Türkiye`nin Doğu ve Güneydoğu`sunda yaşayanlar yolda, tarlada, bahçede, arazide karşılarına çıkabilecek kara mayınlarının temizlenmesini istiyor.
Güzel bir bahar günüydü. Uçsuz bucaksız Suruç Ovası`na sabahın ilk ışıkları düşüyor ve güneş ekinlerin üzerinde geceden kalan çiğ tanelerini buharlaştırıyordu. Diz boyuna ulaşmış başaklar, rüzgârın önünde yemyeşil bir denizin dalgaları gibi salınıp duruyordu. Köyün ihtiyarları camiden çıkarken torunları dört kilometre uzaklıktaki okula doğru oynaya zıplaya yol alıyordu. Yani asırlardır üç aşağı beş yukarı aynı şekilde akıp giden günlerden birini yaşıyordu Urfa, Suruç`taki Çengelli (Alizer) Köyü. Tarihler 1956`yı gösteriyordu...
Osman Zeren (o tarihte 14 yaşındaydı), tarlayı sulamak için babasıyla birlikte araziye giderken, köyü ilçeye bağlayan toprak yoldan büyük bir toz bulutunun yükseldiğini fark etti. Boz bir yılan gibi köye yaklaşan toz bulutu ovanın ıssızlığını parçalayan bir uğultuyla girdi köyün içine. Tozlar dağıldığında 20 araçlık bir askeri konvoy çıktı ortaya. "Komutan muhtarı çağırıp bütün köylülerin meydana toplanması talimatını verdi," diyor, Zeren. "Ahali meydanda toplandığında `Şimdi hepiniz evlerinize gireceksiniz ve üç gün çıkmayacaksınız` dedi."
O günler demokrasi günleri olarak geçiyordu ama köylülerden biri bile çıkıp "İyi ama neden?" diye soramadı. İnsanlar evlerine kapatıldı ve her hanenin önüne bir asker dikildi. Okuldan dönen çocuklar da evlerine kilitlendi. Üç gün sonra çıktıklarında sınır boyundaki tarlalarının dikenli tellerle çevrildiğini, çitlerin önüne "Dikkat Mayın!" yazılı tabelaların yerleştirildiğini gördüler. Komutan, "Bu tarlalara devlet adına el koyulmuştur, size gereken kamulaştırma bedelleri ödenecektir. Çitin ardındaki her karış toprakta mayın vardır. Suriye`nin sınırı artık buradan başlıyor. Geçerseniz ölürsünüz" dedi ve askerlerle birlikte köyden ayrıldı. O zaman, hangi noktalara mayın döşendiği görülmesin diye eve kapatıldıklarını anladılar. Ve hayat bir daha asla eskisi gibi olmadı...
Zeren Ailesi`nin geçim kaynağı olan topraklarının yarısı, yani 55 dönüm arazi, tampon bölgede kalmıştı. Ancak söz verildiği halde o topraklar için kamulaştırma bedeli ödenmedi. Ne yapacaklarını bilemediler. Osman Zeren , "İki alternatifimiz vardı" diyor: "Ya gidip toprak ağalarından birine yanaşma olacaktık ya da o dönem bölgede başlıca geçim kaynağı olan kaçakçılığı seçecektik. İkincisini seçtik." Ağaya yanaşma olmaktansa ölüm kusan tarlaları aşmaya karar verdiler. Osman Zeren askerden geldikten sonra biraz para denkleştirip "kaçağa gitmeye" başladı.
"O gün kaçaktan mı dönüyordunuz?" diye sorduğumda, "Hayır, bu mayın denilen illet sadece hayatımıza kast etmekle kalmadı, bizi eşimizden, dostumuzdan, akrabalarımızdan da ayırdı" diye söze giriyor. Tampon bölge kurulmadan önce nüfus kağıtlarını gösterip sınırın ötesindeki akrabalarını ziyaret edebilenler, tampon bölge kurulduktan sonra artık pasaportsuz ve vizesiz geçiş yapamaz olmuşlar. Vize almak için Ankara`daki Suriye Büyükelçiliği`nin yolunu tutanlar bazen yıllarca beklemek zorunda kalmış. Bu durumda karşı yakadaki akrabalarını görmek için kaçak yolunu kullanmaktan başka çareleri olmadığını söylüyorlar.
Osman Zeren`in sol ayağını kaybetmesine neden olan da bu kaçak yol olmuş. "Dayımın oğlunun düğünü vardı. Ailemiz de beni ve kardeşimi vekil tayin edip hediyeleri elimize tutuşturdu. Düğüne katılıp iki gün sonra evimize dönmek için tampon bölgeye girdik," diye anlatırken hüzünleniyor. "Bildiğimiz yoldu. Tampon bölgenin tam ortasına gelmiştik ki ayağımın altından `tık` diye bir ses duydum. Sonrası kıyamet... Kardeşim çıkardı beni tarladan. Tedavi oldum. Sol ayağıma protez taktırdım, kendi imkanlârımla. Sağ ayağım sakat kaldı. Çocuklarımı büyütebilmek için arazimi yavaş yavaş elimden çıkarmak zorunda kaldım. Yoksullaşıp bu hale düştüm. Çocuklarım büyüyüp bir iş tuttuklarında biraz olsun rahatlayabildim."
Beş yıl kadar önce hükümetin, tampon bölgenin temizlenerek tarıma açılacağını açıklaması, ata topraklarına mayın döşenenlerin yüreğine biraz umut düşürmüş. Osman Zeren`in küçük oğlu Murat, tampon bölgede kalan arazilerinin tespiti için Tapu Kadastro Bölge Müdürlüğü`ne başvurmuş. Müdürlükteki bürokratların kayıtlara bakıp "Yok böyle bir arazi" diye kestirip attıklarını söylüyor. "Bizim arazimizi alıp ihale yoluyla büyük şirketlere peşkeş çekmeyi planlıyorlar" diyor.
Böyle düşünmesinin nedeniyse mayınlı arazilerin yabancı şirketlere verileceği yolundaki haberler... Mayınlı arazilerin temizlenmesinin maliyetinin çok yüksek olması, hükümetin bu arazileri Yap-İşlet-Devret yöntemiyle ulusal ve uluslararası şirketlere 49 yıllığına devretmesini gündeme getirdi. Ancak arazisi mayınlı bölgede kalanlar "Kim döşettiyse bu mayınları, o temizlesin" diyor.
Devamını National Geographic Türkiye`nin Ocak 2012 sayısında okuyabilirsiniz.
Kaynak:NatGeo
|