Sıcak günler yerini insanı rahatlatan, mevsim normallerinde tatlı serin havalara bırakırken, bayrama eriştik. Akraba, eş dost, çoluk çocuğumuzla bayramlaşarak iki günü geride bıraktık.
Eski, çocukluğumdaki bayramları hatırlayınca, bizim çocuk ve torunlarımızın ne kadar şanssız olduğunu üzülerek düşündüm. Bayramlar yaklaşırken, Fatih’te evimize yakın büyük boş arsaya kurulan bayram yeri, dönme dolap, atlı karınca, tahta bacaklı adam, tel cambazları, bizler de vardık der gibi gözlerimin önünde resmi geçit yapmaya başladı.
Büyüklerimizin ellerini öpüp, bayram harçlıklarımızı aldık mı, soluğu bayram yerinde alırdık. Rengarenk macuncular, kos helvacılar, şerbetçiler, çocuk çığlıklarıyla dolu bayramlara ayrı bir renk katardı.
Büyük çocukların telesiyeje benzer bir telden, askıya benzer bir tutacaktan asılarak kaydığı, küçükleri de salıncak oturağı benzeri bir düzenekle kaydırdıkları tel kaydıraklar, palyaçolar, birkaç günlüğüne de olsa, bir çok kişiye ekmek kapısı olurdu.
Elimizdeki bayram paralarını, son kuruşuna kadar harcamazsak, içimiz rahat etmezdi.
Şimdiki yazlıkların balkonlarında sıkça bulunan güneşlikli salıncaklardan getiren kimi bayram yeri sahipleri, beş dakika sallama karşılığı, yirmi beş kuruşlarımızı alırdı.
Bisiklet kiralayıp mahallede turlamak, yoruluncaya kadar ip atlayıp, sek sek oynamak, kukalı saklambaç; bayram paralarımız bitince devam ettiğimiz oyunların başında gelirdi.
Açık havada hoplayıp zıplamaktan karnımız acıkır, önümüze konan yemekleri, annelerimizi yalvartmadan yerdik. Meyvelerin en tatlı ve lezzetlileri, en güzel kokuluları ve hormonsuzları bizleri beklerdi.
Şimdi torunlara bir şeyler yedirebilmek için dökmedik dil, anlatmadık hikaye bırakmıyoruz, yine de çocuklar iştahsız.
Belediyelerin hemen hemen her mahalleye kurdukları çocuk parkları, o eski günlerdeki mutluluğu vermiyor.
Teknolojinin bütün nimetlerinden yararlansak da, bir tıkla bütün dünya ekranımızda önümüze serilse de, ben kendi adıma o eski bayramları çok özlüyorum. Bu sadece büyüyüp, anne ve babaanne olmakla ilgili değil, birçok kaybolan güzellik gibi, elimizden uçup giden doğal yaşam, mekanikleşmemiş ve makineleşmemiş yaşama olan özlem galiba.
Küçükçekmece, Florya’da ve Sarayburnu’nda koli basilinden korkmadan denize girmeyi, Gülhane parkında kuğuları seyretmeyi, fok Yaşar’ın yaptığı türlü muzip gösterileri, Fatih parkında akşam serinliğinde mısırcılardan mısır alıp, akşam hava kararana kadar oynamayı; şimdilerde sadece eski siyah beyaz Türk filmlerinde görebildiğimiz geniş Amerikan arabalarının geniş ve tenha trafikte süzülerek ilerlemesini, bahçe sinemalarında gece yarısına doğru serinleyen havada ürpererek, tahta sandalyelerde uyuklamayı….
Bayram sabahları sıcacık poğaçalarla gelen babamla yaptığımız kahvaltılar çok uzaklarda sisler arasında, çocukluk anılarımdan bana ulaşıyor.
Belgrat ormanlarında Pazar günleri yaptığımız pikniklerin tadını, şimdilerde yaptığımız hiçbir piknikte bulamıyorum. Bentlerdeki orman yürüyüşlerimiz, kurbağalı deredeki kurbağa çığlıkları dün gibi aklımda.
Yıldız parkı ve Emirgan’da hafta sonu gezilerimiz, Sarıyer’de Kocataştan su bidonlarımızı iyi suyla doldurup eve taşımalarımız o kadar uzaklarda ki!
Özlem, galiba yaşayıp geçip giden, tekrar ele geçmesi mümkün olmayana; bu bayram akşamı aklıma üşüşenler, beni çok uzaklara döndürdü.
Handan Akbaş
Alıntı |