ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
14 Mayıs 2024, Salı 13:31   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  VOGTKAYANAGIHARADA> Forum Mesajları
    VOGTKAYANAGIHARADA'e ait Toplam 139 Forum Mesajı var
<<12345 67891011121314>>


VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  15.Tem.2008 Sal 08:20:15
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

Cehalet insanı çirkinleştirir.

Suskunluğum asaletimdendir.

Her lafa verilecek cevabım vardır.

Lakin,

lafa bakarım laf mı diye,

adama bakarım adam mı diye...

 

MEVLÂNA



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:36:45
fiogf49gjkf0d

ALINTIDIR:
 

Beş yaşında idim.
Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi, aramaya  başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya  çalışıyordu .
Çocukluk iste,
-Aman babaanne dedim.
- Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
-Sen oturduğun yerden ahkâm  kesiyorsun, dedi.
- Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç  tanesinde  kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain in proposlarini okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir  insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı  ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu. Bir  iğnenin  üretiminde binlerce insanin alın teri, göz nuru, el  emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi.
Stockholm e gitmiştim.
Bir otele indim.
Geceydi.
Sabahleyin, traş olmak i çin lavaboya  gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe  atmayın, yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun diyordu.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya  denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya  üzerinde   İsveç çeliğinden yapılmıştır diye yazardı.
İste o  ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe  gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen  turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.
Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz  lütfen  hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi ols a, kapının önüne koyun. İsviçre nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç  ziyanına engel olun.

Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı  yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş,  hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir.
Böyleleriyle; evini mezat salonuna  çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne  kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi  toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
-Şu andan itibaren der,
-Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış  borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir  şey  yemeyeceğim.
-Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar, en üstten en alta bir  israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün  borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün  kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını  söylemeye  gerek  yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını  gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...

*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta, gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla, yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?

*Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle  örülmüştür. Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki, İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
Bir komutan bir orduyu,
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:35:41
fiogf49gjkf0d

Arkadas-dost


Arkadaş evinize geldiğinde misafir gibi davranır

Dost geldiğinde buzdolabını açıp istediğini alır


Arkadaş senin ağladığını görmez

Dostunun omuzu ise senin göz yaşlarınla ıslanır


Arkadaş davetine katılınca bir paket hediye ile gelir

Dost sana yardım etmek için erken gelir; toparlanman için geç gider


Arkadaş, onu o yattıktan sonra ararsan rahatsız olur

Dost neden bu kadar geciktiğini sorar, derdini anlatmak için


 

Arkadaş bir kavgadan sonra her şeyin bittiğini düşünür

Dost ise tekrar arar


Arkadaş senin daima onun arkanda olmanı ister

 Dost ise her zaman senin arkandadır


Arkadaş zaaflarınızı öğrenir ve onları kullanabilir

Dost zevklerinizi öğrenir ve
 onlara hitap eder


Arkadaş zayıflıklarınızı bilirse başınıza kakar

Dost zayıflıklarınızı bilirse örtmeye çalışır


Arkadaş sizi ikinci görmek ister

Dost ikinciniz olmaktan şeref duyar


Arkadaş sıkıntınız olmadığında yanınızdadır

Dost sıkıntınız olduğunda size koşar


Arkadaşlarınıza siz huzur vermeye çalışırsınız

Dostlarınız size huzur vermeye çalışır
 
Arkadaş bu mesajı okur ve siler

Dost okur ve dostlarına yollar...

 


--
Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.
N. F. Kısakürek



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:33:52
fiogf49gjkf0d

ŞİMDİ ‘’PAYLAŞIMCI” BABALARIN ZAMANI !

 

Baba olmak, anne olmakla eşdeğer tutulmamıştır hiçbir zaman. Bunun nedenleri arasında hem toplumun öğretileri, hem babanın aile içindeki konumu, hem baba olmanın çocuğun gözünde ‘’otorite’’ olma zorunluluğu düşünceleri, hem de erkeğin fizyolojik ve psikolojik yapısı gibi etkenler ilk sıralarda yer almıştır. Üstelik babanın yalnızca eve para getirmekle yükümlü bir birey olarak algılanması, babaların duygusal görevlerinin olmaması anlamını oluşturması da, babalara yapılan bir haksızlıktan ve babalarıyla iletişim kuramayan çocuklar ve gençleri oluşturmaktan öteye gidemedi yıllardır. Çocuklar babalarına uzak kalırken , babalar da çocuklarına uzak kaldılar. Çocuklar babalarını tanımazlarken , babalar da çocuklarını tanıma şansını yakalayamadılar. Erkeğe yüklenen ‘’mantıklı insan’’ rolü, babaların duyguları  olduğunun görmezden gelinmesine yol açtı. Ve hem toplum, hem anneler , hem çocuklar, hem de babalar bu sistemi olduğu gibi kabul ederek, değişimi için uğraş vermediler, ama çocuklar tepkilerini çok yalın bir biçimde ortaya koydular. Nasıl mı?Örneğin, mutsuzlaştılar, huzursuzlaştılar, davranış bozuklukları geliştirdiler. Davranış bozuklukları geliştiren çocukları uzmanlara yine anneleri götürdü, aileleriyle gelen babalar çok azdı.

Şimdilerde babaların çocuklarına yaklaşımı nasıl? Toplumun babalara yaklaşımı nasıl? Annelerin babalara yaklaşımları nasıl? Çocuklarında kendilerinden kaynaklı sorunlar olduğunu fark eden babalar, daha ilgililer ancak anneler çocuklarını öyle bir tek ellerine alıyorlar ki, babalara olanak yaratılmadığını  düşünüyorum. ’’Çocuğunuzu babasıyla baş başa bırakın, birlikte zaman geçirsinler’’önerilerine çoğu anne şöyle tepki gösteriyor’’ama  babası onu nasıl oyalayacağını bilemez ki!’’ . Ya da ‘’birlikte zaman geçirmeyi bilmiyorlar, hep kavga ediyorlar’’. Oysa , çocuk annesi ile olduğu kadar babasıyla da birlikte olmalı, oysa çocukların yalnızca  anne ilgi ve şefkatine değil , babalarının da ilgisine gereksinimleri var , oysa  çocuklar anneleriyle oynadıkları oyunlar kadar, babalarıyla  da oynamaktan büyük bir keyif alıyorlar ve çocuklar anne-babalarını bir bütün olarak görmek isterler. ’’Annem bana baksın, babam ihtiyaçlarımı alsın’’ mantığını çocukların zihinlerine anne- babalar yerleştirirken , bu çocukların ileriki yaşlarda , örneğin ergenlik dönemindeki psikolojik patlamalarına bir etken daha oluşturduklarını bilmiyorlar.

Babaların da çocuklarıyla zaman geçirmek istediklerini, iş seyahatlerinde çocuklarını özlediklerini, çocuklarının sorumluluklarını almaya hazır olduklarını, anneler kadar duygusal olduklarını ama duygularını ifade etmekte zorlandıklarını biliyoruz. O halde babalara olanaklar yaratmalıyız. Çocuklarıyla paylaşacakları zamanlar için  ortam hazırlamalı, onlara baba olmanın getirdiği sorumlulukları vermeliyiz, babaları çocuklara ceza verecek olan modeller olarak görmemeli ve çocuklara da babalarını bu şekilde göstermekten vazgeçmeliyiz. Bir çocuğun annesiyle olan güzel, keyifli, neşeli yaşantıları olduğu kadar, babalarıyla da aynı yaşantıları olmalı. Baba olmak; korkutmak, kızmak, otoritenin tek yıldızı olmak, yasakları belirleyen olmak anlamına gelmemeli; Çünkü böyle olduğu sürece çocuklar babalarından hep korkacaklar ve onlara tam anlamıyla yaklaşamayacaklardır.

Son yıllarda ‘’baba modelleri’’tartışılmakta. Otoriter baba, korkulan baba, çocuktan uzakta duran mesafeli baba modellerinin arasında gidip gelen ama çağdaş olmayı ilke edinen babaların tek yapmaları gereken ‘’paylaşımcı’’ olmaları. Çocuğuyla düşüncelerini, duygularını kısaca hayatı paylaşan babaların sayısının gün geçtikçe arttığını  görmek  gerçekten son derece sevindirici. Gönül istiyor ki, bu artış daha hızlı ve daha çok olsun.

Yetişkinlerle olan görüşmelerimde, hemen hemen hepsinin babalarına zamanında söylemek isteyip de söyleyemediği pek çok duygularının olduğunu görüyorum. Söylenmemiş bu duygular çoğu kez vicdan azabıyla ve pişmanlıklarla bütünleşerek kişiyi ciddi boyutlarda rahatsız ediyor. ’’Keşke babama onu ne çok sevdiğimi söyleyebilseydim’’ lerle başlayan cümleler, gözyaşlarıyla son bulurken,  bize zamanın acımasızlığını ve kaybedilen zamanların içinin bir daha doldurulmadığını hüzünle anlatıyor. Eminim çocuğuna ’’seni çok seviyorum’’ cümlesini söylemek istediği halde, onu şımartmamak adına kendini kendini durduran babalar da çoğunlukta. Gelin şimdi duygusal frenlerinize basmaktan vazgeçin. Babanız yanınızdaysa hemen, çocuğunuz yanınızdaysa hemen ve eğer  babanız sizi duyamayacak kadar uzaklardaysa içinizde ona ‘’seni seviyorum’’ deyin.Şimdi…

 

İLKİM ÖZ
Psikolog-Aile Terapisti
(ÇOLUK ÇOCUK DERGİSİ



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:32:51
fiogf49gjkf0d

SEVGİ ÜZERİNE.....

 

Dünyada sevilmek istemeyen kisi yok gibidir" diye

basliyor, Masumi Toyotome.

"Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?" diye

soruyor..

Sonra anlatmaya basliyor...

"Sevgi üç türlüdür!.."

Birincisinin adı "EĞER" türü sevgi!..

Belli beklentileri karsilarsak bize verilecek sevgiye

bu adi takmis yazar... Örnekler veriyor:

EĞER iyi olursan baban, annen seni sever. EĞER

basarili ve önemli bir kisi olursan, seni severim.

Eger es olarak benim beklentilerimi karsilarsan seni

severim.

Toyotome "En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor.

Bir sarta bagli sevgi.

Karsilik bekleyen sevgi... "Sevenin, istedigi birseyin

saglanmasi karsiligi olarak vaad edilen bir sevgi

türüdür bu" diyor yazar...

"Nedeni ve sekli bakimindan bencildir. Amaci sevgi

karsiligi birsey kazanmaktir." Yazara göre

evliliklerin pek çogu "EGER" türü sevgi üzerine

kuruldugu için çabuk yikiliyor.

Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine degil,

hayallerindeki abartilmis romantik görüntüsüne

asik oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler

gerçeklesmediginde, düs kirikliklari basliyor. Sevgi

giderek nefrete dönüsüyor. Ve malesef en saf olmasi

gereken anne baba sevgisinde bile "EĞER" türüne

rastlaniyor. Fakat aslinda insanlar " EĞER " türü

sevginin üstünde bir sevgi arayisi içindeler...

İkinci türe geçiyoruz. "ÇÜNKÜ" türü sevgi...

Toyotome bu tür sevgiyi söyle tarif ediyor:

"Bu tür sevgide kisi, bir sey oldugu, birseye sahip

oldugu ya da birsey basardigi için sevilir. Baska

birinin onu sevmesi, sahip oldugu bir nitelige ya da

kosula baglidir." Örnek mi?..

"Seni seviyorum. ÇÜNKÜ çok güzelsin/yakisiklisin!"

"Seni seviyorum. ÇÜNKÜ o kadar popüler, o kadar

zengin, o kadar ünlüsün ki.."

"Seni seviyorum.ÇÜNKÜ bana o kadar güven veriyorsun

ki.."

Yazar, ÇÜNKÜ türü sevginin, EĞER türü sevgiye tercih

edilecegini anlatiyor.

Eger türü sevgi, bir beklenti kosuluna bagli

oldugundan büyük ve agir bir yük haline gelebilir.

Oysa zaten sahip oldugumuz bir nitelik yüzünden

sevilmemiz, hos birseydir, egomuzu okşar.

Bu tür, oldugumuz gibi sevilmektir. Insanlar olduklari

gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük

getirmedigi için rahatlaticidir.

Ama derin düsünürseniz, bu türün, "EĞER" türünden

temelde pek farkli olmadigini görürsünüz. Kaldi ki, bu

tür sevgi de, yükler getirir insana.

Insanlar hep daha çok insan tarafindan sevilmek

isterler. Hayranlarina yenilerini eklemek için

çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha

fazla sahip biri ortaya çiktiigi zaman, sevenlerinin,

artik ötekini sevmeye baslayacagindan korkarlar.

Böylece yasama, sonsuz sevgi kazanma gayretkesligi ve

rekabet girer. Ailenin en küçük kizi yeni dogan bebege

içerler. Sinifin en güzel kizi, yeni gelen güzel kiza

içerler.

Üstü açik BMW si ile hava atan delikanli, Ferrari

ile gelene içerler.

Evli kadin kocasinin genç ve güzel sekreterine

içerler.

"O halde bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?"

diye soruyor, yazar. " ÇÜNKÜ türü sevgi de, gerçek

ve saglam sevgi olamaz" diyor. Bu tür sevginin güven

duygusu vermeyisinin iki ayri nedeni daha var...

Birincisi; "Acaba bizi seven kisinin düsündügü kisi

miyiz?" korkusu...

Tüm insanlarin en az iki yönü vardir. Biri disa

gösterdikleri..

Öteki yalnizca kendilerinin bildigi...

"Insanlar sandiklari kisi olmadigimizi anlar ve bizi

terkederlerse" korkusu buradan dogar.

Ikincisi de; "Ya günün birinde degisirsem ve insanlar

beni sevmez olurlarsa.." endisesidir.

Japonya da bir kuru temizleyicide çalisan dünya güzeli

bir kizin yüzü patlayan kazan yüzünden

parçalanmis. Kiz fena halde çirkinlesince, nisanlisi

nisani bozup onu terketmis. Daha acisi, ayni kentte

oturan anne ve babasi, onu artik ziyarete bile

gitmemisler... Sahip oldugu sevgi, sahip oldugu

güzellik temeli üstüne bina edilmis oldugundan bir

günde yok olmus. Güzellik kalmayinca sevgi de

kalmamis.

Ve kiz birkaç ay sonra kahrindan ölmüs...

Japon yazar "Toplumlardaki sevgilerin çogu "ÇÜNKÜ"

türündendir ve bu tür sevgi, kaliciligi konusunda

insani hep kuskuya düsürür" diyor.

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?

Ve iste sevgilerin en gerçegi!..

Nedir peki, gerçek sevgi.. Asil sevgi.. En güzel

sevgi?..

"Üçüncü tür sevgi, RAGMEN diye adlandirdigim

türdür" diyor yazar.

Bir kosula bagli olmadigi için ve karsiliginda birsey

beklenmedigi için,"Eger" türü sevgiden farklidir bu.

Sevilen kisinin çekici bir niteligine dayanip, böyle

bir seyin varligini temel olarak almadigindan,

ÇÜNKÜ türü sevgi de değildir bu. Bu üçüncü tür

sevgide, insan "birsey oldugu için" degil, "birsey

olmasina RAGMEN" sevilir.

Güzellige bakar misiniz?..

RAGMEN türü sevgi!..

Esmeralda, Qusimodo yu dünyanin en çirkin, en korkunç

kamburu olmasina "RAGMEN" sever.

Yakisikli ve zengin delikanli da Esmeralda ya çingene

olmasina "RAGMEN" tapar!..

Kisi dünyanin en çirkin, en zavalli, en sefil insani

olabilir.

Bunlara RAGMEN sevilebilir. Tabii bu sevgiyle

karsilasmasi sarti ile.."

Burada insanin, iyi, çekici, basarili ya da zengin bir

konum edinerek sevgiyi kazanmasi gerekmiyor.

Kusurlarina, cahilligine, kötü huylarina ya da kötü

geçmisine "RAGMEN", oldugu gibi, o haliyle

sevilebiliyor kisi.

Bütünüyle çok degersiz biri gibi görünebiliyor ama en

degerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar "Yüreklerin en

çok susadigi sevgi budur" diyor.

"Farkinda olsaniz da, olmasaniz da, bu tür sevgi sizin

için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik,

basari ya da ünden daha önemlidir."

"Bugün yasaminizi sürdürebilmenizin nedeni RAGMEN

türü sevgiyi su anda yasiyor olmaniz ya da birgün bu

sevgiyi bulacaginiza inancinizdir."

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome:

"Bugün yasadigimiz toplumda herkesi doyuracak ve mutlu

edecek bu sevgiyi bulmak çok zor. çünkü herkesin

sevgiye ihtiyaci var ve baskalarina verecek kadar

fazlasi kimsede yok...



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:31:26
fiogf49gjkf0d

Ne Olursan Ol

Paranı ver, gönlünü ver, canını ver
Ama SIRRINI VERME! ...

Günlerini say, kazancını say, büyüklerini say
Ama YERİNDE SAYMA! ...

İşini beğen, aşını beğen, eşini beğen
Ama KENDİNİ BEĞENME! ...

Emek ver, kulak ver, bilgi ver
Ama SAKIN BOŞ VERME! ...

Fidan büyüt, çocuk eğit, yoksul besle
Ama KİN BESLEME! ...

Davet et, hayret et, ülfet et, affet
Ama İHANET ETME! ...

Kitap oku, meslek oku, dünyayı oku
Ama LANET OKUMA! ...

Sınıfını geç, hayatını seç, rakibini geç
Ama GÜLÜP GEÇME! ...

Gönül al, dost al, yoldaş al
Ama BEDDUA ALMA! ...

Yaklaş, tanış, konuş, uzaklaş
Ama UŞAKLAŞMA! ...

Doğrul, sayrıl, evril, devril
Ama EĞRİLME! ...

Hislen, tasalan, seslen, uslan
Ama PASLANMA! ...

İtil, ütül, atıl, katıl
Ama SATILMA! ...


Hz. Mevlâna Celâleddini Rumi Muhammed



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:30:21
fiogf49gjkf0d

4 HAZİRAN 99 CUMA

 

KOL DÜĞMELERİ

 

Oniki yaşında ufak tefek bir kız. Onun yüreği sevgi doluydu. Her zaman iyi niyetli, yardımseverdi. Arkadaşları, öğretmenleri hatta komşuları bile onu çok severdi. Herkes onun büyümüşte küçülmüş olduğunu düşünürdü. Otuz yaşındaki bir insanla bile muhabbet ederdi. Hatta bazen ona akıl danışan ağabeyleri, ablaları bile olmuştur.

Bu küçük kızın içi hep buruktu. O hep içini çekti. Çünkü o çocukluğunu yaşayamamıştı. Daha o, sekiz yaşındayken annesini kaybetmişti. Evin bütün yükü bu minik omuzlara yıkılmıştı. Okul ve evin işleri onu bir hayli yoruyordu. Komşularda yardım etmeye çalışıyordu. Küçük kız oldukça gururluydu. Yıllar boyunca uğraşıp durdu. Küçük bedeni yorgun düşmüştü. Ama hiçbir şey umrunda değildi. Tek düşündüğü şey babasının sevgisini kazanmaktu. Çünkü o babasının onu sevmediğini düşünüyordu. Bu yüzdende evin küçük kadını olmuştu; bu yaşta yemek yapmayı bile öğrenmişti. Yaşıtları ise sokakta ip atlıyordu. Aynı zamanda derslerinde de çok başarılıydı. İnsanlar bu küçük kıza saygı duyuyorlardı.

Babası aslında onu çok seviyordu. Onu gibi bir kız sevilmezmiydi. Hatta böyle bir kızı olduğu için şanslı olduğunu bile düşünüyordu. Sevgisini belli etmekten korkuyordu. Adam kızını annesine benzetiyordu. Karısını çok seviyordu ve ona bir gün kaybetti. Çok üzülmüştü. Unutmak aylar, yıllar almıştı. Şimdi ise kızını kaybetmekten korkuyor, işte bu yüzden sevgisini belli etmemeye çalışıyordu. Adamcağız tekrar üzülmek istemiyordu. Oysaki zavallı küçük, babasının kucağına oturmayı, babasının onu öpmesini, saçlarını okşamasını o kadar isterdi ki. Ona ‘baba’ bile diyemezdi. Ne kadar acıdır ki insan öz babasına bir yabancıya seslenirmiş gibi ‘efendim’ desin.

Babalar gününe aylar olmasına rağmen o para biriktirmeye başlamıştı. Babasının onu sevmediğini zannetse bile o babasını seviyordu. Bu yüzden de hediye alacaktı. Bu ona vereceği ilk hediyesi olacaktı.

Bir gün alışverişe çıktığında bir dükkanın vitrinde kol düğmeleri gördü. Onları çok beğenmişti. Fakat o kadar pahalıydılar ki. Onun parası bunlara yetmezdi. Küçük yüreği birden cesaretlendi. Nasıl olsa daha aylar vardı, bu parayı  ne yapar ne eder biriktirirdi öyle değil mi? Okul çıkışlarında dükkanın önünden geçiyor, kol düğmelerine bakıyordu.. ve her seferinde ‘bunlar babam için’ diyordu. O sadece  harçlıklarını biriktirmekle de kalmamıştı. Mutfak masraflarını da kısıyordu. Bunun yanında bir de çalışıyordu. O minik elleriyle takılar yapıyor, pazara götürüp satıyordu. Tabi bütün olup bitenlerden babasının haberi bile olmuyordu. Parası gittikçe artmıştı. Fakat yinede onları almak için yeterli değildi.

Babalar gününe çok az kalmıştı. Ve hala vitrindeki kol düğmeleri satılmamıştı. Anlaşılan onlarda kızı bekliyordu. Küçük kız parayı tamamlayabilmek için gözü gibi baktığı kitaplarını satmak zorunda kalmıştı. Kitaplarını çok seviyordu ama kol düğmeleri için onları feda etmekten başka hiçbir seçeneği kalmamıştı. Her seferinde babasına bu kol düğmelerine verirse sevineceğini, onun boynuna sarılacağını düşünüyordu.

İşte o gün gelip çatmıştı. Küçük kız ise parayı zarzor denkleştirmişti. Okul çıkışı gidecek ve o çok beğendiği düğmeleri alacaktı. Fakat gittiğinde gördüklerine inanamadı. Gülen yüzü ansızın soldu. O güzel hurma gözler buğulandı. Çünkü onlar vitrinde yoktu. Kız soluk soluğa içeriye girdi. ‘Hani nerede onlar, onlar benimdi, nasıl satarsınız siz onları’ diyordu boğuk bir sesle. Tezgahtar şaşırmıştı.  Küçük kıza neden bahsettiğini sordu. Vitrindeki kol düğmelerini almak istediğini söyledi. Bunu duyunca tezgahtar güldü. Çünkü içeride onlardan bir tane daha vardı. Raftan onları çıkardı ve kıza uzattı. Kız o kadar mutluydu ki. Sanki dünyalar onun olmuştu. Onları paket yaptırdı. Bir de üstüne ‘babacığım seni çok seviyorum’ diye bir not ilave etti. Belki babası ona nottan dolayı kızabilirdi. Ama o korkmuyordu. Hoplaya zıplaya evine gitti. Akşamleyin hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştı. Gerçi bunu biraz zor yapıyordu. Çünkü oldukça sevinçliydi. İçi içine sığmıyordu. Rüyası gerçeğe dönüşmüştü. O gece zavallı kız uyuyamamıştı bile. Sabahı zor yaptı. Güneş doğar doğmaz kalktı. Daha üstünü bile değiştirmeden babasının odasına koştu. Kapıyı çalıp  içeri girdi. Babasına seslendi, dürtükledi fakat onu bir türlü uyandıramıyordu. Halbuki onun uyanması, hediyesini alması gerekirdi. Sonra da kızının boynuna sarılacaktı. Kız gördüğü manzara karşısında dona kaldı. Babası buz kesmiş, mosmor olmuştu.

  



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:28:53
fiogf49gjkf0d

KIRLANGICIN ÖYKÜSÜ - CAN DÜNDAR

 

Fırtınadan sırılsıklam bir geceye uyuyup, ışıl ışıl bir bahar güneşine uyanınca insan, uzun sürmüş bir kış uykusunun mahmurluğundan silkinmişcesine diriliyor ruhu...
Yorgun bir yılın sonunda, denizin tuzlu dudaklarından öpmeye koştuğum bir sahil kasabasında, elektronik posta kutuma düştü "kırlangıcın öyküsü"...
Öyle güzel, öyle yalındı ki, yazarını da, kaynağını da bilmemenin riskine rağmen, o 8 - 10 satırdan çocuksu bir masal yapıp, bu yılbaşı, hediye sepetinize koymak geldi içimden...
     

* * *


"Kırlangıcın biri, bir adama aşık olmuş.
Cesaretini toplayıp penceresine konmuş.
Önce olabildiğince dik durmuş,
Sonra gagasıyla cama vurmuş.
-Tık... tık tık...
Çok meşgulmüş adam... öfkeyle cama dönüp bakmış:
-Kimmiş onu işinden alıkoyan?
Kırlangıcın minik kalbinde amansız bir heyecan
Kırık sözcükler dökülmüş gagasından...
-Hey adam, seni nicedir izliyorum.
Sorma nedenini, niçinini,
Ama galiba seni seviyorum .
    

* * *

 

Şaşırmış adam,
-Sen de nerden çıktın şimdi,
Tam aklımı toplayacakken bozdun işimi...
Şöyle bir tüylerini kabartmış kırlangıç,
ve aklındaki planı çıtlatmış:
-Aç pencereyi beni içeri al sen,
birlikte yaşayalım ebediyen...
hem sofrada ortağın olurum,
hem evde eğlencen .
Parlamış adam:
-Şuna da bakın neler diyor bu...
Haddini bil, hiç kuş insana aşık olur mu?
-Soğuklar başladı bak, üşüyorum dışarda.
Alırsan içeri, deva olurum yanlızlığına da...
Hepten kızmış adam, kovmuş kırlangıcı camın önünden
-Yürü git işine, yalnızlığımdan memnunum ben"
Bükmüş gagasını zavallı kırlangıç,
Uçmuş semaya doğru, kanadı kırık...

* * *


Gel zaman git zaman,
kırlangıçın hemen ardından,
bizim adamı pişmanlık basmış:
-Hay aptal kafam, ben ne halt ettim,
ayağıma gelen fırsatı teptim .
Sonra teselli etmiş yalnız kalbini:
-Sıcaklar başlayınca gelir kırlangıcım.
Onu içeri alır yalnızlığımı paylaşırım".
Kış geçip de yaz gelince, yalnız adam başlamış beklemeye...
Ama sevdalısı uğramamış bile bir kere...
Akın akın gelen sürülere sormuş,
Onun kırlangıcından eser yokmuş.
Öyle üzülmüş ki, gidip bilge kişiye danışmış.
Hem kırlangıcı, hem kendi eşekliğini anlatmış
Bilge kişi almış adamın mesajını,
Lakin üzüntüyle sallamış başını:
"A benim yalnız oğlum. Ne kadar efkarlansan azdır.
Çünkü kırlangıçların ömrü 6 aydır".

* * *


Sırılsıklam bir geceye uyuyup, güneşli bir sabaha uyanınca insan, kabus gibi geçmiş bir yılın, ışıltılı yeni yıllara gebe olduğuna dair inancı tazeleniyor.
Hele yorgun bir yılın sonundaysanız,
denizin tuzlu dudaklarından öpmeye koştuğunuz şirin bir sahil kasabasında, dostların arasındaysanız...
Ve hele, posta kutunuza atılan mektuplar size "Bulduğun aşkların kıymetini bil" diyorsa...

 



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:26:58
fiogf49gjkf0d
Hep Böyledir Zaten

En yağlısından, adı peynirli olmasına rağmen içinde peynir falan barındırmayan üç tane sabah poğaçası elimde, kahvehaneye daldım, bir bardak çayı geçici kadroyla işe alıp bu üç poğaçayla birlikte çalıştırmak için. Bu peynirli poğaçalar hep böyledir zaten. İsmi peynirlidir. İçinde bir çimdik peynire rastladınız mı gurbette bir vatandaşınıza rastlamış gibi hissedersiniz kendinizi. Bunların isminin peynirli oluşu, imalâthanede bir tutam peynire karşıdan gösterilmiş olup: "Bak oğlum poğaça, bu gördüğün peynir olur, artık sen peynir görmüş bir poğaçasın, peynirli poğaçasın. Buna göre davran", denilmiş olmasından ileri gelmektedir herhalde. Yoksa içinde peynir falan bulunmayan poğaçaya neden ısrarla "peynirli poğaça" denilsin ki?

Kahvehaneye girdim. Hep böyledir zaten. Bu yazar takımı, konusuz kaldı mı ya kahveye girer ya da bir parka gidip banka oturur. Ya kendileri ya da yazının esas oğlanı yapar bu işi, onlar da anlatır. Ne hikmetse parka oturur oturmaz yanlarına güzel bir kız gelir, gözlerinin içine bakar ve: "Neden bu kadar düşüncelisin?", diye sorar. Hep böyle olur bu işler. Yahu ben yıllarca parklarda, banklarda otururum, daha bir tane cinsi lâtif yanıma gelip böyle bir soru sormamıştır. Bırakın benim derdimi anlamayı, yanımdaki banka bile ilişmemiş, ille arada bir bank bırakıp öyle oturmuştur. Ya bu memleketin bütün felsefik ve soyut bayanları bu yazarların yanına oturuyor ya da yazarlar bizi ‘kek’liyor inceden. Bilemiyorum.

Kahveye girdim... Bütün başlar bana döndü. Hep böyledir zaten. Bir mekâna girilir, bütün başlar o yöne döner. Bu noktada okuyucunun dikkati toplanır ve "dınınıııın" etkisi yaratılır. Halbuki millet efendi efendi oturmaktadır yerinde ve o kapıdan her gün yüzlerce insan girip çıkmaktadır. Kapıdan başka kimse ilgilenmez giren çıkanla haklı olarak.

Oturdum bir köşeye... Hep böyledir zaten. Hep bir köşeye oturulur. Bir kere de bir yazıda adamın birinin gelip kahvenin ortasında oturduğunu ve duygu yüklü hikâyesine orada başladığını görmedim. İlle de kıyıda köşede oturulacak, iyice gizlenilecek ve hatta mümkünse ‘tam siper’ pozisyonuna geçilecek. Ulan, altı üstü bir hikâye kahramanısın, ortalıkta sobanın yanında boş masa var; adam mı yiyecekler, git otur, çayını, poğaçanı zıkkımlan, değil mi? Yok! İlle çaycıya eziyet olsun diye, nerede kenar köşe masa var, oraya gidilecek. Gerçi bu sadece hikâyelerde değil günlük hayatta da böyledir. Bir mekâna girildiği zaman mutlaka kenar ve köşeler aranır. Bir çeşit korunma güdüsü sanırım. Kişi ya çok borçlu olduğunu düşünür ya da çok ünlü olduğunu. Aman, dikkat çekilmesin de imza falan isterler, rahatsız edilmesin manitayla. Misal, ben öyle yaparım. Sağ olsunlar, hayranlarım fazla olduğu için ortalık yerlerde görünmek bazen sakıncalı olabiliyor. Hani tek başıma olsam neyse ama indirdiğimiz hatun karakter alışmış olamıyor tabi böyle şöhrete falan. Şaşırıyor yani kızcağız, ne yapsın, o da haklı...

Mis gibi poğaçalarımı açtım, tavşan kanı çayımı yanına yoldaş ederek. Hep böyle olur zaten. O çay hep tavşan kanı, o poğaçalar hep mis gibidir. Halbuki birçok kahvehanede ve cafede rastlayacağınız çaylar genelde imamın abdest suyu gibidir. Saatlerce kaynamış olduğundan ve yapımında kullanılan çay bin bir çeşit ucuz ve kaçak çaydan ibaret olduğundan, sadece renk bakımından çay rengi tutturulabilir. Üstelik yapımında kullanılan su da musluktan akan ve içilmeyen sudur ama çay yaparken içilir ne hikmetse. Poğaçaların durumu hepten vahimdir. Sabah poğaçası ya, illâ ki mis gibidir. Halbuki kimsenin aklına gelmez o poğaçanın yapıldığı yerin anti-hijyen ortamı. Satıcının tırnaklarının arasındaki bilumum bakterilerin de lafı mı olur canım? Mutlaka mis gibidir onlar. Ve o çayla o poğaça arkadaş edilir ille de. Oturup yenilmez. Yenilir de, o öyle söylenmez. Yani Ferhan Şensoy bu deyimi icat etmeden önce çayla poğaçayı ne yapıyorduk acaba, çok merak ediyorum. Ben oturup çatır çatır yiyorum valla, sizi bilmem.

Köşede bir amca dikkatimi çekti. Üstü başı dökük, kirli sakallarını elleriyle ovuşturan, derin düşüncelere dalmış, düşünceleri sigarasının dumanıyla uçuşan bir amca... Hep böyle olur zaten. Bu memlekette her kahvenin köşesinde bir Diyojen oturur. Genellikle yaşlı, üstü başı dökük, filozof amcalardır bunlar. Cepte para yok, üstte yok, başta yok ama pek sallamazlar. Derin derin düşünüp ufka bakarlar. Bu durumdan anlaşılır ki düşünmek pek gelir getiren bir iş değildir. Ne kadar düşünen adam varsa, bu kahve köşelerinde sürünmektedir çünkü... Hayatın gerçeğini falan yalayıp yutmuşlardır ama üç beş kuruş dünyalık yapma olayını çözememişlerdir. Şimdi de onu düşünmektedirler aslında. Dışarıdan bakıldığında "acaba biz matrix in neresindeyiz" sorunsalını düşünüyormuş gibi görünen bu amcalar, muhtemelen: "Ah benim eşek kafam, vaktiyle bakkalın yanına çırak verdiler de gitmedikti, şimdi sürünüyoruz", diye düşünmektedirler. Ama hikâyelerde falan böyle yazmaz. Hep felsefe yapar bu Diyojen amcalar. Karizmayı çizdirmezler. Bunların bir de parklarda dolaşan türleri vardır. Hep esas karakterin karşı cinsi olurlar ve oturduğunuz banka patavatsızca gelip oturup size hayattan beklentilerinizi, hayata yüklediğiniz anlamı sorarlar. Yukarıda anlatmıştık.

Birden yaşlı amca bana döndü, beni baştan aşağı süzdü ve sonra bakışları gözlerime kilitlendi... Hep böyle olur zaten. Diyojen amcayla esas oğlan, hikâyenin bir yerinde mutlaka kesişeceklerdir. İki hayat hikâyesi birleşecek, birinden birine düşünce, fikir ve tecrübe akışı olacaktır mutlaka. Genç olan deneyimsizdir, bir sürü sorunu vardır. Oysa ki Diyojen amca bütün bunların geçici ve boş şeyler olduğunu bilmektedir. Gencin günlerdir düşünüp yanıtını bulamadığı sorunun yanıtını zart diye tek kelimeyle verecektir. Üstelik tek bir soru sorarak... Ne hikmetse bu insanlar adamın gözünün içine bakar ve bütün sorunları çözecek tek bir soru sorar esas oğlana. Esas oğlan tam sorunun yanıtını düşünmeye başlarken bir de bakar ki “Anaaa!” Meğer kendi sorunlarının yanıtını bulmuş... Hep böyle olur bu işler...

Kimbilir yaşlı adam neler görmüştü gözlerimde. Dumanlı bakışlarından çözmeye çalışıyordum sorunumu ve çözümünü. Yanıtları orada, gözlerinin içindeydi ve/fakat bulamıyordum. Yaşlı amca ise kendinden emin, bakmayı sürdürüyordu. Hep böyle olur zaten. İki karakter deli gibi bakışır. Filmlerde falan da olur böyle sahneler. Özellikle bakanlardan biri Türkan Şoray veya Fatma Girik ise o bakışma iyice uzatılır. Gözlere yakın plan girilir. Gözleri güzel ya, onun vurgusu yapılır seyirciye...

Bizim yaşlı amcanın gözleri o kadar güzel değil ama ben yakın plan yapmaktayım. Ne de olsa, bütün dertlerimin çözümü o gözlerin sessizce söylediği cümlede gizli.

Amcaya iyice konsantre olmuşken, uzamış ve kırlaşmış sakallarının kapladığı çenesi açıldı ve konuşma pozisyonu aldı. Ağır bir ses tonuyla verecekti arayıp bulamadığım sorularımın yanıtını... Çayımı elimden bıraktım, dikkatimi iyice ona verdim. Bir an tereddüt etti, sonra derin bir nefes aldı ve şu cümle döküldü ağzından: “Evlât, fermuarın açık kalmış!”

Hep böyle olur bu işler. Fermuarı çekip kahvaltıya devam ettim...


Hünkâr Koçali



VOGTKAYANAGIHARADA

VOGTKAYANAGIHARADA resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >hayat...>
  13.Tem.2008 Pzr 18:24:57
fiogf49gjkf0d
BİR GÜVERCİN ÖYKÜSÜ
 
Tanrı, bir gün peygamberin birine bir sandık hediye eder ve
der ki;
- Bu sandığı sana emanet ediyorum ama
sakın ola ki içini açıp bakmayasın...
 
Tamam der peygamber..
Aradan zaman geçer ve
peygamberi bir merak sarar,
acaba sandıkta ne vardır?
İçi içini kemirmektedir.
Sonunda dayanamaz ve
sandığın kapağını azıcık aralayıp içine göz atar
ama kapağı aralar aralamaz,
içinden bir sarı güvercin ve bir mavi güvercin uçuverir.
 
Peygamber son hamleyle kapağı kapatır ve
içinde tek bir beyaz güvercin kalır...
 
Ve Tanrı yanına gelir,
peygamber işlediği günahın farkındadır,
mahçuptur.
 
Tanrı şöyle seslenir;
Kaçırdığın o sarı güvercin insanoğlu için sonsuza dek yaşamdı yani
"ÖLÜMSÜZLÜK"  tü.
 
Kaçırdığın o mavi güvercin sonsuza dek mutluluk yani
"BARIŞ"  tı.
 
Peki der Peygamber,
içinde kalan beyaz olanı nedir?
 
Tanrı cevap verir..
- O da sonsuza dek
"UMUT"  tur.
 
"Umutlarınızın uçup gitmemesi dileğiyle...."
<<12345 67891011121314>>