüklenişi itibariyle beyindeki özelliklerin hâsılası olması hasebiyle; ve beynin orijini öe özündeki kudsi ruhun hâsılası olması sebebiyle mutlak ruhtan ayrı bir ruh değildir!..Fakat beyin vasıtasıyla meydana gelmiş olması hasebiyle de, mutlak “Ruh” tan ayrı bir ruh anlamındadır!..Çünkü mutlak Ruh’taki mânâlar belli bir terkip halinde beyni ve beyindeki mânâları oluşturmuş; beyin bundan sonra kişilik ruhunu meydana getirmiş ve bu ruhta külli mânâların belli bir terkipte devamını sağlamıştır!..dolayısıyla bi kişinin ruhundaki mânâlar mutlak Ruh’taki mânâların aynıdır..Mâhiyet olarak!..Fakat terkip olarak tamamiyle farklı ve ayrıdır.

İşte ayrılığı ve ayrılığı konusu buradan ileri gelmektedir. Ruh’taki özellikler, belli isimlerin mânâların beyin tarafından ruha aksettirilmesi ile oluşmuyor mu?...Beyindeki özelllikler, oluşma sırasında belli isimlerin mânâlarının beyne aksederek kendi türünde mânâları orada âşikâre çıkarmasıyla oluşmadı mı?...dolayısıyla , beyin belli isimlerin mânâlarının terkibi olmadı mı?...Oldu!..

Beyindeki bu terkipde, aynen ruha yansıdı mı?..Bu sebeple ruhtaki mânâ, bir terkipten başka bir şey değildir!.. Yani , isimlerin mânâlarının bir terkibidir!..Ayniyet bakımından! Fakat, buradaki bir terkip hükmündedir! Terkiptir!..Ruh’ta , bunlar bir terkip hükmünde değil, küll olarak mevcut...Mutlak Ruh’ta!..

Birimsel Ruh terkibiyeti yönüyle yaratılmıştır!..Mâhiyeti yönüyle yaratılmaktan münezzehtir!..

İlâhi isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle âşikâre çıktığı, zâhir olduğu mahâl, demektir “İnsan”..

Diğer varlıklardan farklı olarak, insan 99 ismin mânâsını âşikâre çıkartabilecek istidat ile, yaratılmıştır.,Bu 99 ismin mânâsını ortaya koyabilecek istidat, takdir hükmü ile, tam olarak kullanılabilirse. Bi isimlerin mânâsı çeşitli yönleriyle âşikâre çıkar...Diğer hiçbir varlıkta, insandaki gibi câmi olarak bütün isimlerin mânâsının ortaya çıkması sözkonusu değildir. Bu şekildeki bir ortaya çıkış için, insan meydana getirilmiştir.

İnsan dendiği zaman, bu kelimenin mânâsı, “bütün isimleri âşikâre çıkartıp seyredebilen” demektir.

Her ne kadar diğer varlıklarda da ortaya çıkartma durumu sözkonusu ise de, bu ortaya çıkartışın tabii sonucu olarak seyredebilme hâli onlarda bu genişliğiyle sözkonusu değildir

İNSAN, MÂNÂLAR TERKİBİDİR!

SENİ DİLEDİĞİNCE TERKİB EDEN EDEN O’DUR!..”(İnfitar-8)

 Bir mânânın beş duyuya hitap eder şeklide ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz.yani beş duyuyla tebpit ettiğin her oluş, bir fiildir. Ve bu fiile de bir isim verilir. O isimle bir Mânâyı kendi içinde taşır ve dolayısıyla isme bağlanır. Netice olarak isim ve fiil aynı mânâya işaret eder.

Bir fakire merhamet edip, acıyıp, verdiğin sadakada, fiili “sadaka vermek” diye târif ederiz.fakat burada sadaka vermek fiili ile merhamet aynı noktadan çıkmaktadır. Çünkü sendeki merhamet duygusu yani merhamet ismenin karşılığı olan mânâ, fiil düzeyinde o kişiye o nesneyi verme şeklinde görünür. Yani netice olarak mânânın fiile dönüşmesi belli bir isim olarak sanki fiil mânâdan ayrı bir şeymiş gibi görüntü meydana getirir.

İlâhi isimler mevzuuna gelince; varlıktaki bütün fiiller doksan dokuz ilâhi isim olarak adlandırılan, mânâ grupları bünyesinde oluşur. Bu açıdan bakılınca evren tümüyle bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkmış hâlinden başka bir şey olmaz.

Meseleyi biraz daha açmak gerekirse; ister beş duyuyla tespit sahamız içinde kalsın, isterse de mevcut algılama sistemimizin dışında olsun, bir şey hariç olmamak üzere herşey, bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile dönüşmesinden başka bir şey değildir.

Yalnız burada dikkat etmemiz gereken bir konu var, bu kuvveden fiile çıkış asla Allah’ın içinde veya dışında gibi bir mânâ kabul etmez. Çünkü böyle bir mânâyı “Allah” ismi ifna eder. Biz, Allah’ın dışında bir nesne mevcut değildir derkin, varlığını Allah’tan almayan varlığı Allah’ın varlığı ile kaim olmayan, varlığında ilâhi isimlerin mânâ terkiplerinden başka bir şey mevcut olmayan anlamını kastediyoruz...Yoksa Allah’ın içinde veya dışında gibi Allah’a mekân, mahâl, şekil, ölçü biçici bir mânâyı kastetmiyoruz.!

Aksi takdirde kâinat ve Kâinatın dışında bir TANRI; ya da , kâinatın içinde yer almış bir TANRI; ya da, kainatın yer aldığı mahalli paylaşmada olan bir TANRI anlayışları doğar ki, bu üç anlayışta Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği “Tevhid” anlayışına ters düşer.

Mevcûd , Vahid-ül Ehad’dır.

Varlıktaki çokluk, yani ayrı ayrı varlıkların var olduğu görüntüsü ise, kesitsel algılama araçlarının göreceliği dolayısıyladır.

Gözün algılama kapasitesi, normal bir insan görüntüsü imajını meydana getirirken, röntgen ışınlarıyla bakış bir iskelet yapının varlığını iddia etmemize yol açar; kızıl ötesi ışınlarla bakışımız ise ışıksal yapıdan müteşekkil varlıklar müşahede etmemize yol açar.

Oysa varlık tümüyle, gerçekte bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılması sözkonusu olmayan, başından ve sonundan söz edilemeyen bir varlıktır.

Çokluk gözüyle, daha açık bir ifadeye beş duyu kaydında olarak varlığını tespit ettiğimiz her nesne, esas oluşu itibariyle ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkipler şeklinde yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bu varlığın benliğini büründüğü sayısız mânâlar, ilâhi isimler olarak târif edilmiş.

Burada dikkat edilecek nokta “benliğini bürüdüğü” kelimeleridir. Her ne kadar büründüğü mânâlar, kendinde olmadığı ve kendinden ise de, kendisi o mânâlarla kayıtlı olmadığı için, “bürünme” tâbirini kullanmak zorunda kalıyoruz. Fiiller diye anlatılan bütün oluşlar, mânâların yoğunluk kazanmış bir halde duyulara hitabından başka bir şey olmadığından ve duyular dahi, bu mânâlardan meydana geldiğinden; varlık tümüyle bu mânâlardan başka bir şey olmamış olur!

Kısacası âlemler, bürünülmüş mânâlardan başka bir şey değildir.

“Duygular” dediğimiz şey, İlâhi isimlerin mânâlarının duyuları ve duyguları meydana getirir bir biçimde âşikâre çıkış şeklidir.

Nihâyet “İnsan” ismiyle kastedilen varlıkta görülen huy ve tabiat, çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır.

Şimdi bu değişik isim terkipleri konusu üzerinde duralım biraz.

Her zerrede zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve âşikâre çıkış şekli olan fiilleriyle Allah’tan gayrı bir varlık söz konusu değildir. Ancak burada şu noktayı çok iyi anlamak lâzımdır...Zât, sıfat, isim, fiil diye ayrı ayrı şeyler asla söz konusu değildir.

Fiil dediğimiz şey gerçekte isim dediğimiz mânâ ile aynı şey ise, mânâ da mânâ sahibinden ayrı bir şey değildir. Bunların arasındaki fark, mânâ sahibinin sayısız mânâlara bürünüp sayısız fiilleri ortaya koyabilmesi itibariyle söz konusudur.

Mânâlar, tümüyle o varlığın benliğinden oluşması, daha açık bir ifadeyle, benliğindeki çeşitli özellikleri seyretmesi gayesiyle meydana gelmiş olduğu için; o varlığın benliğinden ayrı bir varlığı söz konusu edilemez. İş bu mânâlar, benliğinin büründüğü sûretlerden başka bir şey olmaz. Yani bu ilâhi isimler. Benliğinin dışında gayrı olan şeyler değillerdir.

Keza bu isimlerle anılan mânâlar, bu âlemlerin ötesinde var olan, âlemlerden ayrı bir TANRI’nın isimleri de değildir. Ancak, benliği, bu mânâlarla kayıt altına girmekten beridir!..Bu mânâlara büründüğü gibi, mânâların benzeri veya zıddı sayısız değişik birbirine benzeri veya zıddı sayısız değişik birbirine benzemez mânâlara dahi bürünmesi söz konusudur.

Tüm mânâlar, Zâtındandır; ancak, senin büründüğün mânâlardır bir mânânın, zâtını târif etmesi, tavsif etmesi ise muhaldir. Bu sebeple, Zâtı târif yolunda kullanılan bütün ibareler hakikattan sapmıştır!..Bu ibareler Zâtın hakikatını ifade edemez.

Öyleyse bu varlıkta, Zâtıyla kaim olan varlığın, büründüğü çeşitli mânâlardan başka bir şey söz konusu değildir. Bu mânâlardan başka bir şey söz konusu değildir. Bu mânâları târif sadedinde, Esma’ül Hüsnâ denilen ilâhi isimleri diye anlatmaya çalışılan, çeşitli mânâların isimleri dile getirilmiştir...Bunlar toplu olarak 99 rakamı ile ifade olunmuş; tafsilatında ise sayısız denilmiştir.

Herhangi bir birimsel isim altında bir Ahmed ismi altında biz hemen hemen bütün bu isimlerin özelliklerini müşahede ederiz.

Meselâ “Hasib” ismi, herşeye hesapta itina gösteren diyoruz...Her şeye hesaplı bir biçimde, yani detaylarına kadar değerlendirme yaparak o nesnelerin hakkını veren anlamına geliyor bu isim. Hayatımızda yaptığımız birçok işler vardır böylesine, onu detayları ile inceler ve sonra karar veririz. İşte bu detaylarına kadar inceleyip ondan sonra karar verme, değerlendirme işi bu “Hasib” isminin mânâsının bizdeki tecellisinden başka bir şey değildir.

Veyahut ta “Halim” ismi... zâlime hilmle, yumuşaklıkla, hoşgörüyle sakin bir hâl ile cevap verme..Öye zaman olur ki, o anda biz, karşımızdaki çok büyük şiddet gösterdiği halde, gayet sâkin ve rahat bir şekilde kalır ona yumuşaklıkla cevap veririz. Veya bir “semi”, bir “Basir” ismi her an bizden sâdır olmada...Şu anda beni görüyorsun, dinliyorsun...”Kelim” ismi; benimle konuşuyorsun...”Hayy” ismi ile hayattasın; “Alim” ismi mânâsınca belli bir ilme sahipsin. “MÜRİD” isminin mânâsı senin beyninde ne güçte açılmış ise o kadar “irade” sahibisin.Yerine göre “Gaffar” oluyorsun, karşındakinin yaptığını örtüp bağışlıyorsun...Yerine göre karşındakinin rızkını veriyorsun “Rezzak” oluyorsun...yani bu isimlerin mânâları çeşitli zamanlarda, kimi sürekli olarak, kimi de zaman zaman olma şeklinde senden ortaya çıkmada.

Şimdi senin genelde bir huyun bir karakterin vardır. Atasay’ı, Ahmed’den ayıran , Ahmed’i Ziya’dan farklı kılan...

Semâ dediğimiz zaman hatırımıza gelen bir mânâlar bütünü; Atasay dediğimiz zaman hatıra gelen bir başka mânâlar bütünü...Atasay dendiği zaman bir beden, bir sûret sûret hatırlanır; ayrıca bir de, mevzûun durumuna göre sadece o sûret veya o beden değil, o bedenle müşahede edilen bir mânâlar bütünü...İşte bu Atasay ismi ile kastedilen çeşitli mânâlar bütünündeki mânâların tümü bir terkip şeklinde oluşmuştur.diyelim ki birinci isim %12 ağırlıkta yapıya hâkim, ikinci isim %30 ağırlıkta hâkim, üçüncü isim %17 ağırlıkta hâkim...ilâ âhir...Yani bu Esmâ-ül Hüsnâ’daki mânâların değişik

Ağırlıklarla, bileşimi neticede bizim Atasay ismini verdiğimiz mânâlar bütününü meydana getirir...

Daha da açık bir ifade ile diyelim ki, biz Atasay ismi ile ilâhi isimlerin oluşturduğu bir değişik terkibe hitap ederiz. İlâhi isimlerin bir değişik terkibi dediğimiz zaman, ilâhi isimlerin mânâlarıdır burada esas olan!...Ve bu mânâlar elbette ki aslîyeti ve ölçüsüz boyutları itibariyle Allah’a aittir. Dolayısıyla biz, Atasay ismi altında mevcut olan, Hakk’ın terkib hükmü ile âşikâre çıkan isimlerinin mânâlarının, toplu olarak aldığı isimden başka bir şey değildir Atasay!..

Yalnız bir isim değil, yani bir mânânın ismi değil, bir mürekkep mânânın ismidir Atasay.

Meselâ bir “Rezzak” isminde sırf rızık verme mânâsını anlatırken; bir “Atasay” ismi altında, mürekkep mânâyı meydana getirmiş, çeşitli oranlarda çeşitli ağırlıklarla bir araya gelmiş bir mânâlar topluluğunu anlarız.

İşte bu varlıkta, çeşitli isimlerle adlandırdığımız bütün varlıklar, değişik terkiplerle ortaya çıkan ilâhi mânâlardan başka bir şey değildir...

Hangi ismi kullanırsak kullanalım o ismin müsemmâsı, Hakk’ın çeşitli vasıflarının değişik oranlarda bir terkip meydana getirmesi ve bundan doğan mânânın bir fiil şeklinde ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.

Tâc mâ’rifet tâcıdır,

Sanma gayrı tâc ola!.

Taklit ile tok olan,

Hakikatta aç ola!.

Bir ağaçtır bu âlem

Meyvesi olmuş Âdem

Maksut olan meyvedir

Sanma ki ağaç ola!..

Düşe düşüp aldanma,

Kendini hayrete salma;

Hak’dan gayrı ne vardır

Tâ’bire muhtaç ola?..

Bu Âdem meyvesinin

Çekirdeği özürdür...

Sonsuz bu âlem-âdem

Bir anda tarac ola!..

Sana âlem görünen,

Hakikatte Allah’ır!..

Sanma ki birkaç ola!..

Allah Bir’dir vallahi,

Bu sözlerin meâli,

Kişi kendin bilmektir...

Kendi kendin bilene

Hakikat mi’âc ola!..

Hak denilen Özürdür,

Özündeki sözündür;

Gaybî özün bilene,

Rubûbiyet tâc ola!..

Gaybî Sun’ullah

“Sana âlem görünen Hakikatta Allah’tır

sözlerinin anlamına geldi sıra.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:53:21sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

VARLIKTA, O`NDAN GAYRI MEVCUD DEĞİL!

Niyâzi Mısrî’nin şu satırları ile devam edelim.;

“Allah bana açıkça gösterdi ki; kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır! Bana bildirdi ki, ârifin sırrında, vücuddan fakr tamam olmayınca, perdesiz doğrudan doğruya hakkın vechine bakması mümkün olmaz...Nitekim yüce Allah buyurmuştur,

 “O gün bazı yüzler sevinçli, Rabbına nâzırdır.”

Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere arz ettiği, onların kabulden imtina ettiği, sadece insanın yüklendiği “Vücud” emanetini ödememiş olur! Ve bu suretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz! Allahû teâlâ,

 “Allah hainleri sevmez”

 âyeti ile ifade ettiği üzere onu sevmez..

O’nun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki; O, hakk’ın olan vücudu kendine mal etmektedir! Oysa “fakr” ın tanımı, Allah’tan başka herşeyden varlığı almaktır. Varlıklara ait vücud kalkınca, Hak görünür ve hiç kaybolmaz!. Dersen ki vücud, görünürde ve gerçekte Allahû Teâla’nın ise, o halde ârif kim?...O’na bakan kim? O’nu gören kim?..derim ki, vücud birdir, amma mertebeleri çoktur! Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede de mahbûblukla görünür; bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül...

Fütuhatı mekkiye’nin başında Muhyiddin A’rabî’nin şöyle bir şiiri vardır;

 “Rab Hak”tır, “kul Hak”tır;

Ah bileydim, kimdir mükellef?

“Kul”dur dersem, o ölüdür!..

“Rab”dır dersem; o halde,

“Rab” nasıl olur mükellef?

Kul, “Hak”tır, Rab “Hak”tır!...”Kul” adıyla kastedilen ve “Rab” adıyla kastedilen varlık aynı varlıktır!..Öyle ise, bu “mükellefiyet” denen şey nereden ve nasıl çıkıyor?..

Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile, ve bu benliği hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...Kısacası, her “zerre” Hak’kın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!...

Bu böyle tahta, taş,hayvan,nebat,gaz,dünya,yıldız,galaksi,kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hak” kın varlığıdır!..İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.

Bunu böylece anladıktan sanro, yani, varlığın tamamıyla ilâhi isimler diye kastettiğimiz mânâların çeşitli terkiplerden başka bir şey olmadığını anladıktan sonra, yapılacak iş nedir?

Eğer bunu anladıysak, bundan sonraki ilk aşamada, kendimize ait olarak zannettiğimiz varlığımızın, varolmadığını idrak etmek gerekir.

Yani, Hilmi ismi ile kastedilen müsemma, Allah’ın çeşitli vasıflarının terkip hükmü ile zuhurundan başka bir şey olmadığına göre; artık burada “Hilmi” diye Allah’tan gayrı bir varlığın varlığı sözkonusu olamaz...Hilmi ismi ile işaret edilen varlık bir ilâhi mânâlar terkibi olduğuna göre, bu ilâhi mânâların da, o ilâhın varlığından ayrı bir yere ait olması söz konusu olamayacağından, benliğinin özünün, “Hakk”ın benliği olduğunu müşahede durumuna girersin...

Herhangi bir mahalde herhangi bir sebeple Hakk ismi geçtiğinde bu isimden muradın kendi aslın olduğunu hisseder ve yaşarsın...Bu yaşamanın, bu müşahede neticesinde ise kendi hakikatını tespit etmeye çalışırsın.

Neydi Hakikatın?..

"SENİ, DİLEDİĞİNCE O TERKİP ETMEDİ Mİ?"

Senin varlığın, vasıfların ve özelliklerin değişik terkiplerle meydana gelen Hakk’ın isimlerinden ve mânâlarından başka bir şey değildi ya!..İşte bundan sonra...Bu terkiplerin aslı olan mânâları gerçek boyutlarıyla tanıyıp, Hakk isminin mânâsına yakışır bir biçimde âşikâre çıkmalarını temin yoluna gidersin.

Hz.Rasûlullah’ın 1400 sene evvelinden târif ettiği biçimdeki mânâyı, kendi özünde aynen bulup, Hakk’ın şehâdetiyle şehâdet edersin ki; Allah’tan gayrı âlemde mevcud değildir. Ama âlemle de kayıtlamaksızın!..

Bir Âyet-el Kürsî’yi okuduğun zaman , Allah’ı târif eden; Allah “Hayy”dır,diridir, “Kayyum”dur kendi zâtıyla kendi varlığını var etmesine, onun varlığını desteklemesine ihtiyacı yoktur gibi mânâları “özünde” bulur; fiil olarak ayakta durmakla oturmanın senin benliğini değiştirmeyeceği gibi yaşamakla ölmenin veya daha değişik fiilerin senin senliğinde hiçbir değişiklik meydana getirmeyeceğini; ancak bütün fiillerin, bilinçli olarak büründüğün mânâlar dolayısıyla ya da fıtrî-tabiî bir şekilde bilincin dışı meydana geldiğini farkedersin.

Bu müşahedeler sonra daha da ileriye gider ve “Allah dilediğine hidâyet eder dilediğini delâlette bırakır”, hükmüyle âşikâr olan mânâları müşahede etmeye başlarsın...”Dilediğinin rızkını arttırır, dilediğinin rızkını kısar” hükmünün mânâsını yaşarsın.

Bütün bunlardan sonra esmâ perdesi kalkarsa “Vitriyet”ini, “Ferdiyet”ini, “Vahidiyet”ini müşahede edersin...

Çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koyarken de, artık Hakikatından perdelenmen diye bir şeyin söz konusu olmadığı ortaya çıkar. Senin, senden perden, Atasay “ismi” ve bu ismin karşılığında var olan vehmi “benlik” idi...Oysa sendeki bu “vehmi benlik” ve onu besleyen şartlanmalar kalktığı anda, basiret gözünde Atasay “ismi” de düşer...

Bu müşahedenin sonunda da emanet sahibine iade olunur!..

O emanet, sendeki ilâhi mânâların, Atasay “ismine” ödünç verilmesiydi (!)...Atasay isminin müsemması kabul edilen, vehimden oluşmuş varlık ortadan kalktığı anda, emanet sahibine döner; ve bütün isimleriyle tecelli eden Hak, âlem adı altında, kendi isimlerinin mânâlarını seyre başlar!...Senden!...

Bu çeşitli fiiller, ilâhi isimlerin mânâlarının ortaya çıkışından başka bir şey değildir, dedik...

Esasen bütün fiiller. Hakk’ın isimlerine dayanmasına rağmen, senin, o isimlerin mânâlarını müşahede edememen ve bunlardan perdelenmen “gaflet” denilen hâli doğurmaktadır.Fiillerde ve âlemde perde diye bir şey sözkonusu değildir!..

Kendindeki, şartlanmadan doğan ismini ve vehminde varolan “izâfi varlığın”ı ortadan kaldırdığın zaman; Hakk’ın çeşitli isimlerinin mânâlarının, terkip hükmüyle zuhurundan başka bir şey kalmaz!..

Sen, mânen ölmüş olursun!..Zaten sonradan yaratılmıştın!..

“Her şey fenâya uğrar, Bâki Allah’tır!” hükmünce anlaşıldığı bir biçimde, senin varlığının ortadan kalkması ancak “Ölmeden önce ölümün”le mümkündür!..Ölümün de, “vehminde varolan” izâfî kişiliğinin kalkarak, âlemde Hakk’ın isimlerinin mânâlarından başka bir şey olmadığını müşahede etmen ile olur!..Kendini sadece fiil mertebesinde, var sandığın bir kişilikle bulan şirktedir. Kendini sadece isim mertebesinde bulan dahi şirktedir!..Kendini sadece sıfat mertebesinde bulan dahi şirktedir, “şirki hafi” denilen cinsten...kendini sadece zât mertebesinde bulan dahi aynı hükümde kalır!..

Burada hemen “Şirki hafi” denen “gizli şirk”e işaret eden şu hadis-i şerifi hatırlayalım:

Rasûlullah sallallahu Aleyhi ve sellem buyurdu ki diyor; İbn-i cerir radıya’llâhu anh:

-ya Eba Bekr...Şirk sizde karıncanın ayak sesinden daha gizlidir!..Bir adamın:

“Allah diledi de ben diledim” demesi şirktir!..

Bir de:

“Falan kişi olmasaydı, falan adam beni öldürecekti!..” diye bir kimsenin konuşması Allah7a şirk koşmasıdır...

Şirkin büyüğünü ve küçüğünü, Allah’ın senden kendisiyle gidereceği bir duayı sana göstereyim mi?...

-Allahümme inniy euzubike en üşrike bike şey’en ve ene â’lemu ve estağfiruke limâ la âlem!...

Yani varlığında Allah’ı göremeyip, o fiili Allah’a değil, olmayan benliğine bağlarsan bu gizli şirk olur. Zira ister fiil ister mânâ boyutu olsun varlık hep O’na aittir.

Âfâkta yani dış dünyada milyarlarla yıldızların içinde kaybolduğu evrende, bir mekânı olmayan “ALLAH” ı bulmak, ermek mümkün olmadığına göre onu nerede ve nasıl bulacaksın?

İbn-i Ömer radıyallahu anh naklediyor:

Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e sordular:

-Allah nerededir?...Yerde veya gökte midir?...

Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

-Mümin kullarının kalbindedir!...(Gazalî-İhya)

Öyle ise Allah’ı zâtında, özünde, gönlünde, şuurunda, ilimde bulup, onu bir mânâ ile kayıt altına almaktan kaçınacaksın...

Esasen Zât, sıfat, esmâ ve ef’al dediğimiz bu dört mertebe gerçekte tek bir boyut, tek bir mertebedir. Ve bu tek mertebede kendini bulan, dördüyle birlikte bulmuş olur...Bunlardan sadece herhangi birinde kendini bulma ve ötekilerini öteye atma, sendeki “ikilik” anlayışının ortada kalkmamasındandır.

Diyelim ki ben sıfat mertebesinde kendimi buldum..Kendi tekliğimi yaşıyorum...Ama isimlerin mânâlarından geçtim, öyle bir şey yok (!)...Fiilleri görüyorsun, fiiller beni ilgilendirmez (!) diyorsun!..Bu durumda sen hâlâ şirktesin ve hâlâ kendini tanıyamamışsın!..Çünkü , fiil aynen isimdir, ismin mânâsı da aynen , senin senliğinin mânâsıdır...

Dolayısıyla, kendini bu şekilde bir soyutlamaya gitmen, hâlâ bir “öte ilâh” mevhumundan kurtulamadığını ortaya koyar.

Fiillerin, isimlerden gelen bir biçimde oluştuğunu konuştuk...Şimdi, fiil adı verilen şeyin, belli isimlerin mânâlarının terkip hükmüyle âşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını öğrendik...Yani, fiil eşittir isim dedik!...

Şimdi de fiil ile isim mânâları arasındaki fark noktası üzerinde duralım ve “fiil” dediğimiz şeylerin neden bu adı aldığını görelim..

Fiil, mânâların terkibinden meydana gelir...”Esmâ” denince salt mânâlar kastedilir...Yani hangi isim söylenirse, o isimle kastedilen mânâ akla gelir...Oysa fiil mertebesinde ise, bir fiil denildiğinde, o fiili meydana getiren mânâlar terkibi sözkonusudur. Her fiil, fiil adı altında çeşitli mânâları değişik nispetlerde toplamıştır. Yani, birkaç ismin mânâsının, bir terkip şeklinde birleşerek ortaya çıkmasının aldığı ada “Fiil” deriz.Fiil mertebesi denmesinin sebebi, birkaç ismin mânâsının sayısız terkipler şeklinde ortaya çıkmasıdır.

İsim mertebesinde ise, isimler , yani, bu isimlerle kastedilen mânâlar, sadece o ismin müsemması olan bir mânâ olarak, tüm haldedir!...Bu mertebede mânâ terkipleri sözkonusu değildir. O isimle, salt o mânâ kastedilir.

Şimdi bir Ziya ismi altında, kaç tane ilâhi ismin mânâsı bir terkip hükmüyle aşikâre çıkıyor ve karşımızda gördüğümüz şeyin varlığını meydana getiriyor!..Yani, ef’al mertebesi dediğimiz zaman, bu ef’al mertebesi , değişik isimlerin mânâlarının terkipler hâlindeki görüntüsüdür.

Sıfat mertebesi ise salt benliği biliş mertebesidir...tabiî buradaki benlikten murad izâfi benlik değildir!..Esmâ mertebesi ise benliğindeki mânâları buluştur...Benliğindeki çeşitli mânâların, değişik şekiller ve oranlarla terkibi ef’al mertebesini meydana getirir. Ef’al mertebesindeki değişik terkipler, yani mânâ terkipleri de senin mutlak varlığınla, yani zâtınla kaimdir...Zâtın olmasa, o mânâlar hiç olmaz. Dolayısıyla, zât aynen ef’al mertebesinde mevcuttur!..

Bu sebeple, ef’al mertebesinde müşahede edilen, gerçekte aynen Zâttır; ancak , herhangi bir kayıt veya sınırlama sözkonusu olmaksızın, kendi boyutunda!

VAROLMAYAN BENLİĞİN NASIL YOK OLUR?

Senin, vehmî senliğinden kurtulman; var ZAN ettiğin kişiliğinden çıkman nasıl olur?..

Önce senin, “benliğin” dediğimiz şey nedir?..

Ahmed’in ; daha doğrusu bu isimle işaret edilen müsemmanın, belli bir terkibi var...A isminden %23, B isminden %2, C isminden %7, D isminden %18 ve bu gibi..Böylece çeşitli mânâların terkip hükmüyle bir bedende çıkışına Ahmed demişiz..Bu terkibin başka bir târifi de, belli huylar ve tabiatlardır!...Yani Ahmed’in huyu budur, şunu yapar; Atasay’ın tabiatı budur, şöyle yer, içer, uyur gibi sıraladığımız özellikler, bu terkiplerin fiil mertebesinde ortaya çıkışıdır.

Yani huy ve tabiat dediğimiz özellikler bu terkibin mânâsının fiil mertebesinde ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

Senin kendini, hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği yönünden harekete geçmen gerekir...zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın!..tanıdığını iddia ediyorsan, bu tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın bir yönü olur!...

Hz.Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ne diyor:

“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız!...”

Tevhid esasındaki görüşe göre, sendeki ahlâk, Allah’ın ahlâkı değil mi?...Evet, ama o sendeki ahlâk, senin terkibiyetin dolayısıyla oluşmuş bir ahlâk!..Yani, sınırsız ve ölçüsüz mâhiyetleri ve asliyeti itibariyle Allah’ın ahlâkı olan o husus; Ahmed ismi altında, terkip hükmüyle müşahede edildiği zaman, tamamen ölçülü, sınırlı, kayıtlı bir hâl alır ki, bu hâliyle görünüşü itibariyle, Allah’ın ahlâkı olduğu iddia edilemez artık!..

Evet, sana düşen “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” olduğuna göre, bunu nasıl başarabilirsin?..

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak nedir ve nasıl olur?..

Daima “LÂFI” edilegelir...Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, Allah’ın yeri, yurdu, maddesi, mekânı olmaz diye...Oysa genel yaşantımızda bu asla böyle değildir!..Sanki Dünyadan belli bir uzaklıkta oturmakta olup, oradan Dünyayı idare etmekte olan; kimi işlerimizi düzenleyip, kiminin de düzenlenişini bize bırakan; kah müşfik, kâh celâlli bir “İlâh-diktatör” anlayışı içinde günümüzü geçirir ve bu zannımızda yarattığımız varlığa da “Allah” adını yakıştırırız!!!...

Hüviyet kağıdında dini ne olarak yazılmış olursa olsun, bu tür bir düşünce içinde olan kişinin, gerçekte inandığı varlık, asla “Allah” olmayıp, kendi hayâlinde yaratmış olduğu bir totemdir!İlâhtır!..Tanrısıdır!..

Ya, “ALLAH” ismiyle anlatılmaya çalışılan varlık...?

Burada, mecburen öncelikle kendini nasıl tanımladığına bakacağız... Zira bizim onu tahayyül ederek bulmamız muhaldir!

“O’dur EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN”

“MİSLİ OLAN BİR ŞEY YOKTUR”

“DE Kİ, ALLAH AHAD’DIR; ALLAH SAMED’DİR; DOĞURMAMIŞ VE DOĞURULMAMIŞTIR VE DENGİ OLAN BİR ŞEY DE YOKTUR”

 Sadece bu yukarıda verilmiş hükümler dahi, eğer dikkatli olarak incelenip, tefekkür edilirse, “diktatör-TANRI” tipinde bir mâbuddan sözedilmediğinden çok açık bir şekilde anlatır.

Yani, Evvel, âhir,zâhir, bâtın kelimeleriyle kastedilen hep O’dur! Yani, aynı şeydir!..Ki O’nun, bir misli, benzeri, yakını, diye bir şey de sözkonusu değildir!...Ve nihayet O, cüzlere ayrılması, bölünmesi, ya da cüzlerin birleşmesi gibi hususlar söz konusu edilmeden; TEK’tir!..Öyle bir AHAD ki, AHAD’ın varlığı dışında hiçbir şeyden söz edilemez...Hatta AHAD oluşu dolayısıyla, “şey” kelimesiyle kastedilen mânâyı dahi kabul etmez. Evet, sözü fazla derinlere daldırıp, akılları hayrete salmayalım, zira daha bize çok lâzım akıl!..

Kısaca üzerinde durduğumuz bu husus dolayısıyla, anladık kabul ediyorum ki, varlıkta “TEK” saltanatını sürmektedir!..her şey ise O’nun bir kemâlinden başka bir şey değildir...

Şimdi bu açıdan sorarsak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak ne demektir; zira, O’ndan gayrı yoksa, O’nun ahlâkı dışında da bir şey sözkonusu değildir...Sendeki, RABBİNİN ahlâkıdır!..oysa, senden istenen Allah’ın Ahlâkıyla ahlâklanmandır!..

Geldik şimdi “RABBININ AHLÂKI” ile “ALLAH’IN AHLÂKI” ifadelerinin anlatmak istediği mânâ farkına..

Şimdi önce Allah hakkında, sonra da geniş şekilde rab ve Rubûbiyet konuları üzerinde duralım...İnsanın Rabbını tanıması, bilmesi arasında ne tür ilişki olduğu hususlarını inceleyelim..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:54:00sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

ALLAH`IN VARLIĞI HAKKINDA

Allah, insanı yaratmıştır!..

“İNSAN ÜZERİNDEN DEHR İÇRE BİR ZAMAN GEÇTİ Kİ O HİÇBİR ŞEYLE ANILMAZDI!!:.(76-1)

İnsanın yaratılmasından mânâ; esmâ âleminin mânâlarının, terkibiyet hükmüyle, Allah’ın kendi kendini seyri olmasıdır! Bunu daha iyi anlamak için yeniden meseleye, zât, sıfat yönlerini de ele alarak bakalım...

Zâtı itibariyle, yani mâhiyeti itibariyle, sözedilmesi veya fikir yoluyla yaklaşılması mümkün değil!...varolması zorunlu! Yokluğundan sözedilemez!..Zâtı itibariyle!..Niye? çünkü belli bir benliği sözkonusudur!..Benliği olan, yani kendini bilme halinde olan her varlığın, mutlaka bir zâtı vardır...Zâtı, o şeyin varlığını teşkil eder!..Hakikatı, özü mânâsınadır!..Bir şeyin hakikatı, özü, varlığı olmazsa kendi kendini nasıl bilebilir?..

Bu yön itibariyle, zâtının varlığı zorunludur!..ama bu zorunlu olan Zâtının, mâhiyeti hakkında, herhangi bir yaklaşımda bulunabilmek muhaldir.

Çünkü yaklaşım yapacak şey, sonradan yaratılan sonradan meydana gelen bir şeydir...Sonradan meydana gelen bir şeyle, zâta yaklaşabilmek muhaldir!..

Sıfat mertebesi dediğimiz mertebede “kendini bilen bir varlık” kastedilir. Kendi varlığının varolduğunu, kendisinin olmaması diye bir şeyin söz konusu olamayacağını bilmesi hâlidir!..

Kendisinin varolduğunu bilmesi onun “Hayat” sıfatıdır. Kendisinin varolduğunu bilmesi, kendisinde, “ben varım” mânâsının hâsıl olması ki; bu bizim avamî mânâda kastettiğimiz şekilde değil..Yani, hiçbir zaman bir insan kendi kendine “ben varım” demez!.Ama kendinin varlığını bilir. İşte bu kendi varlığını biliş hâli, “varım” diyebilmesi evvelâ varlığı, onun hayat cevherine sahip olması, hayatta olması yönüdür ki, bu da “Hayat sıfatı”dır.

Bu varolduğunu biliş bilme hâli; kendisinin varolduğunu ve ne olduğunu bilmesi hâli, “İlim” sıfatı ile târif edilmiştir!

Bu varoluşunu bilişinin devamı olarak; her varolan ve kendini bilen varlığın, arzusu ve iradesi, dilemesi söz konusudur. Dilemesi yani o şeyi “irade” sıfatı yani “MÜRİD” isminin mânâsı ortaya çıkar.

Bu iradesini, yani arzusunu, isteğini tahakkuk ettirme, “kudreti” zaruri kılar. Kudret olmazsa, irade tahakkuk etmez. Tahakkuk etmeyen bir irade de eksik ve noksan kalır. Eksik ve noksanlık sözkonusu olamayacağına göre, “irade”nin tabiî sonucu olarak “kudret” sıfatı ortaya çıkar.

Kendini tafsili ile bilmesi “semî” ve “Basir” sıfatlarının kaynağını teşkil eder! Kendini bilişinin sonucu olarak bu vukûfiyeti bunun tafsilâtının müşahedesi “Kelim” oluşudur. Bütün bunların sonunda, bir de “Tekvin” yani meydana getirme; yani, kâinatı meydana getirme denilen hâl, sıfat sözkonusudur.

İşte bu sıfatlarla yani bu vasıflarla kendini bilmesi hâli sıfat mertebesini teşkil eder. Bu sıfat mertebesi dediğimiz, kendini bilme hâlinin tabii sonucu olarak; bu varlığın kendindeki çeşitli mânâları müşahede etmesi oluşur.

Bu mânâlar, bir kısmıyla, kendini müşahede yönüyle; bir kısmıyla da, kendindeki özellikleri ortaya koyma, onları seyretme hâliyledir.

Kendinde görmeyi murad ettiği mânâları, târif etme, kendini tanımlama sadedinde olanlara, “Hak’ka ait isimler”; özelliklerini, mânâlarını terkipler hâlinde seyretme sadedinde olan isimlere de “Halka ait isimler” denir!..”Halk kelimesinin mânâsını meydana getiren isimler” demektir!.Meselâ “Rezzak” ismi halkın varlığını gerektirir.. Halkı zaruri kılar! Çünkü rızk verilecek bir varlık olmazsa , rezzak’lık, rızk vericilik sözkonusu olmaz! Öyleyse bir varlık olacak, rızka ihtiyacı olacak, ki rezzaklık yani rızk vericilik mânâsı ortaya çıksın. Bunun gibi!

Ve bütün isimlerin mânâlarının müşahedesi ortamı ef’al âlemidir. Fiiller âlemidir!..

Bu dört âlemi birbirinden ayrı ayrı düşünmek, en büyük gaflet ve hata olur!Perdelenme olur! Hicap olur!..

“Kâinat” ismi altında Zâtından başka bir varlık yoktur!..Kâinatın ardında, özünde, zâhirinde veya bâtınında, zâtından gayrı bir varlık yoktur!..kısacası, kâinatın hüviyeti O’dur! Kâinatın benliği, ona aittir!..O’na ait mânâlar, değişik terkipler şeklinde, değişik isimler olarak, kesret dediğimiz görüntüyü meydana getirir!

Kesret; ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle âşikâre çıkmasından başka bir şey değildir!..Ve bu terkiplere göre seyredilen, âlem, fiiller âlemi dediğimiz ef’al âlemi dediğimiz âlemdir!..Kısacası, fiiller âlemi denilen âlem, ilâhi isimlerin mânâlarının, terkipler şeklinde, bir terkibin diğer terkibe bakışından başka bir şey değildir!..Ve bu açıdan bakarsan, ortada ef’al âlemi diye bir âlemin olmadığını da müşahede edersin!..Bu defa bakarsın ki, fiil dediğin şeyler, aslında fiil olmayıp, terkibiyet hükümlerinin ortaya çıkışıdır! Ama sen buna, fiil diyebilirsin, fiiller âlemi” de diyebilirsin! Ama fiil veya fiiller âlemi diye kastettiğin şey, ilâhi isimlerin terkibiyet hâliyle ortaya çıkışından başka bir şey değildir!.

Evet, şimdi de esmâ âlemi denilen ef’al âleminin de kaynağını meydana getiren ilâhi isimler üzerinde biraz duralım ve isimlerden çeşitli uyumlu ve zıd mânâların nasıl oluştuğunu görelim...

ALLAH`TA İLÂHİ İSİMLERİN ZIDLARI VAR MIDIR?

İlâhi isimlerin mânâlarının âşikâr olmaması hâlinden doğan veya algılayacağımız kuvvetle zâhir olamamasından doğan târifleri, tâbirleri nereye ve neye bağlayacağız, nasıl bunlar meydana gelmiş olacak?

Bu ilâhi isimler “Esmâ-ül Hüsnâ”da da görüldüğü gibi belli ana mânâları mutlak varlığa lâyık olan bir biçimde, şekilde ortaya koyar, târif eder; Bunun zıddı olan mânâlar, meselâ Nur’un zıddı olan zulmet’; veya ilim’in zıddı olan cehalet gibi vasıflar aslında var olmayıp, ilâhi murad gereği olarak; tecellilerin, veyahutta ilâhi isimlerin terkipleri dolayısıyla varmış gibi görünen algılamalardır, mânâlardır...ve bu mânâlar dahi birer hikmettir!..

Herhangi bir hâlin, noksan olarak kabul edilmesi, terkibe göredir!..Allah’a göre ise, her fiil mutlak kemâlinden ibarettir!..Zulmet dediğimiz şey dahil!..”Zulmet” adını verdiğimiz, Nur’un âşikâr olmaması hâli dahi, bir ilâhi kemâlden başka bir şey değildir!..çünkü her kemâl, onun zıddı olan bir başka kem3al ile ortaya çıkar. Eğer zulmet dediğimiz, nur’un âşikâre çıkmama hâli olamasaydı, Nur’un nurâniyeti müşahede edilemezdi!..Nur’un, nurluğu kemâli seyredilemezdi.

Eğer ki; Alim ismi ile kastettiğimiz ilim sahibi mânâsı zâhir olmasaydı, “Cahillik” dediğimiz “ilimsizlik” bilinmeyecekti...İlimsizlik hâli bilinmeyince ilmin kemâli anlaşılmayacaktı.

Mevcut olan bütün ilâhi isimlerin mânâlarının zıdları, o isimlerin kemâlâtının müşahede edilebilmesi için; o isimlerin mânâlarının ortaya çıkmaması sûretiyle meydana gelir!...Ve, o hal de, gene “Hakim” isminin gereğince, bir hikmete dayanmaktadır. Ve o hal dahi bir kemâldir!..

Ayrıca bu gibi isimlerin mânâlarının âşikâre çıkmaması hali aslında söz konusu değildir.

Burası ince bir nokta, buraya dikkat edin; ilâhi isimlerin mânâsının âşikâre çıkmaması hâli söz konusu değildir!..Nur ismi, nur mânâsı ezelden ebede, bâtından zâhire, tam bir ihâta ile yaygındır!..Ancak, o nur isminin mânâsının yokluğunu müşahede etmek, müşahede eden mahaldeki isim terkibinden dolayıdır!...Yani kişi dediğimiz, birim dediğimiz yapıyı meydana getiren, isimlerin bir terkibi değil mi, mânâların bir terkibi değil mi? O terkipte, o ismin mânâsı zayıftır!..O ismin mânâsının zayıf olduğu terkip, o mânâyı dışarıda göremez!..Yoksa o mânâ dışarıda zayıftır, zayıf tecelli ediyordur değil!...Kendi terkibinde o mânâ az olduğu için, zayıf olduğu için, dışarda o mânânın karşıtı olan asıl mânâyı müşahede edemez.

"HAK" VE "HALK" HAKKINDA

İşte bu terkibiyet hali "halk" ismiyle kastedilmiştir. "Hak ve Halk" diyoruz ya. İşte, terkibiyet hâlinin adı "Halk"tır. Hâlik isminden Halk meydana gelmiştir. Halk olmuş dediğimiz şey bu terkiblerdir.

Halketmek, var olmayan bir şeyi var kılmaktır. "Halk" diye bir şey yok!.. İşte yok olan bir şeyi, var kılıyor!.. Ama neyle var kılıyor, gene kendi manâlarıyla!.. Mânâları değişik terkipler şeklinde meydana getirerek, her bir terkipde değişik oranlarda âşikâre çıkartmak suretiyle, halk ismi müsemması meydana geliyor. "Halk" ismi ile işaret ediliyor. Ama "halk" isminin müsemması Hakkın mahiyeti itibariyle Hakkın kendisidir!.. Ancak biz "Hak" kelimesiyle bu Esmâ-ül Hüsnâ`yı, bu Esmâ-ül Hüsnâ`ya sahip olan varlığı kastederiz. Yani, bu isimlerin manâlarının tümünün sahibini!..

Eğer bir terkib durumuyla bu isimlerin manâları bir mahâlde toplanmışsa, o zaman ona "hak" değil "halk" adını veririz!..

Dolayısıyla, terkibiyetten doğan tâbirler, "halk" adına bağlanır, "Hak" adına bağlanmaz! "Hak" dediğimiz zaman, bu isimlerin mânâlarının sahibi olan varlığı kastederiz. Halk veya mahlûk dediğimiz zamanda bu terkibi kastederiz!

Mahlûkta ve halkta dediğimiz haller, halk olarak müşahede edilmesi dolayısıyla, geçerli olan tâbirlerdir. Eğer aynı hallerde o isim terkibinin manâsının aslı olan Hakkaniyetini müşahede edersen; terkibiyet yönünü değil de, o ismin aslını; manâdaki asliyetini müşahede edersen, o zaman "Hak" adını verirsin!

Bu neye benzer; akvaryuma bakıyorsun akvaryumda suyu görüyorsun. Ama, balıkları gösterip akvaryumda yaşıyorlar, diyoruz. Akvaryumda yaşıyorlar, derken akvaryumdaki, "suda" demek istiyoruz. Ama konuşmada, akvaryumdaki "suda" demeden, sadece kısaca akvaryumda diyoruz. Halbuki balık akvaryumda değil suyun içinde yaşıyor!.. Akvaryumdaki suyun içinde yaşıyor!..

Eğer burada sen, akvaryumdaki suyun denizdeki su olduğunu veya göldeki su olduğunu, göldeki sudan farklı bir şey olmadığını müşahede ediyorsan, o suyun göldeki su olduğunu müşahede ettiğin gibi; herhangi bir terkipde ortaya çıkan manânın sahibi olan, o manâya sahip olan ana varlığın müşahede ederek "Hak" diyebilirsin!..

Fakat o mahâlde, bir isimler terkibi olduğunu ve bu isimlerin değişik oranlarda bir araya gelmiş olduğunu müşahede ettiğin zaman, ona "Hak" değil "halk" dersin; ve o noksan olarak nitelendirilen hali ona bağlıyabilirsin.

Zaten noksanlık denilen hallerin oluşması zaruridir ve elzemdir!.. Çünkü o noksan denilen haller olmasa, kemâl denilen mânâ anlaşılmaz, müşahede edilemez!.. Her bir noksanlık, bir kemâlin ortaya çıkmasına vesiledir.ilâhî isimlerin, bu terkiplerle, çeşitli noksanlıklar şeklinde müşahede edilmesi gereklidir ki, o isimlerin kemâl yönleri de neticede müşahede edilebilsin, seyredilebilsin!..

Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde verilecek isim, "halk" ismi olur!.. Sınırsız müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim "Hak" olur. Zâhir gözüyle, "Hak"kı görmek muhaldir! Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne "Hak" diyemezsin, "halk" demek mecburiyetindesin!.. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey terkiptir ve "halk" ismine bağlanır!..

Allah`ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile müşahede edebilirsin derken, ne demek istediğim anlaşıldı mı?

Zâhir isminin de mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah`a aittir!.. Fakat Allah`ı zâhirde görüyorum diyemezsin! Çünkü zâhir dediğin âlem, kısıtlılık âlemidir! Neye göre?.. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene göre!.. Çünkü görme dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil mi?

Dolayısıyla, bu mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar Hak ise de; nihâyet belli bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır. Kayıtlı varlık, kayıtsız varlığı göremez!.. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı görebilir!

Kayıtlı varlığın, kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben "Allah`ı görüyorum" diyemezsin! "Ben Allah`taki mânâlardan meydana gelen âlemi müşahede ediyorum" diyebilirsin!

Allah’ı neyle seyredebilirsin, Allah’ı neyle görebilirsin?..

Allah’ı görmek denen şey nedir?..

Allah’ı görme, bir kere senin anladığın, benim anladığım manâda "görme" fiili değildir! Allah`ı görmek denen şey, "görme" fiili değildir!..

Çünkü, Allah`ı görüyorum, dediğin zaman; Allah isminin mânâsı; daha ilk sohbetlerimizde konuştuk ki, zâtı, sıfatı, isimleri ve efâliyle tüm kâinat bunun içine girer!.. Ve bu kâinatın esmâsı, sıfatı ve zâtını da ihata etmesi şart!..

Böyle bir varlık!.. Halbuki, sendeki görme hali, "görüyorum" dediğin hâl, eğer fiil mertebesindeki göz dediğimiz noktayı da kaldırırsak ortadan, bir idrâktır. Bir ilimdir!.. Peki...?

İdrâk, Allâh`ı idrâk edebilir mi?

 "GÖZLER O`NU iDRAK EDEMEZ; FAKAT O, GÖRÜŞLERİ iDRAKTADIR" (6-103)

 İdrâk. Zâtı itibariyle Allah`ı idrak edemez, çünkü idrak dediğin şey, isim mertebesinde meydana gelmiş bir mânânın, fiil mertebesindeki ifadesidir!..idrak, müdrikeye dayanır, idrak gücüne dayanır! Bu idrak gücü de esmâ mertebesinde meydana gelir.ilim sıfatının esmâ mertebesindeki mânâsı, efâl âlemine yansır idrakı oluşturur.ilim, sıfat mertebesindeki var oluştur.

Öyleyse sen bunların hangi düzeyinden bakarsan bak, neticede Allah isminin mânâsını senin görebilmen muhaldir!.. Ama şu da bir gerçek ki; Allah`tan başka bir varlığını görüyorum dersen, o da yalandır, iftirâdır!..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:54:41sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"RAB" NE DEMEKTİR?

Ef’al mertebesi dediğimiz mertebede tasarruf eden, ef’al mertebesini meydana getiren, mutlak varlıktır. Allah’tır!

Ef’al mertebesini meydana getirmesi ve ef’al mertebesinde mutlak mutasarrıf olması hasebiyle "Rab" ismiyle anılır.

Evet, "RAB" terbiye edici, mürebbi anlamındadır. Ancak, bir annenin çocuğunu, bir öğreticinin öğrenciyi terbiyesi gibi bir terbiye asla anlaşılmamalıdır; çünkü bu tür anlayış, tam bir bataklığa saplar insanı!.. Çünki bu anlayış, neticede bir sen ve bir de seni terbiye eden, senden ayrı, yukarıda ikinci bir TANRI anlayışına sürükler seni!..

"RAB" kelimesindeki terbiyeyi nasıl anlayacağız öyle ise?..

"RAB" Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rubûbiyet ise ilahi isimler diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma özelliğidir.

Meseleyi bu şekilde anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, senin varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu ilâhî isimler, sende "bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla" âşikâre çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta kendisidir.

Evet sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah`dan gayrı bir varlık değilsin.

Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm manâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikatı tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve manâlar şeklinde tanırsın.

İnsanın "rabbını" bilmesi; "insan" ismiyle kastedilen varlığın, "İlahi isimlerin bir terkibi" olduğunu bilmesidir!..

Her "insan", ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hak`tır!

Senin rabbın, sendeki mânâların terkibiyet hâlidir!..

Senin Rabbınla, Ahmed`in Rabbı hem ayrıdır, hem aynıdır!.. Terkibiyetleri yönüyle ayrıdır; terkiplerin mâhiyeti yönüyle aynıdır!..

Rabbını bilen, isimleri yönüyle, Allah`ı bilmiş olur. Yani, isimlerin mânâları yönüyle Allah`ı bilmiş olur!.. Yani isimler mertebesinde, Allah’ı bilmiş olur!.. Halbuki, "Allah" ismi ise, zât, sıfat, esmâ ve ef’al mertebelerinin tümünü içine alan bir isimdir. Oysa burada

"Rabbı" bildiğin zaman, esmâ mertebesi itibariyle bilmiş oluyorsun! İsimleri bilmek hasebiyle, Allah`ı bilmiş oluyorsun! Her ne kadar isimlerin manâları, o benliğe, o hüviyete ait ise de; o benliği ve hüviyeti, isimleri perdesi arkasından müşahede edebiliyorsun!..

Peki, isimler perdesi arkasından değil de, bizâtihi sıfat mertebesiyle bilmek nasıl olur?

Terkibiyetin; terkibiyetinden doğan huy ve karakterin ve tabiatın; tabiat kaydı altında bulunman sözkonusu olduğu sürece, sıfat mertebesindeki benliğini bilebilirsin fakat bu, bilgiden öteye geçmez!..

İşte bu sebepledir ki, "rabbını bilen" "Allah`ı bilmiş" olmaz!

Rabbını bilmesi, bir kişinin cehennemden kurtulmasına yol açmaz! Rabbını bilmesinin ötesinde; kendi rabbının hükmü altından çıkabilmesi zarureti sözkonusudur!..

Rabbının hükmü altından çıkabilmesi de, rabbını bilmesi, rabbının ötesinde Allah adıyla işaret edileni bilmesi; ve Allah`ın hükümleri gereğince, Rabbının kaydından kurtulması gerekir!..

Demek ki "Allah ahlâkıyla ahlâklanmak", zâtında ve benliğinde Allah`tan gayrının var olmadığını müşahede etmekle ve ef`âl mertebesinde bütün ilâhî isimlerin dengeli, ölçülü, kontrollü ve bürünme hükmüyle ortaya çıkışını seyretmekle mümkün olur.

Bütün bunlar ancak ve ancak, kendinde vehmettiğin, birimsel, izâfî şartlanmadan doğan "kişisel benlik" duygusunun ortadan kalkmasından sonra oluşan yaşam şekilleridir.

Varlıkta, Allah`tan gayrının mevcut olmadığına şahîd olacaksın. Artık, vehmî, şartlanmadan ve beş duyunun aldatmacalarından ileri gelen varlıklar zannı senden kalkacak!..

Bütün varlığın, kül halinde, tek bir varlık olduğunu müşahede edeceksin. Hak`tan söz edildiği zaman, "Hak" isminin mânâsını Zâtında göreceksin, müşahede edeceksin; ondan sonradır ki, bu söylenilenler sende yaşanacak!.. Ondan evvelki biliş, sadece öğreniş, kabulleniş, imân, takliden tasdiktir!.. Yaşama olmaz!..

İşte bunu yaşayabilmek, bunu hissedebilmek, bunu fiiller düzeyinde müşahede edebilmek için, izafî varlığa ait izâfî (göresel) benliğin ortadan kalkması için, buna ait huyların ortadan kalkması lâzımdır, zaruridir!

İzâfî varlığın "yokluğu" konusundaki şüphe ve endişeler gittikten sonra; şuurunda, izafî varlık hükmünü doğuran huyların, davranışların, şartlanmaların, tabiâtların da ortadan kalkması sözkonusudur.

Bunlar kalkmadan, TEK`liği yaşayabilmek gene mümkün olmaz. Evvelâ bunlar kalkacak, sonra gereken isimlerin manâlarına bürünmüş olarak fiilleri ortaya koyacaksın.

Kaldırmaktan kasıt ne?..

Kaldırılacak, ortadan yok edilecek bir şey, gerçekte yoktur!..

Öyle ise kaldırmaktan murad, sende zuhur eden manâları dengelemek; ağır basan manâların kaydından çıkarak, hafif kalan manâları ağırlaştırmak şeklinde değiştirme demektir. Böylece eski ağırlıklarla oluşan mânâ ya da fiiller sende ortadan kalkmış ve yerine başka mânâlar ve fiiller gelmiş olur!..

Meselâ cimrilik dediğimiz haslet, sendeki bir ismin mânâsının yeterli ağırlıkta zuhur etmemesine bağlı olarak ortaya çıkmış bir haslettir!.. Şayet, bu ismin mânâsı sende ağırlık kazanırsa, cimrilik özelliği sende hükmünü yitirir ve elaçıklığı ve hatta daha da ileri özellikler ortaya çıkar. Bu da zikir yoluyla beyin programında meydana gelecek değişiklik sonucu ortaya çıkar ancak.

Öyle ise, kendinde mevcut olup, ancak belli programlanma dolayısıyla bir kısmı ortaya çıkabilen, çeşitli mânâların keşfolunması ve dengeli bir biçimde ortaya çıkışı nasıl olacaktır?..

Yani, Allâh`ın ahlâkıyla nasıl ahlâklanacaksın?..

Bütün bunları gerçekleşmesi için iki yol vardır:

 A - Dıştan içe gidiş.

 B - İçten dışa geliş.

 Birinci şıkkın gerçekleşmesi nispeten daha kolaydır. Dıştan içe gidiş dediğimiz şeklin gerçekleşmesi, daha önce o hedefe ulaşmış bir kişiyi bulup; onun, senin tabiatına, huylarına, istek ve arzularına ters düşen emirlerine körü körüne sürekli tâbi olarak; yeni bir şekle, tarza, manâya geçiş yoluyla mümkün olur!..

Daha sonra da bu mânâları kavramaya çalışırsın!..

"ALLAH BOYASIYLA BOYAN." (2-138)

İkinci şıkkın, yani içten dışa gelişin gerçekleşmesi ise bir ölçüde daha zordur. Bunun için geniş tefekkür yeteneğine sahip akla ihtiyaç vardır!.. Ta ki yapılan çalışma ve araştırmalar sonucunda, kendinde mevcut tüm manâları keşfedebilesin, sonra onlarla boyanabilesin. Böylece Allah`ın boyasıyla boyanmış olasın!..

Allah`ın; önce bilinen tüm isimlerinin m3anâlarını, sonra da bilinmeyen sayısız isimlerin m3anâlarını kendinde keşfedip, kendini tanıyasın. Zira...

Neyi, niye, nasıl, hangi hedefe yönelik olarak yaptığını bilmeden ortaya koyduğun her hareket "tabiî"dir. Yani, tabiatının gerektirdiği bir biçimde!..

Tabiatının gereği olarak ortaya koyduğun her hareketin karşıtı hareket de senin azâp duymana yol açan şey olur!.. Zaten cehennem de, senin tabiat, huy benlik kayıtlarında kalmanın manâsından başka bir şey değildir, manevî yönü itibariyle!..

Tabiâtlar, huylar, benlik, cehennem ateşi olduğuna göre, karşındakinin huyuna tabiatına, benliğine uygun olarak yaptığın her hareket ve konuşma, gerçekte, onun cehennem ateşini arttırmaktan, alevlerini körüklemekten başka bir şey sağlamaz!..

Oysa, bu hareket ona, şu tabiî yaşantısı gereği, sanki nimetmiş gibi tad vermektedir!..

Diğer taraftan, onu, tabiatının, huyunun, benliğinin zıddına davet ettiğin, hoşlanmadığı hareketleri yaptığın ve bunlara katlanmasına; nihâyet bunları hoşgörü ile karşılamasına yolaçtığın zaman ise, ona cennete davet elini uzatmış olursun!.. Çünkü, bu davranışları kabûlü neticesinde, bir süre sonra ona azâb verecek herhangi bir davranış ya da olay kalmaz olur!..

Kişinin üzülmesine, sıkılmasına, azâp duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin kökeninde, kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiâtı, ya huyları; yani, bunlarla kendi hakikatını, kayıt altına alması yatmaktadır!.. Bu kayıtları kırabilirse, kendine azâb veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; dünyada yaşarken cehennemden azad edilmişlerden, diye târif edilenlerden olacaktır!.. Aksi takdirde, dünyada yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azâblar çok çok uzun bir süre son bulmayacaktır.

Hakk`ın rahmetinden, Rasûlullah`ın şefaâtinden murad, kişiyi "rabbının kulu" olma kayıtlılığından, "Allah`ın kulu" olma genişliğine geçirmedir.

Yani, tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı kişiliğinden hakî benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatını yaşamaya davettir.

Şayet Hak, bir kuluna sonsuz nimetinden içirmeyi murad ederse, onu kendi huylarının, tabiatının, benliğinin esiri olmaktan kurtarıp; yani ölmeden evvel bu saydığımız özelliklerinden, dolayısıyla kişiliğinden öldürüp, aslına ve hakikatına kavuşturur!.. Böylece o kul, Allah`a vâsıl olur!..

DİKKAT EDİLMESİ ZORUNLU BİR İNCELİK

Benliğinin izâfî bir benlik olmayıp, mutlak benliğin ta kendisi olduğunu müşahede edenlerin karşılaştığı en büyük varta, en önemli hakikattan sapma noktası işte burada karşıya çıkmaktadır.

Müşahede sahibi, bakar ki varlıkta mevcût tek bir "nefs" vardır; ve o da kendi benliğidir -ama bunu bireysellik "ben"i olarak sakın algılamayın-!..

Ki bu "Nefs" RUBÛBİYET ZÂTINDAN meydana gelmiştir. Öyle ise dilediğini yapar!

Ancak ne var ki, burada hatırlanması gereken bir büyük incelik daha vardır.

Tabiatın iktizası olup, kayıtlılığa girmeyi oluşturan fiîlleri meydana getirmek, mutlak benliğini yaşamayı engelleyen en önemli perdeleri oluşturur. Zatî tenzih ve takdis, izâfî benliği oluşturan ve bunun içinde kaybolmayı sağlayan tabiî davranışlardan, huylarla kayıtlı kalmaktan, âdetlere tâbi olmaktan kaçınmayı zarurî kılar!..

İsterse bu davranışlar, kökeni itibariyle rubûbiyet hakikatına dayansın!..

Nitekim Rubûbiyet sırrına erdikten sonra, dini yasakları yasak olarak kabul etmeyip, emirleri tutmayanların bu yanlış yapmaları, mutlak manâda benliklerini tanıyamamış olmalarından; ya da yol arkadaşlarının kendilerini uyaracak düzeyde olmamasından ileri gelmektedir.

Halbuki, Mutlak mânâda benliğini bulanlar, yani rubûbiyet sırrından sonra, Vahidiyet ve Ulûhiyet tecellisine de nail olanlar, artık kendi hakikatlarını esmâ, sıfat ve zât mertebesinden müşahede ettikleri için; fiil düzeyinde rubûbiyetlerini ispat endişesinden kurtulmuşlardır. Her mertebenin hakkını verecek kemâl onlardan zâhir olur!..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:55:21sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

VARLIĞIN HAKİKATI

Şimdi yukarıda anlatageldiğimiz hususu bir başka yönüyle yeniden ele alalım önemine binâen.

Beyin, yapısı ve terkibi itibariyle zerrelerden oluşmuştur. Yani, hücrelerden hücrelerin özüne inersek moleküllerden, atomlardan.

Buna işaret babında da "zerre" tâbiri kullanılıyor, en küçük nesne manâsına. Düşünülebilen en küçük nesne manâsına.

Her zerrenin, zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve efâliyle Haktan gayri bir şey olmaması hasebiyle, "beyin" ismi altında da, zâtıyla sıfatıyla, esmâsı ve efâliyle haktan gayri bir şey mevcut değildir. Çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarına karşılık olan beyin devrelerinin açılışı ve faaliyete geçirilişi, ancak beynin ilk oluşum devresi için sözkonusu. Az önce dedik ki, taş, yıldız, hayvan gibi isimlerin ardında, Hak`kın varlığından başka bir şey mevcut değildir!.. Bir yıldız ya da takımyıldız, burç dediğimiz sistemler dahi belirli mânâları ihtiva eden yoğunlaşmış kitleler.

Böyle olunca, belirli bir mânâyı hâvi olan kitlelerin yaydığı radyasyon, oluşması devresinde beyinde, kendi yapısına uygun manâların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu radyasyonlar beyne ulaştığı zaman, kendi anlamı türünden bir çalışma tarzını beyinde meydana getirir. Ve beyinde oluşturduğu manânın neticesini de biz fiil ya da düşünce şeklinde o birimde müşahede ederiz!..

Hangi türden mânâlar, o beyinin oluşumunda ağır basmış ise, daha sonraki yaşamında, artık o beyinden, oluşumuna uygun davranışlar çokça meydana gelir; ki, bunun anlamı da "o kişiye o tür işlerin kolaylaştırılması" olur!..

Doğum tarihine kadar olan süre ve doğum saati itibariyle, beyin bu tesirleri aldı va almasıyla birlikte de bu tesirlerin manâlarını ortaya çıkarabilecek kabiliyeti elde etti.

Esas itibariyle, bütün insanlardaki beyinler ana yapı olarak birbirine benzer! Ancak, aldıkları tesirler ve bu tesirlerin beyinlerde çalıştırdıkları bölümlerin farklı oluşu, genelde, insan kelimesiyle tanımlanan bu birimlerdeki farklı davranış ve düşünüş şekillerini meydana getirir.

"ALIN YAZISI" denilen şey, bu tesirlerden başka bir şey değildir!.. Keza, kişinin kendisinde mevcut olan "LEVH-İ MAHFUZ"u dahi, onun istidat ve kabiliyeti böylece tesbit edilmiş olan, beyinden başka bir şey değildir!..

Evren`de oluşan her şey, tamamıyla "FİZİK-ŞİMİK-KOZMİK" diye tanımlamaya çalıştığım sebepler-sonuçlar dizisinden başka bir şey değildir! Ki bu da:

-ALLAH`IN (SÜNNETULLAH) Â`DETLERİNDE BİR DEĞİŞİKLİK OLMAZ!" (Fâtır-43)

hükmüyle açıklığa kavuşturulmuştur.

Mucize denilen, olağandışı kabul edilen olaylar dahi, Allah`ın âdetleri düzeni içinde gelişir. Kısacası, Kâinatta sihirbaz değneğine yer yoktur!..

Bizim, o olayı oluşturan sebeplerden habersiz olmamız, o olayın bir sihirbazlık ya da hokkabazlıkmışçasına oluştuğuna delâlet etmez!..

Evet, beyin temel yapısı itibariyle, aslının, yani varlığının "Hak" oluşu itibariyle, kendisindeki 99 ismin manâsını ortaya çıkarmaya istidatlıdır. Bu 99 ismin manâlarının değişik şiddetlerde ve değişik tertipler halinde ortaya çıkışı birimler arası farkları doğurmaktadır. Bu arada kişiden beş - on, ya da kırk beş ismin ortaya çıkışı gibi anlatımlar, izah sadedinde ve teşbih yolludur.

Esas mânâda her beyinde bu 99 ismin mânâsı ortaya çıkmaktadır. Ancak bu ortaya çıkış değişik kuvvetlerde ve belirli bir terkip halinde oluştuğu için, sayısız farklılıkta insan meydana geliyor.

Bütün bunlar da bahsettiğimiz radyasyonların beyinde meydana getirdiği tesirler ile ve o kişide soyu yolundan oluşan genler vasıtasıyla meydana gelmede.

Bir an genler hususuna işaret edelim. Ana - babadan intikal eden genler, ana - baba ve daha önceki cedlerden alınan tüm kayıtları beyne ulaştırırken; bu kayıtlar, ancak kendi özelliklerini ortaya çıkarabilecek kabiliyette bir devrenin açılması halinde o beyinden dışa vuruyor!..

Açmaya çalışalım bir misâlle.

Ana koç burcundan bir kafaya, baba kova burcundan bir kafa yapısına sahip ise, çocuk kafa olarak kova ise baba özelliklerini, Koç ise ana özelliklerini düşünce planında ortaya koyar. Ya da çocuk diyelim ki bir oğlak ise, bu defa dede veya nine oğlağın özelliklerinin, görülmesine vesile olur ki, bu yüzden nineye çekmiş denilir. Ya da halaya çekmiş denilir.

İşte bu durum, genlerle intikal eden bilgilerden çocuğun ancak kendi açılışı istikâmetinde yararlanabileceğini göstermektedir. Esasen bu konu çok geniş olmasına rağmen, bu kitapta daha fazla bu hususa yer veremiyoruz.

Evet, terkipten gelen mânâların kişide hissedilir hâle gelmesi, belirli ana duyguları meydana getirir. Meselâ hoşlanma, kızma, üzülme, sahih çıkma ve bu gibi. Duygular ise, şartlanmaları istikâmetinde ortaya çıkıyor, o anda aldığı tesirlerin, kozmik tesirlerin gücü oranında.

-Allah kazasını yerine getirmek istediği zaman kişinin aklını başından alır ve o kişi bu halde iken, o işi işler. Sonra Allah aklını iade eder ve bu defa kişi yaptığına pişman olur ve "niye ben bunu yaptım" der. Böylece Allah`ın kazası yerine gelmiş olur." (Deylemî)

Bu açıklamadaki "akıl alınma" olayı, o anda, o kişinin gelen astrolojik tesirler altında, aklî fonksiyonlarını yeterince kullanamaması ve bunun neticesinde duyguları veya içgüdüleri doğrultusunda o fiili ortaya koyması ve daha sonra, o tesirin hükmü geçince de aklının normal çalışmasıyla, yaptığından pişman olmasıdır!..

Bu gibi durumlar genellikle, yükselen burcuna sert gelen mars radyasyonu ve onu aniden birkaç katı şiddetlendiren ay transiti anında olur. Genellikle 24 saat içinde her şey gelişir, oluşur, biter!..

Beyinde, belirli tesirlerin gelişiyle birlikte, belirli bir çalışma başlıyor. Bunun sonunda o da, mânâ, fiîl şeklinde ortaya çıkmış oluyor!.. Gelen ışınım beyinde meydana getirdiği kendi mânâsına uyan çalışmayla, kendi anlamında olan bir fiilin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Hangi tür mânâ, oluş sırasında beyne gelmişse, beyin daha sonraki yaşamında, faaliyetinde ona uygun mânâları ortaya çıkarıyor.

Doğum tarihi ve saati itibariyle beyin ilk tesirleri aldı. Böylece bu tesirlerin mânâları istikâmetinde beyinde âşikâre çıkacak kabiliyet oluştu. Bu kabiliyet ile o beyin de Hak Telâlâ isimlerinin anlamlarını andıran, mânâları fiile dönüştürmeye başlar. Yani, o beyinden sâdır olan fiiller, o isimlerin mânâlarının, geliş kuvvetine göre o mahalden çıkışından başka bir şey değildir!

Böylece falanca kişinin "kişiliği" dediğimiz şey meydana gelir.

Beyin, temel kabiliyeti itibariyle aslının, zâtının yani kendinin Haktan olması dolayısıyla 99 ismin manâsına sahip. Bu 99 ismin mânâlarının ise değişik kuvvetlerde ortaya çıkışı söz konusu. Esas manâda, her beyinde genellikle bu 99 isim ortaya çıkıyor. Fakat değişik kuvvetlerle ve belli bir terkib halinde. Bu terkibi de, bahsettiğimiz doğum sırasındaki oluşum meydana getiriyor!

Bu terkibin hissedilişi, "duygu" adını alıyor.

Bedende belli fiîlleri oluşturması, "huylar" dediğimiz karakter dediğimiz yapıyı meydana getiriyor.

Bu isimlerin terkibinin bedene yansıması, bedenin -tabiâtı’ dediğimiz şeyi meydana getiriyor.

Yani, "tabiat", "huy", "duygu" dediğimiz şeyler bedene nispetle, karaktere nispetle, duygulara nispetle terkibin manâlarıdır. Bu terkib, kişiliğe nisbetle anlatıldığı zaman huy, karakter, tabiat adlarını alır.

Bu terkip senin rabbın olur. Yani bedende hükmeden, bedeni yürüten, bedeni götüren Rab, bu ilahi isim terkibidir.Her birim için rabbına tâbi olmak, mutlaktır!.. Rabbına tabi olmayan, hiçbir zerre yoktur!.. Her zerre Rabbının hükmünü yerine getirir.

Hud sûresinin 56. âyetinde de Hud Aleyhis-selâmın ağzından bu manâ şöyle ifade edilir!..

-YERYÜZÜNDE YÜRÜMEKTE OLAN HİÇBİR ŞEY YOKTUR Kİ RABBIM ONUN ALNINDA ÇEKİP GÖTÜRMESİN!"

Yani, rubûbiyet mertebesinde, bu ilâhî isimlerin manâlarının ortaya çıkması, o mahalde Rabbın hükmünün yerine gelmesidir.

Bütün isimlerin mânâları, kuvvede, sende mevcut!.. Ama senin terkibin bu isimlerin değişik kuvvetlerde, fiil mertebesinde, fiiller olarak ortaya çıkışına yol açıyor.

Hadîs olduğu rivâyet edilen, bazılarınca da Hz. Ali`ye aittir denilen "men arefe nefsehu fakad arefe rabbehu" şeklinde arapçası ifade edilen sözün, kısacası "men arefe" lâfzının sırrı nedir?..

İşte "men arefe" sırrı, bu anlattığımız sırdır! "Men" kim ki veya kişi, "arefe nefsehu", nefsine ârif olursa, yani "nefsinin ne olduğuna" irfanı olursa; ancak dikkat edin, başında kişi var, kim ki var. Kişi veya kim ki denmesinin sebebi şu; henüz burada kişilik kalkmış değil!..

Belli bir terkip var, bu terkible, terkibinin ne olduğuna vukûfu söz konusu. Kendi mevcut terkibi ile, kişiliğiyle, kişiliğinin ne olduğuna, "nefis" adıyla kastedilen bu benliğinin ne olduğuna irfan sahibi oluyor.

"Nefsi" dediği şey, ilahî isimlerden başka bir şey değil; ilâhî isimlerin terkip!.. İşte, "nefis" dediği bu benliğine ârif olduğu zaman, Rabbına ârif olmuş oluyor! Ki Rabbı da kendisinin kişiliği, diye isimlendirilen varlığını oluşturan ilâhî isimlerdir! Bu esmâ terkibidir ve bu da "Hak"tan başka bir şey değildir!..

MÜKELLEFİYET NEDİR, NEDENDİR?

Mükellefiyet nedir?

Mükellefiyetin çeşitleri nelerdir?

Mükellef kimdir?

Bunların üstünde duralım.

Mükellefiyet nedir? Teklif olunan şeyi, yerine getirme mecburiyetidir. Yani, sana bir şey teklif edilecek ve sen o şeyi yerine getirmek zorunluğunda olacaksın. İşte, senin bu hâline mükellefiyet denir? Şimdi varlığının bu esmâ terkibinden başka bir şey olmadığını idrak ettiğin anda, Rabbı müşahede ediyorsun!.. Bu Rabdır! Peki, "Rab" nasıl mükellef olur? Rab bir şeyi yerine getirmekle nasıl mükellef olur?..

O takdirde, kendi varlığının ve aslının "Hak" olduğunu anladığın için mükellefiyet hali kalkıyor üzerinden (!) Hak mükellef olur mu?.. Olmaz (!) diyorsun, kalkıyor!..

Fakat gerçekte kalkar mı, kalkmaz mı?

İşin önemli yanı burası! Eğer, bunu anlamakla kalkacak bir nesne olsa; bunu anladığın zaman, bütün mükellefiyet kalkar, denir; din bu noktaya kadar olup, bundan sonra geçerli olmaması lâzım gelirdi!..

Halbuki geçerli!..

Geçerliyse, nasıl ve neden geçerli?İşte bu noktaya geldik. Senin belli bir esmâ terkibi olarak, belli fiilleri ortaya koyuşunun neticesinde, beşeriyet yönünden, belli huy, tabiat, karakter diye adlandırdığımız yönlerin var.

Rabbının hükmü olan bu esmâ terkibi olarak yaşadığın sürece, sen zaten Rabbının zikrindesin ve hâkiki mânâda ibâdetini yapmadasın; varoluşunun hakkı yerine gelmede! Ama bir ince nokta var!

Zâhir yönünden sen, bu terkip olarak yaşadığın sürece, bu terkibin ortaya koyduğu fiil; zâhir yönünden konuşuyorum; belli bir enerjinin "ruhâniyet" dediğimiz radyasyonun, ruhta oluşmasını sağlayamıyor!.. Sadece, normal hayvanın yaşadığı gibi yiyor, içiyor, görüyor, biliyor fakat ekstra bir enerji üretimine geçerek bu radyasyonla ruhâniyetini kuvvetlendiremiyorsun!.

Bu ruhâniyetin kuvvetlenememesi dolayısıyla da öldükten sonra cehennemden kendini kolaylıkla kurtarıp, sırattan kolayca geçip, cennete varılamıyor!..işin zâhir yönünden sebebi bu.

Bâtın yönünden sebebi: Senin varlığının Hak olmasına ve sen rabbının kulu olmana rağmen, Rabbının kayıtlarından Rabbani kayıtlardan kendini kurtarıp, Allah`ı tanıyamıyorsun ve Allah`tan mahrum kalıyorsun!

Allah ismi, 99 ismin, 99 isim diye târif edilen isimlerin ve daha nice sayısız isimlerin mânâlarının karşılığıdır. Halbuki sen, bu terkip olarak kaldığın sürece, her ne kadar bu isimler senden çıkıyorsa da, kendi tabiî haliyle senden çıkıyor!.. Terkip oluş şekliyle senden çıkıyor!.. Tabiî haliyle, senden çıktığı için de, senin "senliğini" oluşturuyor ve "senliğinde" tahakküm ediyor!.. Hüküm altındasın!

Burada bu isimler bunu meydana getirdiği gibi, tabiî olarak daha sonra da yani biyolojik bedenin terkinden sonraki hayatta da, gene aynı tabiî akış içinde gidecek ve bu tabiî akışları meydana getirecek!.. Bu da cehennemin manevî azâb yönü!

Bunun dışında, Allah`ı tanımaktan mahrum kalmak en büyük azâb!.. Niye?.. Çünkü sen kayıtlı, sınırlı, ölçülü, tahditli bir biçimde yaşama durumundasın!..

Kendi Hakikatının genişliğinden mahrumsun! Rabbının hükmünden çıkamıyorsun!..

Rabbının hükmünden çıkamaman, Allah’ı tanımaman demektir!.. Halbuki, Allâh`a vâsıl olmanın 3 şartı vardır.

Birincisi: "Men arefe" sırrı "Men ârefe Nefsehu fakad arefe Rabbehu". Yani, nefsine ârif olacaksın ki; Rabbına ârif olabilesin! Rab kelimesiyle kastedilen şeye ârif olman, nefsine ârif olmanla mümkündür!.. Bu birinci aşama!..

İkinci aşama: "Mübdî marifet" sırrı denilen Rabbının, yani seni meydana getiren esmâ terkibinin sınırlarını genişleterek, kaldırarak; Allâh`ı tanıyacaksın.

Allah`ı tanıman ancak senin terkibinde, cüzî miktarda olan isimlerin mânâlarını diğerleriyle eş ağırlığa eş düzeye getirmekle mümkündür. Ve bu isimlerin tabii olarak sende hükmetmesi değil; senin bu hakikatı idrak ederek, bu isimlerin mânâlarını dilediğin anda, dilediğin mahalde, dilediğin şekilde kendinden ortaya koymanla mümkün olur.

Yani "Rabbanî sınırlardan", "İlâhî genişliğe" yayılabilmek, bu ilâhî isimlerin tümünü eşit ağırlıklı olarak yerine ve haline göre ortaya koymak ile mümkündür.

Bu terkip dışı mânâları ortaya koyabilmek de ancak fiille mümkündür. Çünkü isim eşittir fiil dedik!.. Fiil isimdir, isim fiildir! Dolayısıyla sen o fiili ortaya koymadıkça, o ismin mânâsını ortaya koymuş olmazsın. Fiili ortaya koymak ismin mânâsını ortaya koymaktır.

İsmin mânâsını müşahede etmek, onu fiil düzeyinde görmektir. İkisi aynı şeydir. Sen terkibinin dışında olan fiilleri ortaya koyacaksın ve bu fiillerin neticesi olan mânâlar sende kuvveden fiile çıkmış olacak.

Âhirette saadet ehli 2 grubtur.

1-Cennet ehli, (bühl sınıfı)

 2-Allâh ehli. (irfân ehli)

Temelde, bütün cehenneme gitmeyenler, bu ikiye girer. Cennet ehli, İslâm dininin, yani şeriât denilen zâhir emirlerini yerine getirmekle cehennemden kurtulurlar cennete giderler. Nasıl?

Onların belli bir terkipleri var mı? Var! Bu terkiplerine zor gelecek bir biçimde, şeriâtın zâhirde koyduğu emirler var. Namaz var, oruç var, abdest var, sadaka var, zekât var, hacc var birçok böyle emirler var. Bu emirler, zaten onların tabiatlarına, huylarına ters düşen şeyler, ama Allah korkusuyla bunları yapıyorlar mı, yapıyorlar!..

Bunları yapmakla, kendilerinde hiç olmazsa asgari düzeyde terkip değişikliği meydana getiriyorlar! Bu terkip değişikliği yapmaları hasebiyle, asgari ölçüde belli isimlerin mânâları onlarda zuhura gelmiş oluyor! Zorlanarak kendi terkibinin dışında, belli mânâları ortaya koyuyor! Cehennemden kendini kurtarmış oluyor bir diğer mânâda. Demin, ruhaniyet babından söyledik. Şimdi de isim terkibi yönünden söylüyoruz. Avamın cennete gidişinin durumu böyle.

Bir de Allah ehlinin Allah`ı bulması söz konusu...

Allah ehlinin Allah`ı bulması da, kendisinde kuvvede kalan isimlerin mânâlarını bilfiil tatbik edip ortaya koymak suretiyle bu isimleri tanıyıp bulmaya çalışıyor. Bunun neticesinde Allah`ı isimleri yönüyle biliyor. "Men ârefe sırrı" ile Rabbını bildiğin zaman, şu hakikatı idrak ettiğin, müşahede ettiğin zaman "ilmel yâkin" düzeyine gelmiş olursun.

Rabbının sınırlarından Allah`ın genişliğine yayılmaya başladığın zaman ki; bu genişlemenin yayılmanın nasıl olacağını izah ettik; "Aynel yakin" düzeyine gelirsin."

Üçüncü şart: Bu yayılmanın nihâyetinde, "Mûtu kablel ente mût" hükmü ile senin şuurunda terkib sınırların ortadan kalkıpta; sen, yerine, haline ve şanına göre, dilediğin gibi bu isimlerin mânâlarına bürünebilip, ortaya bu mânâları çıkarttığın zaman; "ölmeden evvel ölmüş" olursun!..

"Ölmeden evvel ölmek" demek, senin şuurunda, terkibinin hükmünü ortadan kaldırarak, dilediğin isme dilediğin anda ve şanda bürünerek, o ismin mânâsı olan fiili ortaya koyman demektir. Şimdi burada konu şuraya geliyor..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:56:35sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"RUBÛBİYET"E GELİNCE

Peki Rubûbiyet mertebesi neresidir?.. Nerede, Rab hükmünü icra eder?..

Şehâdet âlemi dendiği zaman, bazılarının anladığı gibi, biz sadece madde âlemini anlamayız!.. Melekût âlemi denen melekler âlemi de gene bu ef`âl âlemi içine girer. Yani Esmâ âlemi dışında kalan âlem, ef`âl âlemidir!..

Bu şehâdet âlemine, ruhlar âlemi denilen âlem, melekler âlemi denilen âlem, cinler âlemi denilen âlem girer; hepsi de ef`âl âlemi hükmündedir!..

Ef`âl âlemi içinde mevcut bulunan varlıkların hepsinin, Rabbı Allâh`tır!..

Kısacası âlemlerin Rabbi Allah ismiyle işaret edilendir! Allah, Rabbül âlemindir!.. Bütün âlemleri meydana getiren, yöneten, bütün âleme tasarruf eden, bütün bu varlıkların varlığını meydana getiren "Rab"dır. Rubûbiyet mertebesidir!..

Buradaki "Rab"lık kavramı. "Rab"lıkla kasıt nedir? "Rab"lığı meydana getiren, "Rab"lık mefhumunu meydana getiren şey, esmâ mertebesidir; yâni Rubûbiyet mertebesi dediğimiz mertebe, Esmâ mertebesidir. İlâhî isimler diye bilinen, Esmâ-ül Hüsnâ diye bilinen isimlerin müsemması, Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün âlemler, ilâhî isimlerin mânâlarının âşikâre çıkışından başka bir şey değildir; ve âlemlerde, ilâhî isimlerin mânâlarından başka bir şey yoktur.

Ancak bu âşikâre çıkış, bütün isimlerin mânâlarının bir terkip hükmüyle âşikâre çıkışıdır.

Fiiller mertebesinde, mânâlar mertebesinin âşikâre çıkışı, terkibiyet hükmüyledir. Burayı iyi anlamak lâzım.

İsimler mertebesi dediğimiz mertebede, bütün isimler tüm hâldedir. Bir bütün halindedir!.. Yani, isimler arasında bir tefrik yoktur. Esmâ mertebesinde, târif sadedinde, varlık "tek"dir denir. Bütün mânâlar kendinde mündemiç olan tek bir varlık!.. Bu tek bir varlıkta, bütün mânâlar, tek bir mânâ halinde mevcuttur.

Bu mânâlar âşikâre çıktığı zaman, çıkış şekline göre terkipler hükmüyle ortaya çıkar!İşte bu terkipler hükmüyle âşikâre çıkışı da çokluk kavramını meydana getirir!.. Çokluğu meydana getirir ama, kesretin aslı vahdettir!.. Yani, çokluğu meydana getiren isimler ayrı ayrı isimler olmasına rağmen, aynı varlığın isimleri olması hasebiyle aynı, tek bir varlıktır.

Şimdi burada bir misâl verelim. Meselâ bir kişiyi ele alalım; bu kişide çeşitli vasıflar var, diyoruz. Cömertlik, zekâ, korkaklık, asâbiyet v.s. Bu ayrı isimlerle kastetdiğimiz vasıflar hep aynı kişiye ait mânâlar değil mi?.. Bu mânâların çokluğu o kişinin çokluğuna mı delâlet eder?.. Hayır, bilâkis tekliğine delâlet eder; aynı kişinin değişik yönleridir! Kendinde mevcut bulunan değişik mânâlarıdır!

Bunun gibi, isimler, değişik isimler olmasına rağmen, tek bir mânâ ve tek bir varlıktır!İşte esmâ mertebesi dediğimiz mertebede, bu isimlerin mânâları tek bir mânâ olarak mevcuttur! Ef`âl mertebesi dediğimiz mertebede; -ki bu mertebeye dediğimiz gibi melek, cin, insan ve diğer bütün mahlûkat girer-, varlıklar bu isimlerin, yani bu mânâların değişik ölçülerle biraraya gelişiyle ortaya çıkar.

Meselâ insan dediğimiz varlıkta, bu 99 ismin mânâsını çeşitli zamanlarda çeşitli ölçülerde görebiliriz. Bir hayvan dediğimizde 99 ismin mânâsını değil de 70 ismin mânâsını veya bir maden dediğimizde 30 ismin mânâsını görebiliriz.

Fakat her insanın, bir diğerinden farklı olması, her birinin terkibinin, değişik isimlerin, değişik ağırlıklarla ortaya çıkmasından dolayıdır. İşte bu isimler, bu mânâlar o kişinin Rabbıdır ve bu mânâların Allâh`a ait olması hasebiyle de o kişinin Rabbı Allâh`tır!..

Kişinin Rabbı, o kişinin kişiliğini meydana getiren ilâhî isimler terkibidir!.. Bu ilâhi isimlerin mânâlarının Allah’a ait olması hasebiyle de kişinin Rabbı Allâh`tır!..

Yani, "Rab" ayrı, "Allah" ayrı gibi, iki ayrı şeyden kesinlikle söz etmiyoruz; böyle bir şeyi kesinlikle anlamayalım!..

Allah`ın isimlerinin mânâlarının müşahede edildiği mertebe rubûbiyet mertebesidir ve bu mânâların neticelerinin ef`âl âleminde ortaya çıkışını sağlamakta olan da Rabdır!..

Bu arada bu konu ile ilgili olarak Hak ve Halk, Rab ve Abd gibi tâbirler üzerinde de duralım bilvesile. Yeniden. bir başka yönüyle.

"Hak" nedir?.. İlâhî isimlerin bütünü olan mertebenin adıdır! Yani bütün isimlerin kül halinde bulunması hâsebiyle, yani esmâ mertebesi itibariyle Allah`a "Hak" ismiyle de hitap edilir. Zâten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef`âl mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur, "Hak"kânî bir konuşma olur!.. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!

Esmâ mertebesinden olan konuşma nasıl olur, ilâhî isimlerin mânâları hakkında olan konuşmalar, "Hak"a ait Hakkanî konuşmalardır!..ilâhî isimlerin mânâları konuşulduğu zaman Hak`tan sözedilmiş olur.

"HALK", bir mânâda halkolmuş, yaratılmış, eskiden yokken, sonradan varedilmiş mânâsınadır. Yani, netice olarak, ilâhî isimlerin terkibiyet hükmüyle âşikâre çıktığı andaki hâlin adı "Halk" olur.

"Abd", "varoluşunun gereği olan kulluğu yerine getiren" demektir. Genel mânâda "kul", "köle" anlamınadır. Bu kul, köleden kasıt da; bağlı olduğu yere karşı, bağlı olduğu yerin istek ve arzularını yerine getiren demektir. Dolayısıyla "Rab" varsa, bu Rabbın rubûbiyetinin gereği olarak, muhakkak "Abd"da olacaktır!.. "Abd" varsa muhakkak ki bunun bir "Rab"bı vardır.

"ALLAH" ismiyle işaret edilen NEDİR; sualinin cevabına geldiğimiz zaman.

Zâtı itibâriyle her türlü fikir, düşünce, idrak, tahayyül gibi konuların hepsinden münezzeh olan; benliği itibariyle kendinden gayrinin varlığı sözkonusu olmayan; kendi bildirdiği isimlere müsemma olan ve nihayet bütün âlemleri yoktan var eden ve o âlemleri kendisiyle kaim kılan.

Bu sualin en güzel cevabı Kur`ân-ı Kerîm`de "İhlâs" sûresindedir.

Şimdi zât, sıfat, esmâ ve ef`âl mertebeleri yönüyle tarif yaptık. Bunlardan birini söylemediğin zaman, mutlaka bir eksiklik vardır tarifte!..

Her an, bu dört mertebesiyle müşahedeye devam etmek zorundadır kişi!..

Hangi mertebeyi inkâr edersen, o mertebenin varlığı ve hakikatı, O olması hasebiyle, O`nu inkâr etmiş olursun!

Veya hangi mertebesi itibariyle, sadece o mertebeyi ele alırsan, o yönü ile onu kayıt altına almış olursun!.. Ya öteye atmak veya sadece buraya has kılmak gibi bir durum çıkar!..

Ama sende, eğer belli bir şartlanma hali, belli bir terkibiyet hali sözkonusu ise, mutlaka, bu târifte sana göre, öteye atma veya buraya hazır kılma gibi bir anlam çıkar. O ise hiçbir mahâlde, mekânla kayıtlı olmaz!

BEŞER NEDİR?

Beşer; ilâhî isimlerin tamamını ortaya çıkarma istidadına sahip olan varlığın adıdır. Çünkü bütün varlıklar, hayvanat da, terkîpdir ama "halifetullah" olabilme özelliği insana hastır.

İnsanın terkibiyet yönüyle, terkib oluşu yönüyle aldığı isim "beşerdir".

"Ene beşerün mislüküm"; "Ben de sizin misliniz olarak beşerim". Benim varlığım da sizler gibi, ilâhî isimlerin bir terkibinden başka bir şey değildir. demektir bu!..

RAB VE RUBÛBİYET HÜKÜMLERİ ÜZERİNE...

Rabbım, beni terbiye eden, yönlendiren, belli bir olgunluğa, kemâle sürükleyendir. Rabbımdan çıkan kemâldir!.. Ancak, Rabbımdan çıkan mutlak kemâl, Rabbimin kemâlidir!..

Benim Rabbımın kemâli ile senin Rabbının kemâli birbirlerinden farklıdır ve icâbında birbirine ters görünür!.. Fakat Rabbımın kemâli, Rabbının kemâli hep gene Allah`ın kemâlidir.

Şimdi, "Rabbım" kelimesiyle kastetdiğim şey, "benim varlığını meydana getiren, ilâhî isimlerin mânâlarının herhangi bir terkibidir".

"Ben" diyen bir kişi, bu "ben" kelimesiyle "kendi isimler terkibini" söyler. Bu terkîbi, mahiyet itibariyle ilâhî isimlerin mânâlarından başka bir şey değildir. Bu ilâhî isimler de Allah`a ait olması hasebiyle senin varlığın Allah`a aittir!..

Ancak burada isimlerin mânâları, bir mahalde değişik bir terkiple, bir diğer mahalde de daha değişik bir terkiple meydana gelmiştir.

Bu yüzden dolayıdır ki "A" kişisi Allah`tandır, "B" kişisinin de Rabbı Allah`tır!.. A kişisi de "kesinlikle Rabbım kemâl üzeredir" der!.. B kişisi de "muhakkak ki Rabbım kemâl üzeredir" der!..

Fakat ikisinden çıkan davranışlar, birbirine zıttır!.. Bu zıddiyeti meydana getiren şey, birindeki ilâhî mânâların değişik bir terkible meydana çıkması, ötekinde ise daha değişik bir terkible meydana çıkmasıdır.

Peki herkes, her varlık böylece rabbının hükmünü yerine getiriyorsa, her varlık cehenneme mi gidecektir?. Veya Rabbın hükmünü yerine getirmek, niçin cehennemi meydana getirir?.. Her varlık cehenneme gidecek mi; ikincisi, cehenneme niçin gidecek? Üçüncü bir şık, daha önemli bir soru, insan niçin cehenneme gidecek?..

Her varlık, Rabbının hükmünü yerine getirdiği halde cehenneme gitmeyecek!.. Bunlardan sadece insan, cehenneme gidecek!.. Her varlık cehenneme gitmeyecek, çünkü her varlık rabbının hükmünü yerine getirme durumundadır; ancak bunun ötesinde, Allah`ı bilme özelliği onlarda yoktur!.. Yani, ilâhi isimlerin mânâlarının o mahaldeki oluşumu anında, Allah`ı bilme özelliği dediğimiz özellik, o mânâ terkiplerinin oluşumunda mevcut değildir!.. Bu mevcut olmayışı sebebiyle de, o Rabbının hükmünü yerine getirir ve böylece de kemâlini ortaya koymuş olur, geçer gider!..

İnsan ise cehenneme uğrar!.. Cehenneme uğramasının, cehennemde olmasının veya cehennemde sürekli kalacak olmasının sebebi nedir?.. Çünkü insan, her varlık gibi, Rabbının hükmüne uymak üzere meydana gelmiştir. Ancak, bu meydana gelişinde, diğer varlıklardan farklı olarak, kendisinde Allah`ı bilebilme özelliği de mevcuttur!.. Terkibi itibariyle!..

"Her insan öldüğü zaman hakikatı görür"den murad, kendindeki ilâhi varlığı müşahede eder demektir!.. Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen, dünyadaki yaşantısında, o ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.

Cehennem zindandır!.. Sicciyndir. Manevî cehennem, kişinin kendini meydana getiren ilâhî isimlerin terkibi olarak kalması ve bu terkibin özünde bulunan kendini bilebilme hasletini ortaya koyamamasındandır!.. Azâbı, yanmasının sebebi de kendisinde mevcut olan bu haslettir. Terkibinin oluşturduğu huy tabiat ve şartlanmalardan kendini, Allâh`ın ahlâkıyla ahlâklanmak suretiyle kurtaramaması, neticede cehenneme gidişine yolaçar!..

Kişi terkibiyetinin hükmünden çıkarsa, mânevî mânâda cehennem diye bir şey kalmaz.

Dünyada iken cennete girmişlerden olur. Terkîbiyetinin hükmünden çıkması lâzım!.. Çünkü terkibiyeti onun Rabbıdır! Terkibiyetinden doğan huylarla, karakterle, tabiâtla varolduğu sürece, Rabbın hükmündedir! Rabbına tâbidir!.. Benim huyum bu, benim yapım bu, gibi görüşlerin ifadesi benim rabbım böyle emrediyor demektir.

Bu konuya tasavvufta şöyle değinirler.

Nefsin hakikatı Rubûbiyettir!.. Nefis, rubûbiyet mayasından meydana gelmiştir. Nefsin rubûbiyet hakikatından meydana gelmiş olması demek, ilâhî isimlerin mânâsının oluşturduğu terkiple senin "nefsim" dediğin şeyin aynı olması demektir.

Esasen ben nefsimin istediklerini yapıyorum, demen senin, "benim terkibimin gereği olan fiilleri ortaya çıkartıyorum", demektir. Ben nefsimin istediklerine karşı çıkamıyorum, reddedemiyorum, mücadele edemiyorum demek, "ben terkibimin gerektirdiği gibi yaşıyorum" demektir ki, bunun tabii sonucu cehennemdir!..

Terkibinin kaydı altında olduğun için üzüleceksin, sıkılacaksın, karşılaştığın olaylar sana azâb verecek! Başka türlü değişmesine imkân yok!..

Dışardaki, ikinci bir varlığın da seni affetmesi, bağışlaması diye bir şey sözkonusu değil!.. Çünkü suç böyle bir varlığa karşı işlenen bir suç değil!..

Suç, senin kendi nefsine zulmetmen!.. Kendi nefsine zulmetmen de nefsinin hakikatı olan rubûbiyet kemâlini, ulûhiyet kemâline tebdil etmemen!..

Nefse zulmetmenin mânâsı, nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet kemâline genişletmemendir.

Bu noktaya işaret eden Hz. Rasûlullah, bunun için:

"Allah ahlâkıyla ahlâklanın"

demiştir.

Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan mânâ; rubûbiyetin meydana getirdiği sendeki rubûbiyet sırlarından, rubûbiyet kemâlinden oluşan, "nefis" adını verdiğin nesnede, ilâhî hükümlerin mânâsını âşikâre çıkartman demektir!.. Değişik ilâhî isimlerin manâsını âşikâre çıkatrmak, "Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanmak" demektir.

Kişi, Allah`a vâsıl olamaz, nefsine taptığı sürece!.. Kişi, Allâh’a vâsıl olamaz, Rabbının kulu olduğu sürece!.. Falanca Rabbanîdir derler!.. Falanca Rabbanî değil, her kişi zaten Rabbanîdir!.. Her varlık, her zerre Rabbanîdir!..

Ancak Rabbanî olmaktan çıkıp da ilahî olabilirsen, işte o zaman, Allah`a vâsıl olmuşlardan olabilirsin!..işte o yüzden de Allah`a vâsıl olan bu kişiler, "ehlullah" diye isimlendirilir. Yani Allâh ehli!..

Genelde, zaten herkes Rabbanîdir! Rab, ehlidir!.. Yani, terkibiyetinin gerektirdiği, verdiği mânâyı ortaya koymaktadır!.. Rabbım, Allah`tır diyebildiğin anda, Allah`a vâsıl olmuşundur. Aksi takdirde rabbın, ilahî isimlerin meydana getirdiği tarkibindir.

Rabbım Allah`tır, diyebilmek için kendi terkibin olan isimlerin kaydından çıkıp, Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanman, gerekir. Ondan sonra senden çıkacak mânâlar senin Rabbının Allah olduğuna işaret eder!.. Aksi takdirde, Rabbım Allah`tır demen senin Allah`a vasıl olmanı sağlamaz!.. Ve sen, "Allah ahlâkıyla ahlâklanmadığın" sürece, ne kadar kendini vahdette, vahidiyette, hakikatta bilirsen bil, bu sadece aldanıştır!..

Gerçekte sen, zannında ilâhınlasındır; zannındaki TANRI da Allah değil, senin rabbının meydana getirdiği şeydir!..

İlâhî ve Rabbanî arasındaki fark budur.

Yalnız ilâhî deyince, orada sanmayalım ki isimlerin mânâları yok! Orada da isimlerin mânâları var, yani ilâhîde; ilâhî dediğimizde gene isimlerin mânâları ile zâhir olur. Zâhir olur ama, bu zâhir oluş, isimlerin mânâlarının oluşturduğu terkibin zaruri olarak ortaya çıkarttığı oluş değil, oradaki akl-ı küllün, ilâhî mânâlardan dilediğine bürünmesi suretiyle, dilediği mânâ ile âşikâre çıkması hükmündedir. Bu iki olay birbirinden çok çok farklı olan bir olaydır!

Rabbanî, olan, kendi varlığını meydana getiren isimlerin mânâlarının oluşturduğu bir terkip hükmü ile ve bu terkibin tabiî olarak kendisinden ortaya koyduğu davranışlarla zâhir olmadaır!..

İlâhî, dediğimiz ise, kendi varlığını meydana getiren, kendi varlığının hakikatı olan isimlerin mânâlarından, dilediği mânâya dilediği şekilde bürünüp, o mânâ ile âşikâr olandır!..

"Bürünme", hükmü olmadığı takdirde, o Rabbanî bir yaşamdır!

Bu rabbanî yaşam içinde, eğer, genel ilâhî emirlere ve yasaklara uyma halinde ise kişi bunun, neticesi cennettir!.. Cennet ehli olur, ancak, bu terkibiyet hükmünden kendini kurtarır, Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanırsa bütün ilâhî isimlerin mânâsını kendisinde bulur, bunların hükmü kaydı, değil; bunlara bürünme suretiyle yaşarsa, işte o zaman Allâh`a vâsıl olur ve bu vâsıl oluşunun sonunda da ilâhî olur. Suret olarak da adı "abd"dır. Abdullahdır!. Allah`ın kuludur! Diğerleri ise Abd-ür Rahîm`dir. Abd-ül Kerîm`dir, Abd-ül vahhab`dır, Abd-üs samed`dir. Sadece, ilâhî olan "Abdullah"tır!..

Şimdi ikinci ve ince bir husus daha var.

İlâhî oldun, Allah`ın ahlâkıyla ahlâklandın. "Ben Rabbımın hükümlerinden çıktım, yani Rabbanî kayıtlardan çıktım. Allah`ın genişliğinde yayıldım. Bütün isimler müşahede edildi. Tespit edildi. Bunun neticesinde artık dilediğim anda dilediğim fiili ortaya koyarım. Diler o fiili yaparım, diler bu fiili yaparım."

Böyle bir şey sözkonusu mudur, değil midir?..

İlâhî isimleri tümüyle kendinde bulduktan sonra, senden artık belli fiilleri yapma yolunda belli istek ve arzular sâdır olmaz!.. Eskiden, senden o istek ve arzuların sâdır olmasının sebebi, sende bu mânâların terkip hükmüyle mevcut olması ve ağırlıklı olan isimlerin neticesinde de belli fiillerin tabii olarak oluşması idi!.. Bütün bu isimlerin mânâları dengeli olarak sende bulununca, bu dengenin tabii sonucu olarak beşerî istek ve arzular dediğimiz, istek ve arzular senden meydana gelmez!.. Çünkü beşerî istek ve arzuların temelinde, terkibinin özellikleri yatar! Terkibinin özellikleri de ilâhî isimlerin bir kısmının ağırlıklı olarak sendeki mevcudiyetidir. Ama sen belli bir faaliyetle, belli bir çalışma ile belli bir irfanla, bu terkibiyetinin hükmünden çıkıp, bu ilâhî isimler sende dengeli olarak zâhir olmaya başlayınca, bu tür istek ve arzular senden meydana gelmez!..

Bu defa sen, ilahi hükümler dediğimiz hükümlerin meydana gelmesi istikâmetinde davranışlar ortaya koyarsın! Fiîliyatta!.. Yani karşındakinin ebedî saâdete kavuşması yolunda fiilleri ortaya koyarsan.

Karşındakinin ilâhî saadete kavuşmasından mânâ neydi?..

Onun, kendi kayıtlarından çıkıp, Allah`a vâsıl olması idi!işte onun, kendi terkibiyet hükümlerinden, kendi kayıtlarından çıkmasını kolaylaştırıcı davranışlar ortaya koyarsın sen, onun için!..işte bu davranışları ortaya koymanda Kur`ân `da,

"HAKKI TAVSİYE ETMEK"

Anlamına gelen âyet ile târif olmuştur. Hakkı tavsiye etmekten mânâ; senin karşındakine, bütün isimlerin hakkını dengeli olarak zâhire çıkarmasını tavsiye etmektir!.. Yani, senin tavsiye edeceğin fiiller, neticede onu bu dengeli ortaya koyma haline sürükleyecektir. Bir başka mânâya işaretle de "bilhak" diyor. Bu "bil hak" sözünün, başka bir anlamı da şudur. "Hak olarak" tavsiyede bulunurlar demektir.

Hakkı tavsiye edenlerden öte, bir de "ve tava sav bilhak" diyor. "Bil hakk" demek, "Hak olarak" tavsiyede bulunurlar demektir. Hak olarak tavsiyede bulunmak, esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmak demektir. Esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmanın mânâsı, ona kendi Rabbını idrak ettirip bu idkâkının neticesi olan fiilleri ortaya koymasını söylemek demektir!..

Ve nübüvvetin özünde yatan sırlardan bir tanesi de budur!.. Hak olarak, tavsiye etmek!.. Senin üzerine, Hakk`ı tavsiye etmekten başka bir vazife yoktur, hükmü; din nasihattır, tavsiyedir hükmü bu noktalardan gelir!.. Demek ki ilâhi olduktan sonraki durum, Rabbanî olduğun anlamda anladığın gibi değil!

Evet madem ki bütün isimlerle ahlâklandın, bütün isimler sende; yeryüzündeki bütün fiiller de dolayısıyla senin fiilin; öyleyse dilediğin fiili ortaya koy!..iş öyle değil!.. Yeryüzündeki bütün fiillerin, Allah"ın fiîli olması, o fiillerin meydana getiricisi olan isimlerin, Allah`a ait olması hasebiyledir!

Ama o fiiller Allah`a ait değildir!.. O fiîller, faîlin rabbına aittir!..

Burası çok ince bir noktadır, burayı çok iyi anlamak lâzım. O terk dediğimiz fiilin sahibi hem Allah`tır, hem değildir!

Allah`tır; çünkü o fiili meydana getiren isimler Allah`a aittir. Fakat, o fiilin fâili Allah değildir!.. O mânâların, o mahalde, öyle bir terkip hükmüyle varolması neticesinde o fiil meydana geliyor; eğer o terkibiyet hükmü olmasa, o terkîb şekli olmasa, o fiîl meydana gelmeyecek! Dolayısıyla bu açıdan bakarsan, o fiil senin nefsindendi veya onun nefsindendir!..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:57:24sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"ALLAH"TAN, "NEFS"İNDEN

"Hayr Allah`tan, şer nefsindendir" âyetinde anlatıldığı üzere, ismin mânâsını oluşturması sebebiyle o fiil hayırdır, Allâh`a aittir; fakat terkibiyet hükmünden çıkması dolayısıyla nefse bağlıdır!.. O fiilin çıktığı fâile bağlıdır!.. O fiilin çıktığı fâile bağlı olması hasebiyle de, o fâilde terkibiyet hükmü dolayısı ile var olduğu için; yani o fâile, yani onun nefsine aittir! Allah`a ait değildir!..

Nefis, tümüyle Rabbın zuhuru!

Daha evvel anlattık!..

Dedik ki:

"Nefis" dediğimiz, "nefs" kelimesiyle kastedilen şey, sende mevcut olan "Rububiyet" hükmü olan "esmâ terkibin"dir!

Yani, terkibin mâhiyetinin ve hakîkatının Hak olması; ve birimsel mânâda da bu Hak`tan terkib oluşu dolayısıyla; "nefs" adıyla kastedilmesidir dedik. Yani, "nefs"ten murad Rab’tır. Nefsine tâbi olan Rabbına tabî olmuş olur!.. Ki bu da onun tabii zikri olur. Demek ki bir fiil gördüğümüzde, bu fiil, terkibiyet hükmünden çıkıyorsa ki; genellikle böyledir, dolayısıyla o fiîl nefisten gelmektedir!.,.

Eğer herhangi bir fiîl terkibiyet "hükmünden" çıkmıyorsa ki; Nebi ve Rasûllerden meydana gelen bütün fiîller terkibiyet hükmünden çıkmaz, çünkü velâyette "ölmeden önce ölme" dediğimiz hal var; "Ölmeden evvel ölmek" dediğimiz hal ile birlikte fiîl, artık kişiye bağlanmaz, Allah`a bağlanır!..

"Ölmeden evvel ölmek" ne demek?

Onun ilminde terkibiyet hükmünün kalkması demektir!.. Terkibiyet hükmünden doğan fiil kalkıp da, o fiil Allah`a bağlanırsa, velâyette; bir nebîdeki fiîl nefse mi bağlanır?.. Ama buna rağmen bir nebî, herhangi bir fiîli edep olarak nefsine bağlar; Allah`a demez ki, "sen meydana getirdin bu fiîli, yerli yerincedir!.." Çünki, gerçekte, terkip hükmü kalkmaz! Terkip hükmü ebedî olarak kalkmaz!

Terkibiyet kaydından kendini kurtarmandan murad; esmâ mertebesinde isimlerin hakîkatıyla yaşaman; sıfat mertebesinde Allah`ı müşahede etmen ve bunun neticesinde de "Allah`ın kulu" olmandır.

Ama buna rağmen, fiilin çıktığı mahal, gene de terkip hükmündedir. Çünkü bir fiil varsa ortada, mutlaka o fiili meydana getiren bir terkip söz konusudur! Bir terkip oluşmuştur, vardır, varolacaktır, olmamasına imkân yoktur!.. Dolayısıyla terkibiyet hükmü ebediyyen yok olmaz!..

İşte, vahdeti yanlış anlayanların, hataları Allah’tan geldim, Allâh’a dönüyorum, gibi manâları yanlış anlamalarından dolayıdır. Bu yanlış anlamadan dolayı, cennet ve cehennemi de inkâr ederler!.. Tamamıyla bir yanlış anlayıştır, başka bir şey değil!..

İlâhî, şer’i emirler dediğimiz emirleri fiîliyat sahasında tutuyorsa, bu yanlış anlamaya rağmen cennette olabilir, ama yanlış anlamaya rağmen cennette olabilir, ama yanlış anlamasından dolayı kemâlâta sahip değildir.

Fiil düzeyinde belli fiillere, emirlere riayet ediyorsa, bu yanlış anlamasıyla beraber ölüm ötesinde bu yanlış anladığı hususların doğrularını farkeder. Kemâlât olarak ileri kemâlâta gidemez!.. Bu yanlış olarak değerlendirdiği hususların doğrusunu orada müşahede eder.

Ancak her halükârda, ilâhi emirler dediğimiz yasaklar ve emirlere uyması şartıyla!.. Çünkü bu emirlere ve yasaklara uymak şartıyla kişi lûtfu ilahî ile kendisini cehennemden kurtarır!..

TEVHİD VE VAHDET ÜZERİNE

Şimdi biraz da "TEK"lik mevzûu üstünde duralım.

Bir yanda cennet-cehennem var, bu yaşadığımız dünya, ortada görülen, bu bedenler var, belli bir fiiller âlemi söz konusu!

Bir yanda da, biz vahdeti anlatmaya çalışıyoruz, varlığın tekliğini anlatmaya çalışıyoruz.

Ve vahdetin çeşitli kademelerinden, mertebelerinden sözediyoruz; tevhidin derecelerinden söz ediyoruz.

Şimdi varlık tek ise, bu fiiller nerden, nasıl meydana geliyor?.. Bir takım fiillere ne gerek var?.. Yok varlık tek değilse çoksa, çok olan bir varlıkta, tek varlıktan nasıl söz ediliyor?

Vahdet, tevhid ne demektir, ne demek değildir? Bunların üzerinde duralım biraz.

Tevhid, senin Allah`ın birliğini müşahede etmen ve buna şehadet etmendir.

Vahdet ise Allâh`ın kendi TEK`liğine şehâdetidir.

Eğer ki sen kaba manâda bu varlığın tek bir asıldan geldiğini ve bu aslı meydana getiren varlığında "Allah" olduğunu kabullenmediğin takdirde; mutlaka, bu âlemin bu varlığın ötesinde, bir "TANRI" kabul etme durumuna girersin!..

Bu varlığın ötesinde, ÖTENDE ayrı bir TANRI kabul etme durumuna girdiğin anda da, böyle bir varlık gerçekte olmadığı için; yanlış neticede, anlayışına uygun vasıflara sahip bir TANRI kavramına götürecektir seni!..

Böylece, sen, kendi kafanda, kendi anlayışında, kendi yapına göre bir TANRI yaratmış olacaksın!.. Kabullenmiş olacaksın!..

Böyle bir TANRIYI kabullenmenin sonucunda da, kendi elinle yarattığın "tanrı"nın kölesi olmuş olacaksın!.. Kulu olmuş olacaksın!.. Kul, köle mânâsındadır.

Dolayısıyla ki, insanlar genellikle, kendi hayallerinde yarattıkları "tanrı"ya "Allah" adını takarlar; duymaları yoluyla, şartlanmaları yoluyla; kendi yapılarına uygun, kendi yapılarının gerektirdiği manâlarla onu bezerler ve ondan sonra da "Allah" şöyledir, "Allah" böyledir diyerek, kendi düşünce yapılarının şekillendirdiği "tanrı"yı, "Allah" diye bir başkasına târif ederler!..

İşte bunu bilme sadedinde varlığın yapısı, evrenin yapısı, insanın yapısı gibi konuları konuştuk. Bunların neticesinde görülür ki; bütün bu çokluk olarak görülen âlemdeki birçok varlık, çeşitli isimlerle anılan bir çok varlık, aslında tek bir cevherden, tek bir nesneden meydana gelmiştir!.. O bir tek nesne, tek bir özden, dışta ayrı ayrı bir çok varlıklar mı meydana gelmiş, hayır!..

Şimdi bunun misâlini şöyle vermek gerekir: Bir tohum düşünün, bu tohumu ekiyorsun, bir çekirdek ve bundan koskoca bir ağaç çıkıyor, meyvalar çıkıyor! O çekirdek, o ağacın her meyvesinde mevcuttur! O ağaçta, o çekirdekte mevcut olandan başka bir şey yoktur!.. Tabiî, bu çokluk âleminin bir misâli, hakikate tam uygun değil! Ama meseleye yaklaştırma bâbında yardımcı olur.

"ZERRE, TÜMÜN AYNASIDIR"

Bu, varlık, dediğimiz âlem her zerresi itibariyle, orijinali itibariyle, ilk andaki özelliklerinden kopmuş değildir.ilk andaki özellikleri bu âlemin her zerresinde, aynısı ile mevcuttur! Yalnız bu mevcut olan özelliklere bakan mahâl, bu özellikleri göremez!.. Görememesi dolayısıyla da ayrı ayrı varlıklar varmış "vehmi" doğar!

Bakan mahâl, terkibiyeti hükmü dolayısıyla, tabii hali, nihayet en kaba manâda 5 duyu dolayısıyla; varlığın aslında ve özünde mevcut olan bütün özellikler, baktığı her mahalde aynıyla mevcut olmasına rağmen; kendi eksik özelliklerinden dolayı; yani kendi eksik özellikleri derken, kendisinde kuvvede kalmış, fiile çıkartamadığı özellikleri dolayısıyla; o mahâlde onu müşahede edemez!.. Dolayısıyla varlığın tekliğini müşahede edemez!

Kesitsel algılama araçlarına (5 duyu) bağımlı düşünce sistemi dolayısıyla varlığın tekliğini müşahede edemeyince de, çok varlıklar var sanıp; çok varlığın ötesinde bir tek varlık vardır, diye tahayyül eder!.. Böylece de bir "TANRI" yaratma yoluna gider!

İşte böylesine çok varlıklar ve çok varlıkların ötesinde de var kabul edilecek tek bir "TANRI" yanılgısı ortadan kalksın diye, varlığın "TEKLİĞİ" anlatılmıştır!..

Bu tek varlığın var kabûl edilen her zerrede olması sebebiyle, kendinde mevcut olduğunu; bunun neticesinde de, artık tapınmadan çok, varlığı tanı, varoluş şeklinin icabı olarak meydana gelecek neticelere göre bilerek adımını at; esası getirilmiştir.

İşte İslâm dininin Vahdet Dîni olması, Tevhid Dîni olması bu esasları kapsamıştır

Sen bu anlayışla varlığa bakarak, her gördüğün fiîlin birtakım ilahi manâların ortaya çıkmasından başka bir şey olmadığını gör!.. Ancak o manâların, oradaki terkibin yapısı itibariyle ortaya geldiğini de idrak et!..

Bunun neticesinde, niye böyle oluyor, demene gerek kalmaz; ama onun nasıl olması yolunda da gereken tavsiyede bulunursun!..İşte bu açıdan, meseleye yaklaşabilmen için,islâmın ışığına, dinin ışığına ihtiyacın var. Artık dîni anladığın andan itibaren, sende tapınma olmaz, kulluğunu ifa olur!.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Ağu.2009 Cum 02:58:13sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

RABBİNİ FARKEDİP, ALLAH`I BİLEMEZSE

Bilgi yoluyla rabbını biliyor. Bilgi yoluyla rabbini bilmesi sebebiyle de tasavvuftaki, tarîkâttaki "küfür hâli" dediğimiz hal meydana geliyor!.. Fakat Rabbini bilmesine rağmen, rabbinin hükmüyle hareket etmesi, onu cehennemden kurtarmıyor; bu küfür haliyle giderse cehennemi kalkmıyor!..

Çünkü, rabbini biliyor, ilâhî hükümleri kabullenmiyor! İlâhî hükümleri yerine getirmediği için de, kendi geleceğini elleriyle hazırlamış oluyor ve bu halden dolayı da neticede cehennemde duraklıyor!..

Ama o, Rabbini bilmenin ötesinde Allah`ı da kabul ederse; Allah`ı tasdik etmenin neticesi olarak da kendindeki hükümlere rağmen, ilâhî hükümlerle hareket ederse ki; o ilâhî hükümlerle hareket etmek suretiyle, kendini ancak rabbani kayıtlardan kurtacaktır. İşte ancak bu takdirde, neticede cennete gidebilir!.. Aksi takdirde, mutlaka ve mutlaka cehenneme uğrayacaktır!.. Başka türlü meselenin çözülmesine imkân yoktur.

Bize zarûri ve elzem olan iki önemli husus var. Bu mevzûları düşünürken, her an bu iki hususu kesinlikle nazarımızdan uzak etmeyeceğiz. Bir an için dahi bu şuuru kaybetmeyeceğiz.

Birincisi; bu varlık bir bütündür, bir tümdür, bir mekanizma gibi işlemektedir. Her mahalde kendi konumuna göre hükmünü icra etmektedir.

Dışardan buraya müdahele eden bir ikinci varlık sözkonusu değildir.

İkinci ana husus; bu âlemde, kâinatta hangi isimle isimlenirse isimlensin, isimlerin müsemması olan varlık ilâhi isimlerin manâlarının yoğunlaşmasından, manâların kuvveden fiile çıkmasından başka bir şey değildir. Bu kuvveden fiile çıkış dolayısıyla da hangi nesneye bakarsak bakalım, biz o baktığımız nesnede, ilâhi isimler ve bu ilâhi isimlerin manâları olması sebebiyle de Allâh`ın "VECH"ini görmek durumundayız!..

"Vechullah" demek, yani Allah`ın "vechi" demek, Allah`ın isimlerinin manâları demektir. "Yüz"den murad ilahi isimlerin manâlarıdır. Yani, Allah`ta mevcut bulunan manâları müşahede etmek demektir; "Vechullahı" görmek demek!..

Esmâ-ül Hüsnâ`da bildirilen isimler veya bunun dışında, ismi o listede, o sıralamada sayılmamış olan isimler kuvveden fiile çıktığı anda, "vechullah" adıyla anılır.

Yani, Allah`ın yüzü!.. "Allah`ın yüzü" isim mertebesidir. İsimler mertebesidir. İlahî mânâlar, isimler mertebesidir ki şuur gözüyle görülür.

İdrak fiil değil, bir manâdır!.. İdrak, denen şey, bir fiil değildir, bir mânâdır. İdrak denen şeyi, ne elle tutabilirsin ne gözle görebilirsin. Kısacası, idrakın, 5 duyu ile tespiti mümkün değildir. İdrak bir manâdır. Mânâdır ki, manâyı görür! Mânâ olan idrakın gördüğü de mânâdır!.. Yani, ilâhî isimlerin mânâsı!..

Dolayısıyla senin her idrak ettiğin şey, eğer ona sonradan konmuş olan ismi kaldırırsan, ilahi isimlerin mânâlarından oluşan bir terkibi mânâ olup, onun ötesinde bir varlığı yoktur.

Şimdi bu durumdan ortaya ne çıkıyor?.. Ortaya şu çıkıyor; Allâh`ı görmek veya Hak’kı görmek denen şey, bir idraktan, bir ilimden başka bir şey değildir!..

İdrak dediğin şeyin aslı, ilimdir!.. Yani, mânâların ne olduğunu bilme, yaşama, hissetme, kendinde bulma ilmi! Yoksa bir nesne, bir cisim değildir ki, bu manâlar, gözle görülsün!...

Senin, gözle görüyorum dediğin şey bir hayâlden başka bir şey değildir!..

Şimdi buradan ince bir noktaya daha kayıyoruz.

Gözle görüyorum dediğin şey, bir hayâlden başka bir şey değildir!..

Hakiki görme, idraktır, ilimdir!..

Bunun basit bir misâlini verelim. Televizyona bakıyoruz, ekranda çeşitli insanlar veya çeşitli nesneler göroyuruz. Ekranda gördüğümüz şeyler gerçek midir, değil midir?.. Ekranda gördüğümüz şeyler görünüşü itibariyle gerçektir, aslında öyle bir şey o anda ekranın üstünde var mı, yok; görüntü var ve o görüntü, bir başka görüntünün buraya ulaşmasıdır! Yerinde mevcut!..işin o tarafını bırakalım. Gördüğümüz üzerine gidelim.

Şimdi bizim görüyorum, hükmünü verdiğimiz, görüyoruz, dediğimiz şey, gözün aldığı ışıkları göz sinirleri dediğimiz sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırmasıdır. Beyne görüntü ulaşmaz. Beyne bir elektrik mesajı bir bioelektrik impuls ulaşır. Beyin bu mesajı çözer ve mânâsını ya anlayabilir ki; gördüğünü anlayabilmesi için daha evvel kendisinde o konuda bir bilgi olması gerekir. Aksi takdirde manâsını anlayamaz. Bir görüntü var der, fakat görüntünün manâsını anlayamaz.

İşte beyinde oluşan ve neticede dolayısıyla Ruha da yansıyan manâdır. Bilfiil görüntü değildir!.. Dolayısıyla, bir şey değildir!..

Temelde, 5 duyuya göre madde var kabul edilir ise de, aslında madde 5 duyuya yani kesitsel algılama araçlarının kapasitesine göre vardır. Dar bir değerlendirme skalasına göre, madde vardır!

Eğer geniş açıdan bakarsak, geniş bir skala ile bakarsak, geniş bir değerlendirme mekanizmasıyla bakarsak, "madde" diye bir şey yoktur.

Sen, bugün, gözünün kesitsel kapasitesi dolayısıyla evleri, binaları, dağları v.s. görüyorsun. Eğer bundan çok daha hassas bir göze sahip olsaydın, o zaman uzaydaki yıldızları seyrettiğin, aralarındaki boşlukları gördüğün gibi; bu defa atomları görecektin, içindeki boşluklarını görecektin; ve senin hissiyatını da o gördüklerin etkileyecekti!.. Ve o gördüklerine göre hüküm verip, değerlendirme yapmak durumuna gidecektin!..

Öyleyse, âlemlerde mevcut olan şeyler, hakîkatı ve aslı itibariyle sadece ve sadece manâlardır!.. Çeşitli ilâhî isimlerin mânâlarıdır!..

Bu mânâların değişik terkipler almasının sonucunda oluşmuş olan dar skalalar, yani maddesel görüntüyü meydana getiren görüntü araçları, ancak ve ancak "İnsan" adıyla anılan varlığın, kendi aslını ve hakikatını anlamasına ve hakiki varlığın özelliklerini seyretmesine vesile olması amacıyla yaratılmış örnekleme nesnelerdir.

Yani, gördüğünü değerlendir ve gördüğüne nispetle daha neler olabileceğini düşün, tefekkür et ve buradan da kendini tanıma yoluna git denmektedir!..

Kendini, derken hakiki mânâda kendini demek istiyoruz!.. Evvelâ Rabbını tanı; kendin kabul ettiğin varlığının mâhiyetini anla; ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, aslının ve hakikatının ne olduğunu idrak et. Buradan da külli mânâda kendini bulma ve tanıma yoluna git!..

Ama mesele bu söylendiği kadar basit değil!.. Bunun için gerçekten kişinin kendini vermesi lâzım!.. Gerçekten kendisi için en değerli şeyin, bu konu olması lâzım!.. Sırf bu için var olması lâzım!.. Niye?.. Çünkü bu varlık, tek bir mekanizma ve her dişli, kendi kanununa tabi!..

Zanna ve hayâle yer yok bu mekânizmada!..

Mekanizma dişlilerden, dişlilerden, dişlilerden oluşuyor!.. Arada bir tek hayalî dişli yok!.. Hepsi birbirine bağlı, birbirinin başını ve sonunu meydana getiriyor!..

Mutlak olarak senden ne çıkarsa, o çıkanın bir sonraki neticesi gene dönüp sana gelecek

HER ŞEY, İBADETTEDİR!

İnsanların ve cinlerin varlığından gaye;

-İNSANLARI VE CİNLERİ YALNIZCA KULLUK ETMELERİ İÇİN HALKETTİM." (51-56)

âyetinden anlaşıldığı üzere; sadece ve ancak Allah`a ibâdet etmeleridir!..

Bu ibâdet, bütün insanlarda ve cinlerde, mutlak olarak yerine gelmektedir!.

Bütün insanlar ve cinler Allah’a ibâdet durumundadırlar!.. Âyette, bir kısmı ibâdet ederler veya isteyenler ibâdet eder gibi manâ yok! Tüm insanların ve cinlerin bu ibâdet işlemini yerine getirmek için halk edildikleri söyleniyor. Bu iş için halk edildiklerine göre, bundan çıkan manâ, hepsinin istisnasız bu işi yerine getirdikleridir!.. Çünkü bir şey, ne için meydana getirilmişse, o işi yapar!..

Öyleyse burada birinci manâda, ilk planda anlaşılan şey, bütün insanların ve cinlerin Allah`a ibâdet etmek durumunda olduklarıdır!.. Bu ibâdet de fıtrî ibâdettir!.. Nitekim bu âyeti açıklığa kavuşturan iki başka âyet;

-HİÇBİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY O`NU ZİKREDER" (İsra- 47)

-HEPSİ DE KENDİ PROGRAMLARI İSTİKAMETİNDE FİİLLER MEYDANA GETİRİR." (İsra- 84)

Her birinin kendi programlanışı doğrultusunda fiilleri meydana getirişleri de onların ibâdeti olur!..

Bu ibâdetin neticesinde de onlar, varlıklarının hakkını edâ etmiş olurlar! Bu ibâdetleri, yani bu fiilleri de, kendilerinin oluşumunu sağlayan çeşitli ilâhî isimlerin mânâlarının, onlardan âşikâre çıkışıdır!..

Bu mânâ böylece kesin olarak anlaşıldıktan sonra, ikinci derecede bir manâ; insanların ve cinlerin arasında, bir kısım insanların veya cinlerin Allah’ı bilmeleri diye de anlaşılabilir. Çünkü ashabtan bir zât, ashabın âlimlerinden diye bilinen bir zar, buradaki "liyâbüdûn" yani "kulluk etme" kelimesini "liyâ`rifûn" olarak yorumlamış vs. bu "Allah`a ârif olma mânâsınadır", demiştir!..

Elbette bu, insanların içinde, çok az bir bölümün durumuna işaret eder!.. Ve eğer sadece bu mânâsıyla anlarsak âyeti, genel olarak insanların ve cinlerin Allah`a kulluk etmek için varolmadığı manâsı çıkar. Şimdi

-HER BİRİ KENDİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLERDE BULUNUR" (17-84)

Âyetiyle edilen işaret, herbirinin kendi varlığını oluşturan isimlerin mânâlarının; kendilerinde âşikâre çıkışı istikâmetinde, fiilleri ortaya koyarlar anlayışını doğurur.

Bundan da anlaşılan netice, senin fiillerinin, kendini oluşturan manâlar doğrultusunda olmasıdır!.. Öyleyse biz sana Ahmed, Cemile, isimlerini verdiğimizde gerçekte, bu ilâhi isimlerinin mânâlarının, o mahâldeki terkipsel zuhurun çıkış şekline -isim’ vermiş oluyoruz. Yoksa, bu isimlerin karşılığında, müsemma olarak bu mânâlardan ayrı bir varlık sözkonusu değil.

Bu mânâlardan ayrı bir varlık sözkonusu olmadığına göre, bu mânâlara biz Ahmed, Cemile isimlerini taktığımıza göre, bu isimler altından sâdır olan tüm fiiller gerçekte bu isimler altındaki mânâların fiîle dönüşmesidir.

Öyle ise, o kişinin huyu, o kişinin alışkanlığı, o kişinin tabiatı, o kişinin duyguları dediğimiz şeyler, onun varlığını meydana getiren bu isimlerin, orada âşikâre çıkışından başka bir şey değildir!.. Yâni bu durum onun varlığını meydana getiren isimlerin mânâlarının tabiî sonucudur!..

İşte bu tabiî sonuç ile yaşayan her kişi, dünyada varoluşunun gereği olan, tabiî (fıtrî) ibadetini yerine getirmiş olur!.. Fakat, bu tabiî ibâdetin sonucu da daha sonraki aşamada, cehennemini yaşamasıdır, cehennemidir!..

TERKİBSEL DEĞİŞİKLİK

Kur`ân-ı Kerîm`de sürekli olarak;

"Biz size çeşitli misâller serdediyoruz, bütün bunları hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz, düşünmiyecek misiniz, bunlardan ibret almıyacak mısınız" gibi ikazlar yer almaktadır.

İlâhî isimlerin terkip şekliyle, bizde varolması ve bu manâların, belirli ölçülerle bizde âşikâre çıkması şunu gösterir.

Bizdeki bu isimlerin mânâları, çok daha geniş şekilde ortaya çıkabilir!.. Bu kadarıyla olduğuna göre, bunun çok daha geniş şekilde ortaya çıkabilir!.. Bu kadarıyla olduğuna göre, bunun çok daha geniş boyutlusu da olabilir!.. Bu isimlerin mânâlarının âşikâre çıktığı her mahalde, Allah zâtı ve sıfatıyla da mevcuttur! Ve o mahalden o isimleri izhar ettirirken, dilerse başka isimlerin mânâlarını da âşikâre çıkartır, ortaya koyar!..

Peki, senin aklın, şuurun, dediğin şey netice itibariyle bu isimlerin manâlarının dayandığı zâta gider ise; ve sen bunu idrak eder isen; bu takdirde, kendinde âşikâre çıkmayan isimleri mânâlarını da âşikâre çıkarmak gücü var mıdır, yok mudur?

Elbette ki vardır!..

Öyle ise, senin, tabiî yaşantının meydana getirdiği fiillerin ötesinde;ilâhi hükümler olan Allah`ın emirleri ve yasaklara uyman şartı ile "Allah"a "yakîn" elde etmen mümkündür!..

Senin, tabiatın, duyguların, şartlanmaların, alışkanlıkların diye söylenen şeyler, senden, yapının tabiî neticesi olarak ortaya çıkıyor!.. Bu da belli bazı isimlerin manâlarının o anda sende fiile dönüşmesi ile oluşuyor.

Şimdi se, tabiî olarak senden çıkanlara ters düşen başka fiillere yönelirsen, bu fiilleri tatbik etmek suretiyle, bu fiillerin karşılığı olan isimlerin mânâlarını da ortaya çıkartmış olursun! Bunun başka bir yolu yoktur!..

Bir misâle girelim burada; herhangi bir yerde oturuyorsun, konuşuyorsun. O otorduğun sırada ezan okunuyor, öğle namazı veya ikindi namazı vakti geldi!.. Senin tabiî terkibin, ya da şartlanman o anda seni konuşmaya veya bulunduğun yerde oturmaya sevkeder!. O anda, kalkıp da namazı kılmak veya câmiiye gitmek sana ters düşer!.. Oysa, senin terkibine ve tabiâtına ters düşen o hareketi yapman, senin tabiâtına karşı, tabiî terkibinin istek ve arzularına karşı bir irade gücünü ortaya koymanı sağlar!..

İnsanların cehennemde azâb çekmelerinde en büyük faktör, kendilerindeki irade gücünü kullanmayışlarıdır!.. Bunun temelini de beyinlerinde "MÜRİD" isminin zayıf açılmış olması teşkil eder. "MÜRİD" isminin zikri "irade" sıfatını güçlendirir. İrâde gücünün kullanılması da tatbiki ilme bağlıdır!

İlim, iradeyi tahrik eder; ancak, birçok insan, bazı şeyleri bilir, fakat tatbik etmez!işte bu da kendisindeki irade noksanlığı, irade zafiyetidir!..

Canım istedi, diyoruz. Canım istedi, kelimelerinin karşılığı olan manâ; benim yapımı meydana getiren terkip, beni bu şekilde davranmaya itiyor; demektir! Canın öyle istediği için yaptığın, her fiîl seni izafî kişiliğin bataklığına bir adım daha batırır!..

Bir fiîli yapıyorsun. Ne ile yapıyorsun?.. Bir şartlanma ile yapıyorsun!.. Şuur var mı orada?.. Yok!.. Şuur, derken neyi kastediyoruz?.. Allah`a vâsıl olma, Allah`ı yaşama anlamında bir şuur!..

Senin davranışının altında böyle bir şey var mı? Yok! Olmadığına göre, sen o anda terkibinin tabiatı istikâmetinde bir davranış ortaya koyuyorsun; ki bu da senin cehennemde derinliklere doğru bir adım daha atmandır!..

Allah`ın ahlâkına yönelmeyip, Allah`ın ahlâkıyla ahlâklanmayıp; sende zuhûr eden belli isimlerin meydana getirdiği "hulk"="huy" ile ahlâklanmandandır bu!..

Bildin ki, senin varlığın, "Hak"kın varlığıdır!.. Sende ki fiillerin hepsi "Hak"kın fiilleridir!.. Bunu bilmen, seni cennete sokmaz!..

Çünkü

"İNSAN İÇİN YAPTIKLARININ NETİCESİNDEN BAŞKASI YOKTUR!.. VE KESİNLİKLE YAPTIKLARININ NETİCESİNİ İLERİDE GÖRECEKTİR." (Necm-39/40)

hükmü vardır!..

Şu dünyada, nasıl buradan kalkıp, içeri gidip, mutfaktan yiyecek bir nesneyi alıp, yemedikçe karnın doymuyorsa; yani, bir fiili işlem olmadıkça, bedenden onun karşılığı olan bir fiîli gelişme hâsıl olmuyorsa; aynen bunun gibi, kişi beden ertesi hayatta, aynı şekilde, fiillerinin oluşturduğu neticelerle yaşayacaktır!..

Şu anda, burada, bu dünyada Allah`a vâsıl olamıyorsan, öldükten sonra da Allah`a vâsıl olman imkânsızdır!.. Dünyada yaşarken ilahî hakikatlara erememiş, idrak edememiş isen, bu öldükten sonra asla mümkün olmaz!.. Çünkü ruhun, dünyada beyinle ne kadar yükleme yapılmışsa onunla kalır! Beyin gittikten sonra ruhunun yeni kayıt alması imkânsızdır. işte ispatı:

 -KİM BURADA A`MÂ İSE O ÂHİRETTE DE A`MÂDIR; VE GERÇEKTEN, SAPMIŞTIR" (İsrâ-72)

Bir kişi, iyilik yapıyor kötülük yapmıyor, doğru söylüyor!.. Ama buna rağmen muhakkak cehenneme uğrayacaktır. Cehennemde uzun bir sürede kalacaktır!.. Çünkü, bu hareketleri, tabiî terkîbinin neticesi olarak yapıyor!.. Şuurlu olarak yapmıyor!.. Kendisindeki isimler, zuhûra çıkış anında, bu fiilleri meydana getiriyor!..

Allah’ı tanıma yolunda bir çalışması yoksa, hâlâ izâfî varlığı söz konusuysa, onun bu konudaki -bilgisi’ hiçbir şey sağlamaz ona!..

Bir kişi düşünelim; varlığının “Allah"ın varlığı olduğunu; kendisinden çıkan bütün fiîllerin Allah`ın fiilleri olduğunu varlıkta her şeyin "Hak" olduğunu; "Hak"tan gayri hiçbir şeyin varolmadığını biliyor!..

Öte yandan normal günlük yaşamında, günlük olaylarda fiillerini yaparken, kendini Ziya gibi, rahmetli Ayhan gibi hissediyor!.. Kendini Ayhan olarak hissetme hali olduğu sürece, o kişi "gizli şirk" içindedir!..

Kendini, bir kişi olarak hissettiği sürece; "TEK"in bakışıyla varlığı seyredemediği sürece, o kişi "şirki hafi" içindedir. Kendini bir kişi olarak hissettiği halde işlediği her fiîl, bir gâfilin âmelinden farksızdır!

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anhı şöyle açıkladı "gizli şirk" mevzûunu:

- Yâ Ebâ Bekr. Şirk sizde karıncanın ayak sesinden daha gizlidir!.. Bir adamın,

"Allah diledi de ben diledim" demesi şirktir!.. Ve bir adamın -falan kişi olmasaydı, filân beni öldürecekti!.." demesi şirktir.

Sana şirkin büyüğünü küçüğünü okumamla, Allah`ın senden gidereceği duâyı göstereyim mi?..

Her gün üç defa şöyle dersin:

-Allâhümme innî eûzü bike en üşrike bike Şey`en ve ene â`lem ve estağfirûke limâle â`lem."

Suyûtî"nin Câmii Kebîr`inde naklettiği bu rasûlullah uyarısı, bize "gizli şirk" ya da diğer deyişle "şirki hafi"nin ne olduğunu idrak ettirmek yönünden çok önemli bir işarettir.

Esasen, Tasavvuf bütünüyle "gizli şirk"in ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım" şartlanmasının kalkması çalışmalarından başka bir şey değildir.

Tevhid ise, senin zannında, şartlanmalardan ve beş duyu kaydından dolayı oluşmuş "izafî varlıklar" hayalinden kurtulup, varlıkta TEK Allah`dan başka bir şey olmadığına şehâdet etmen ile gerçekleşir.

CC sohbet icin buraya
 <<12 >>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir