Biz çocuktuk…
Sokaklar çocuk parkı, ağaçlar eğlence mekanıydı.. Salıncaklarımız incir ağacının dallarında sallanırdı… Hem Legolarla da öğrenmedik bir yapı inşa etmeyi biz. Dokuz tane taşı üst üste koyardık, bizden âlâ müteahhit olmazdı. Elmalı turta için hiç ağlamadık. Babamız bize elma şekeri alırdı onun yerine. Hem yoktu öyle adım başı mekânlar… Macun şekeri için yollarını gözlerdik o adını bilmediğimiz amcanın…
Şimdiki çocuklar ne bilsin ip atlamanın tadını, ne bilsin uçurtma uçurmanın hazzını… Yürümeyi bile unutturdular çocuklara o tekerlekli bebek arabaları yüzünden…
Ve artık beyaz sabun kokmuyor çamaşırlar. Bize de anne babamız zaman ayırmadı belki… ama şimdiki ebeveynlere benzemiyordu kaygıları. Yarın ne giyeceğini hiç düşünmedi benim annem. Bir paltosu vardı, yamanmaktan yorulan giysilerini saklayan. Şimdiki anne babalar parfüm kokuyor mesela. Oysa bizim annemiz de sahiden anne kokardı, babamız da sahiden baba…
Ve dadılara teslim edilmeyecek kadar büyük bir güvenin kollarında büyüdük. Belki bizi yüreklendirmediler birçok şey için, lakin inandılar. Cebimizde paramız yoktu belki ama yüreklerimiz sevgi doluydu. Öğretmenimiz bizi azarlasa, hiçbir bakanlığa şikâyet edilmezdi. Uyarılan taraf yine biz olurduk. Şımarık bir düzene uymamak adına… Falanca mağazanın sattığı tokalarımız da olmadı. Fakat en çok bize yakışırdı beyaz kurdele ve en çok biz sevdik defter kitap kaplamayı… Cumhuriyet gazetesi ile kaplanırdı bir çoğu da… Yoktu çünkü dallı güllü kaplıklarımız. Okul çıkışı hiç sinemaya gitmedik mesela. Evde çevirilen trajediyi izledik bir ömür ve bir sahneydi yine evimiz. Oyuncular hiç emekli olmadı. Bifteğin tuzundan hiç şikayet edemedik. Sıcak ekmeği ve taze soğanı da o çocuklar bilemezler… Bütün sınıfın yumurta koktuğu anları da!
Şimdi öğretilen başka olmuş çocuklara. Bir gerilla edasında, hakkını aramayı ve baş kaldırmayı belletmişler tazecik beyinlere.. Düzen böyle diye dikte etmişler. Oysa bize her karesinde ‘Sevgi’ idi öğretilen. Düşmanını bile sevmeyi.. Hele kim kırmış ki kalbimizi? Olsundu… Boş verdik ayrı gayrı düşünceleri… Öpüşün ve barışın diye emredilirdi…
Ve bayramlar… (:
En çok bizim çocukluğumuzda güzeldi. Kimse uzun yollar aşıp uzaklara gitmeyi istemezdi kafa dinlemek için. Anne baba sıcaklığında ve çay tadında sohbetler dönerdi. Her soyulan portakalın suyu gözlerimizi yaksa da, hindi ve bonfileden daha lezzetliydi… Ve her arife günü yüreğimiz depreştiren o kırmızı siyah rugan pabuçlar. Her yürüdüğümüzde canımızı yakarlar ama yine de aşkla bağlanırdık onlara. Bilinmedik rüyalara gark olan al yeşil elbiselerimiz vardı bir de… ve bitmek tükenmek bilmeyen o arife gecesi… Sanki daha bir lezzetliydi cam şekerler, sanki daha çok anne kokardı anneler ve sanki başka bir gülerdi büyükanneler ve dedeler…
Yabana atardık ‘el öpenlerin çok olsun’ temennilerini… Çocuktuk, güzeldik ve mutluyduk… Bize neydi ki ekmeğin fiyatından? Kaç para artıyor ekmeğin üzerinden, yeterdi… Sakızlar başka tatlı, meyveler katıksızdı…
Ve büyüdük bir gün… Damdan düşer gibi, o hiç bitmeyecek sandığımız çocukluktan arındık, fakat büyütemedik içimizdekini. O çocuk hep yedi yaşındaydı. Koca koca bilginlere taş çıkarırdı düşünceleriyle o çocuk… ve o hep çocuk kalırdı… Kaldı da, çocuk yanımız oldu…
Hani büyüklerin kurduğu geçmiş zamanlı cümleler vardır ya!
‘Şimdi arkama dönüp bakıyorum da’ diye başlayan… Ben dönemiyorum arkama… çünkü arkamda hep pembe elbiseli bir çocuk var ip atlayan… Üzerime geliyor o incir ağacına kurulan salıncaklar… Boğuyor beni sağından solundan atladığımız urganlar… Yolumu kesiyor kaldırımlara çizdiğimiz seksek izleri… ve ben şimdi çocuk oluyorum… Çocukluğuma yaklaşıyorum ve ne mutlu bana diyorum. O neslin bir çocuğu olduğum için… Tüm eksikliklerine rağmen, benliğimi adam eden kareleri sakladığım için…
|