ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
26 Nisan 2024, Cuma 23:23   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  ForumCC> Forum Başlıkları
    ForumCCtarafından açılmış Toplam 48 Forum Başlığı var
<<1234 5>>


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >Dünyada Her 5 Saniye de Bir Neler Oluyor Neler !..
  1.Nis.2014 Sal 15:48:30




Dünyada her 5 saniyede bir neler oluyor hiç düşündünüz mü?







Facebook`ta 205 bin ileti paylaşılıyor.




23 bin tweet atılıyor.




8 bin 666 adet Snapchat gönderiliyor.




17 milyon e-posta gönderiliyor.




47 yeni web sitesi açılıyor.




6 saatlik YouTube video içeriği yükleniyor.




Instagram üzerinden 300 fotoğraf paylaşılıyor.




Dünyanın herhangi bir yerinde iki adet Barbie bebek satılıyor.





21 bebek dünyaya geliyor.





Bir bebek engelli olarak dünyaya geliyor.





9 insan hayatını kaybediyor.




2 kişi açlıktan ölüyor.




500 adet yıldırım yere düşüyor.




Niagara Şelalesi`nden 15 bin 800 ton su akıyor.




Bill Gates 1250 dolar kazanıyor. Günde kazandığı para 20 milyon doları buluyor.




iTunes üzerinden 1250 parça şarkı indiriliyor.



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >Utangaçlığı Yenmenin Yolları
  24.Nis.2014 Per 11:43:20


Araştırmalara göre, her geçen yıl özellikle kadınlar daha çok utangaçlık problemi yaşıyor. Tanımadığınız ya da yeni tanıştığınız insanlara karşı utangaç mısınız? Bu soruya cevabınız “Evet” ise, telaşa gerek yok. Çünkü siz tamamen normal birisiniz.


Yüzünüz mü kızarıyor?


Eğer yeni iş ortamında, ayağa kalkıp kendinizi tanıtmanız istendiğinde, yüzünüz kızarıyor, sesiniz titriyorsa, kalabalık önünde konuşmanızı gerektirecek durumlardan uzak durmaya çalışıyorsanız, maalesef utangaçsınız. Ancak “herkes konuşkan, girişken olmak zorunda değil” gerçeğini de aklınızdan çıkartmamanız gerekiyor.

Kendinizi kontrol edin. Ama utangaçlığınız yüzünden bazı fırsatları kaçırdığınızı düşünüyorsanız, davranışlarınızı kontrol altına almanın zamanı gelmiş demektir. “Daimi Mutluluk” adındaki projesi sayesinde, kadınların birçok problemini çözerek, mutlu bir yaşam sürmesini sağlayan ABD’li psikolog Artest Battler, utangaçlığın çözülemeyecek bir problem olmadığını belirtiyor.

Nedenini araştırmak gerek. ABD’de birçok bayan hastasının utangaçlık problemi yaşadığını belirten Battler, “Birlikte bu konuya yoğunlaşarak, her 100 utangaç hastamdan 85′inin bu sorununu çözmeyi başardık. Öncelikle utangaçlığın temelini bulmak gerekiyor. Bunu konuşarak başarıyoruz. Eğer siz de tavsiyelerime uyarsanız, eski utangaçlığınızdan büyük bir bölümünü attığınızı göreceksiniz” dedi. İşte Battler’ın tavsiyeleri:

Gereksiz bazı düşüncelerden kurtulmalısınız. Utangaçlıkla iç içe yaşamak zor bir duygudur. Çevredeki insanların gözünde utanılacak duruma, aptal durumuna düşme, onlar tarafından reddedilme ya da yetersiz görülme korkusu, sizi yıldırmasın. Utangaç kadın, daima kötü düşüncelerle kendisini daha zor durumda bırakır. Aşağıdaki düşüncelerden kurtulmaya bakın, çünkü bunlar size uygun değil.

- Eyvah, biraz daha konuşursam, kendimi aptal durumuna düşüreceğim.
- Ya burada bulunan herkes benim için “salak” derse.
- Söyleyecek bir şey bulamazsam ne yapacağım.
- Şu anda konuşursam mutlaka sesim tuhaf çıkacak.
- Ya kendimi kontrol edemez de saçmalarsam…
- Kızaracağım, titreyeceğim…
– Kalbim fena halde çarpmaya başladı, ya aniden kalp krizi geçirirsem…
- Çıldırabilirim.
- Acaba çok tuhaf görünüyor muyum?
- Şu ortamdan bir kaçabilsem.
- Herkes beni izliyor.
- Ne kadar sıkıcı olduğumu mu düşünüyorlar?

Probleminizi bol bol konuşun. Psikolog Battler, utangaçlıktan kurtulmanın ilk yolunun utangaçlık hakkında bol bol konuşmaktan geçtiğini belirtiyor. Eşinizle, dostunuzla utangaç olduğunuz konuları bol bol konuşun. Ancak bunların temelde, bu kadar büyütülecek problemler olmadığını unutmadan. Örneğin yeni bir ortamda bulunmak sizi utangaçlığa itiyorsa, korkmayın. Eşinizle veya sevdiklerinizle, yeni ortamlara girmeye gayret edin. Gerçekten isterseniz, utangaçlığı yenmeye başladınız demektir.

Arkadaşınızdan yardım isteyin. Eğer kendinizi insanlarla tanışamayacak kadar utangaç hissediyorsanız, daha konuşkan ve sosyal bir arkadaşınızdan bu konuda yardım istemeniz çok akıllıca olacaktır. Arkadaşınızın sizi yeni insanlarla tanıştırmasını sağlamalısınız. Ancak, sizin hakkınızda abartılı şeyler söylemesini değil, tam tersine sizin ifade edemediğiniz bazı önemli ve güzel özelliklerinizi söyleyerek işinizi birazcık kolaylaştırmasını söyleyin. Bunu dostlarınızdan kolaylıkla isteyebileceğinizi unutmayın.

Farkınızı ortaya çıkartın. Utangaç kadının ilk etapta karşı cinsin ilgisini çekmesi için biraz farklı olması gerekiyor. Kalabalığın içinde fark edilmenizi sağlayacak bir özelliğinizi öne çıkarın. Yoksa bunu yaratmak, sizin becerinize kalıyor. Farklı olduğunuzu hissettirdiğinizde utangaçlığınızı bir gizem perdesi arkasına bile saklamanız mümkün. Bu ilk bakışta biraz zor gözükebilir ancak siz artık utangaçlık probleminizden kurtulmak istiyorsunuz. Önünüze çıkan hiçbir olay sizi korkutmasın.

Doğru hamleler yapın. Kendinizi biriyle sohbet etme ile utangaçlığınız arasında sıkışmış durumda bulduğunuzda, karşınızdaki kişiye hemen bir soru yöneltin. Ancak dikkat edin soru, saçma olmasın. Hiç konuşmadan suratına bakmaktansa, sorduğunuz soru onun konuşmasını sağlayacak, böylece sohbet kesilmemiş olacaktır. Onun verdiği cevabın arkasından aynı soruya siz de kendi cevabınızı vererek, konuşmayı akıllı bir şekilde uzatabilirsiniz. Bunu kolaylıkla başarabilirsiniz. Çünkü bu imkânsız değil



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Eski dönemlerde Türklerde ve diğer toplumlarda kadına bakış
  24.Nis.2014 Per 11:48:20


Eski Türk toplumlannda aile en önemli sosyal birlik olduğundan ailenin temelini teşkil eden kadın Türk destanlannda Türk efsanelerinde öyle yüce bir mertebeye konulmuştur ki kadını böylesine yüce bir varlık haline getiren töreye kültüre hayran olmamanın imkanı yoktur. Kadın erkeğin biricik yoldaşı ve çocuklannın anası olmak gibi önemli bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Daha da önemlisi Türk ırkının tek bereket kaynağıdır Kendisine verilen bir takırn haklardan dolayı hanların hakanların cengaverlerin önünde saygı ile eğildikleri bir şeref abidesidir.

Türk destanlannda kadın ilahî bir varlık konumuna gelmiştir. Öyle ki erişilip dokunulması koklanması kısaca beş duyu ile algılanmasının imkanı yoktur. Yaratılış Destanında Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için Fıkir ve ilham veren “Ak Ana” adında bir kadındır. Oğuz Kağan’ın ilk karısı karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insan üstü varlıklardır. Yakutlarda “Ak Oğlan” ağacın içinden çıkan nurlu bir kadın tarafından emzirilmiştir. İlk Türk yazıtlarından olan Bilge Kağan Kitabesi’nde Kağan: “Sizler anam hatun. büyük annelerim ablalarım hala ve teyzelerim prenseslerim…” hitabıyla söze başlar.

En eski Türk inancına göre “han ile hatun” gök ile yerin evlatlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir. Kadına böylesine bir kutsallık veren törede kadının dövülmesinin hor-anmasının itilip kakılmasının imkanı yoktur. Zaten Türk kültüründe ve deslanlannda böyle bir durum göze çarpmamaktadır. Türk destanlannda kadın erkeğin daima yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır.

Dede Korkut Hikayelerinden olan “Deli Dumrul”da Dumrul canının yerine can bulma çabasına girince bunu kadınından bulmuş kadını ona hiç çekinmeden “canını vereceğini” söylemişlir.

Yine Türk kültüründe destan kahramanlan iyi ata binen iyi kılıç kullanan iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir. Nitekim yine Dede Korkut’taki Bamsı Beyrek Hikayesinde yer alan “Banu Çiçek” bunun en güzel ömeğidir.

Kırgızlann Manas Destanında kadın evin namusunun koruyucusudur. Kahramanlar ahlak dışı bir iş yapacakları zaman kadın onlara mani olmaktadır. Kazaklarda kadına verilen değer şu atasözüyle ne güzel anlatılmıştır. “Birinci zenginlik sağlık ikinci zenginlik kadındır.”

Tüm Türk destanlannda sarsılmaz bir saygı sevgi ve sadakat vardır. Gerdeğe girdiği gün murad alıp vermeden yalnız kalan kadın (gelin) kocası dönünceye kadar onu bekleyeceğine ve üzerine bir erkek sinek bile kondurmayacağına and içerdi.

Kadınların savaşta düşmanın eline geçmesi büyük bir zillet sayılırdı. Destanların hiçbirinde şehveti andıran çirkin olayların olmayışı üzerinde durulması gereken önem-i bir konudur. Oğuz Kağan Destanında ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilirken; İran’ın ünlü destanı “Şehname”de bu tür ahlaksızlıkların hikaye edildiği ortadadır. Ömeğin Şehname’nin kadın kahramanlarından olan “Südübe” Siyavuş’a aşıktır ve ona çirkin tekliflerde bulunur: “Hadigel kimsenin haberi olmadan beni bir kere sevindirde gençligimin günlerini tazelendirip onlan bana yeniden bagışlayıver.” Banu Çiçek ile buradaki kadın tipini karşılaştırmaya gerek bile yoktur.

İranlı bir tarihçi olan Gerdîzî de; “Malümdur ki Türk kadınları çok if fetlidirler.” derken Türk kadının ahlakî temizliğini övmektedir. Bu övgü boşuna değildir. Nitekim kadın adları arasında temiz faziletli manasına gelen; “Hun Sa-bir Arig Ank Uygur Silig Kazan Silu” gibi adların bulunması sebepsiz değildir. Aynı şekilde İbn Batu-ta Seyahatnamesi’nde Kırım’daki hatıralannı anlatırken şöyle demek-tedir. “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlara gösterdigi hürmetti. Burada kadınlann kıymet ve derecesi erkeklerinkinden çok üstündür.”

İslamiyet öncesi Türk toplumunda kadınsız bir iş görülmezdi. Daha önce belirttiğimiz gibi kadın erkeğinin tamamlayıcısıdır. O sürekli erkeğinin yanındadır. Hanların buyrukları yalnız “Hakan buyuruyor ki ifadesiyle başlamamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devlet elçilerinin kabülünde hatun da hakanla beraber olurdu. Törenlerde şölenlerde kadın hakanın soluna oturur siyasî ve idarî konulardaki görüşlerini beyan ederdi. Kadınların savaş meclislerine katıldığı dahi olurdu. Örneğin; Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete Han’ın hatunu imzalamıştır.(2)

Ebul Gazi Bahadır Han. Şecere-i Terakime’de. Oğuz ilinde yedi kızın uzun yıllar beylik yaptıklannı anlatmakta ve bu kızların isimlerini şöyle sıralamaktadır “Boyu Uzun Burla Barçın Salur Şabatı Hatun Künin Körkli Kerçe Buladı Kuğatlı Hanım “(3)

Türk kadını diğer toplumlarda olduğu gibi baskı altında tutulmuyor aşağılanmıyordu. Kadının yüceliği Altay dağlarının en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek sanki çağlar sonrasına bir mesaj gibidir.

İslam öncesi Türk topluluklarında kadına böyle bir bakış açısı var iken Türk toplumu dışında kalan milletlerde kadının durumu acınacak bir haldedir.

Cahiliye devri Araplarda kadının kocası yanındaki değeri alınıp satılan bir maldan farksızdır. Arap erkeği adet zamanında kadınla bir arada oturmaz onunla yiyip içmezdi. Aynı dönemde yine burada kadının miras hakkı yoktur. Oysa Türk kadını miras hakkına sahiptir. Mesela Yakutlarda kadının kendine ait mülkü mevcuttur. Buna “and ” veya “semse” adı verilir. Kadının bunu istediği gibi kullanmak hakkı vardır. Ölen bir kocanın karısı var ise bunun mirastan iki hali olur

1. Kocanın oğlu veya kızı oğlunun. oğlıınun oğlu veya bir kızı ile beraber bulunuyorsa sekizde bir.
2. Bunlardan hiçbiri kadının yanında değilse dörtte biri miras alınırdı.

Anı dönemlerde kadınların diğer toplumlardaki durumunu incelemeye devam edelim. İngiltere de XI. asra kadar kocalar karılarını satabilirdi. Hristiyanlar ise kadına şeytan gözüyle bakmışlardır. Yine İngiltere’de kadın “murdar” bir varlık sayıldığı için İncil’e el süremiyordu. Kadınlar İncil’i okuma hakkına Henry devrinde (1509-1547) sahip olmuşlardır. İngiliz Piskoposu Dour’un 1888 yılında Westminster Kilisesinde vaaz verirken söyledikleri tüyler ürperticidir.

“Bundan yüz sene öncesine kadar kadın erkegin sofrasına oturma hakkına sahip olmadığı gibi sorulmadan söze başlaması caiz değildi. Kocası başınm ucuna kocaman bir sopa asardı ki karısı ne zaman bir emrini tutmazsa onu kullanırdı. Kadının sözü kızlarına geçmezdi. Erkek çocuklar ise analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi.”

Çin ‘de ise boşanma hakkı sadece erkeğe mahsustu. Kadının böyle bir hakkı yoktu. Oysa Türk kadını tüm bu haklara sahipti. “Koca karısını, kadın kocasını boşayabilirdi.” Koca karısının getirdigi çeyizin bedelini verirken kadın da para vermek veya mihrinden vazgeçmek suretiyle kocasından boşanabilirdi.”

Budizm’in kurucusu Buda ise ilk başlarda kadınları dinine kabul etmemiştir. Eski Türk kadını Roma kadınından da daha fazla haklara sahipti. Roma hukukunda kadın kendi malına hükmedemezdi. Vasiyet yapamazdı Roma hukuku kadını ergin kabul etmiyordu. Onu noksan akıllı sayıyordu. Romalı kadın Jüstinyen devrine kadar tam bir esir hayatı yaşamıştır. Roma’da dul kadının evlenmesi suç sayılıyordu. Yine Çin’de yeni doğan çocuk erkekse pahalı kumaşlara kız ise bez parçalanna sarılırdı. İran’da kendilerine eş bulan kızlar günahkar sayılmıştır. İran’da kanları bozmamak için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştür. Bu sebepten anaları ile kız kardeşleri ile evlenenler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri gömmeleri acı gerçeklerdir. Kız çocuğa sahip olmak şerefsizlik sayılmıştır.

İşte bu dönemlerde Türk kızları ve kadınları toplumun şerefli birer ferdidir. Türk milleti hariç kadınları aşağılamayan hor görmeyen bir millet yoktur. Türk kadınının böyle ihtişam içinde ve saygı görerek yaşaması Türk karakter ve kültürünün yüksek değerini ifade eder.



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Farklı bir sağlıklı yaşam
  24.Nis.2014 Per 11:55:59
DOĞRU SÖZE NE DENİR ?  

Doktor dediğin böyle açık sözlü olur… 

Prof.Dr.Esat ORHON’ dan

Hangisi yararlı, Hangisi zararlı ?

100.000 kere söylediklerimi yine tekrarlıyorum, bıktıysanız bu satırdan sonrasını okumayınız.

SPOR SAĞLIĞA ZARARLIDIR


1. Sizi kan ter içinde ve nefes nefese bırakan her türlü spor sağlığınıza zararlıdır.
2. Eklem, kas, kalp ve akciğerinizi zorlayan her türlü spor bu önermenin içindedir.
3. Travmatik sporları saymıyorum bile…

TEMPOLU YÜRÜYÜŞ SAĞLIĞA YARARLIDIR

1. Haftada 3 kez en az 45 dakika yapılan tempolu yürüyüş sağlığınıza yararlıdır.

Bu konuda sıkça sorulan sorular:
S: Tempolu yürüyüş nedir ?
C: Yanınızdakiyle sohbet edebileceğiniz maksimum hızdaki yürüyüştür. Tıknefes olacak kadar hızlı yürüyüş değildir, tıngır mıngır vitrin gezer gibi yürüyüş de değildir.

S: Ben bütün gün zaten koşturuyorum, bu yetmez mi ?
C: Ne alakası var? Tempolu yürüyüş demek, lastik ayakkabılarınızı ve eşofmanınızı giyip, sadece yürüyüş için ayrılmış zaman diliminde yapılan yürüyüş demektir. Sadece yürüyüşe ayrılan zaman, aynı zamanda kafanızı boşaltacak ve stresinizi giderecektir. En önemli yararlarından birisi, yani “kendinize karşı görevinizi yapmış olmanın” huzuru da buna eklenecektir.

 SİGARA
1. Sigara sağlığa zararlıdır.
2. Ancak, eğer dozunda içmesini biliyorsanız yarar sağlayabilir. Sigara içenlerin kalbini besleyen koroner damarlar daralmaya başlayacağından, erken yaşlarda kollateral by-pass damarları oluşur. Böylece kalp krizinden geberip gitme özgürlüğünüzü yine kullanmış olursunuz ancak bir farkla; Hayatında hiç sigara içmemiş birisi ilk kalp krizinden ölürken, dozunda sigara içmiş olanları kollateral damarlar hiç değilse ilk kalp krizinde ölüm riskinden kurtarabilir. Kurtarır demiyorum, kurtarabilir. Örnek mi ? “Halı sahada maç yapan 25 yaşındaki genç, kalp krizi geçirerek öldü”. İşte bu cümle, hiç sigara içmemiş birisinin gazete üçüncü sayfasına geçecek ölüm haberidir.
3. Burada yazdıklarıma burun kıvıranlar, Sigara başlığı altındaki birinci maddeyi tekrar okuyacaklardır.

ALKOL VE KIRMIZI SEBZELER, MEYVELER
1. Alkolün küpüne düşmezseniz, dozunda bırakırsanız yararlı olabilir. Burada sadece kırmızı şarabı kastettiğimi iyi anlayın. Rakının sağlığa yararı henüz tespit edilmemiştir. Sanıldığının aksine, anti-depresan dahi değildir.
2. Yararlı olan tek alkol, günde tek bir kadeh kırmızı şarap olup, anti-oksidan ve kan sulandırıcıdır.
3. “Kırmızı” sağlığa yararlıdır.
4. Siyah üzüm, kara lahana, havuç, turp gibi kırmızı ve koyu renkli meyve ve sebzeler sağlığa yararlıdır. En yararlısı, kara lahanadır.

VİTAMİNLER VE ASPİRİN
1. A, B, C, D, E ve K vitaminleri alanlarla almayanlar arasında sadece takıntı farkı vardır. Önerenlerin ve reklamını yapanların firma bağlantılarını araştırınız. Alıp da kendinizi iyi hissediyorsanız en azından şunu bilin, zararlı bir şey yapmıyorsunuz, almaya devam edebilirsiniz, ama büyük bir yarar da beklemeyin.

ORTHOREXİA – SAĞLIKLI YEMEK YEME TAKINTISI
1. Sağlıklı yemek yeme takıntısı, yani ortoreksi zararlıdır.
2. Yediklerinin sağlıklı olduğuna hastalık derecesinde kafayı takanlar, her lokmada kalori sayanlar, bir gün önce aşırı yediği için takip eden günlerde kendine diyet eziyeti yapanlar, kendilerine pek bir yarar sağlamayacağı gibi, ruh kanseri adayı olurlar.
3. Tereyağlı döner yediği için kendini suçlu hissedip yanında diyet kola içenlere gülmeyiniz, kızmayınız, sadece üzülünüz. Onların ruhsal desteğe ihtiyaçları vardır.

MEDİKAL SPA VE PARAMEDİKAL BOMBARDIMAN
1. Reklamı ve tanıtımı yapılan her türlü para-medikal uygulama, pazarlayanlara yararlıdır. Size yararlı olup olmadığını kendiniz hesaplayın. Kırmızı ışık vererek yağları hareket ettiren, uzaktan bilmemne tutarak belinizi incelten ithal malı cihazların leasinglerini kim ödeyecek ? Tabii ki sizler.

Bu konuda sıkça sorulan sorular:

S: Para-medikal nedir ?
C: “Ben yaptım oldu” türü tüm uygulamalardır.

S: Kırmızı ışık vererek yağları hareket ettiren cihaza 14 seans girdim, ilk başta iyi geliyor gibiydi, ama sonuçta hiç faydası olmadı. Binlerce lira para kaptırdım, çok pişman oldum. Ama dergide okudum, şimdi yeşil ışık verenleri çıkmış, iyi olduğunu söylüyorlar, ne dersiniz ?

C: Sakın acele etmeyin, iki ay sonra mor ışık verenleri gelecek.

TIBBİ PERİODİK KONTROLLAR
1. Kesinlikle yararlıdır.
2. Ama takıntı haline getirmek kesinlikle zararlıdır.
3. Her erkek yılda bir prostat kanseri taraması için PSA kan testi ve büyük tuvaletinde gizli kan testi yaptırmalıdır.
4. Her kadın yılda bir vaginal smear aldırmalı ve meme ultrasonu yaptırmalıdır. 50 yaşından sonra her iki yılda bir mammografi ve kemik erimesi taramasına girmelidir.
5. HDL, yani iyi kolesterolünü 65′ten yüksek tutabilenler, kalpten ve tansiyondan pek ölmezler. Ama her altı ayda bir kolesterol baktırmak için laboratuara koşanların    trafik kazası geçirme riskleri daha yüksektir. Yani uyanık olun, ama takıntı haline getirmeyin.

SAĞLIKLI YAŞAMANIN ÖN KOŞULU NEDİR ?

1. Sağlıklı yaşamanın ön koşulu annenizi ve babanızı iyi seçmektir.

Bu konuda sıkça sorulan sorular:
S: Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz, annemizi babamızı nasıl seçelim yahu ?
C: İyi ya, ben de onu anlatmaya çalışıyorum zaten. Genetik mirasınızı seçemezsiniz. Onun için ikide bir ” takıntı yapmayın ” deyip duruyorum ya. Genetik mirasınız   yaşamınızın % 60′ını düzenler. Sizin ayar çekebileceğiniz pay sadece yaşamınızın % 40′ıdır. Ama şu şartla; 30 yaşınıza hangi potansiyelle girdiyseniz, onun % 40′ını ayarlayabilirsiniz. 40 yaşına kadar günde bir paket sigara içtiyseniz, her gün rakının dibine vurduysanız, ondan sonra tövbe etseniz de yararı yok. Keyfinize bakın derim ben. Kanser teşhisi konduğu gün sigarayı bırakanlara gülmeyiniz, siz de öyle yapardınız.

Sağlıklı yaşamanın ikinci koşulu kemer takmaktır. 100 metre ilerideki bakkala dahi giderken kemer takmaktır. Arkada otururken bile kemer takmaktır.

Sağlıklı yaşamanın üçüncü koşulu, sürat yapmamaktır.
Tanrı sizi korur. Sürat yapanları ve kemer takmayanları korumaz. Trafik ölümleri önlenebilir ölümlerdir.
Yukarıda yazdıklarımla dalga geçmek, aleyhimde atıp tutmak, küçümsemek, çürütmeye çalışmak serbest olup, her bireyin dediklerimi dikkate almayarak geberip gitme özgürlüğü vardır.

Prof.Dr. Esat ORHON



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Bir müddet sabredeceğiz, sonra..
  25.Nis.2014 Cum 10:52:30
Prof. Dr. Mehmet Baydemir kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. 
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: “Nazif Bey mi?” dedi. “Evet, Nazif Bey!” diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla “Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.” dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. “Ya, öyle mi…?” diyebildi sadece. 
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. 
Kendisini toparlayıp: “Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?” diye sordu. “Evet var, oğlu Selim Bey….”. Titrek bir sesle “Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?” dedi. 
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, “Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.” dedi ve telefona yöneldi.. 
Sonra “Kim diyelim efendim?” diye sordu. 
“Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.” cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. 
Daha sonra mütebessim bir çehreyle, “Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.” dedi. 
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, ‘Buyurun!’ dedi. 
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, “Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.” dedi. 
“Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.” dedi, genç iş adamı. 
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: “Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl…
Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.” dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
 “Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.
” Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: “Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.
” Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. 
Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: “Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?” Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla “Evet” dedi. 
Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. “Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.” dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve “Sizi karşıma Allah çıkardı.” dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. “Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?” dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak “Bizdeki emanetinizi vermek için…” deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. “Emanet mi?” dedi. 
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine “Gelebilir misiniz?” deyip telefonu kapattı. 
Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. 
Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. 
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. 
Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. 
Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, “Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.” dedi. 
“Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. 
Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 
‘Sana bunun için burs vermedim.’ diyerek bana istikamet verdi. 
Ona her namazımda dua ediyorum.” dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. 
Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. 
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. 
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti: “Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…” Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: “Bir müddet sabredeceğiz, sonra…
” İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. 
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. 
Üçüncü cümlede: “Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…” diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. 
Sonunda dayanamayıp, “Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.
” Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: “Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. 
Oldukça iyi bir hayatımız vardı. 
Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. 
Ozenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. 
Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. 
Yemekleri artık annem yapıyordu. 
Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. 
O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin… 
Şaşkınlık içinde, ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sormuştum. 
Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. 
Annemin ağlayışına mukabil babam: 
‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, ‘Alışacağız.’ dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. 
Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. 
Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. 
Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. 
Annem bezgin bir sesle: ‘Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.’ diye haykırdı. 
Bunun üzerine babam: ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi. 
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. 
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.’ dedi. 
Yürümeye başladık. 
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. 
Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. 
Geride kaldığımı fark etmemişti. 
Biraz sonra fark edince bana döndü. 
İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. 
Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. 
Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, ‘Yoruldum.’ dedim. 
Babam oldukça sakin bir şekilde: ‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi. 
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. 
Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. 
Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. 
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. 
Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. 
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: ‘Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.’ Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. 
Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. 
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. 
Her birimize bir paket getirmişti. 
Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. 
Bizi bir araya topladı. ‘Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?’ dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. 
Sözlerini kesmek zorunda kaldı. 
Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. 
Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. 
O sırada da ağlıyordu. 
Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. 
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. 
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. 
Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. 
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. 
Babam nihayet kendisini topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. 
Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime ‘bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. 
Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.’ demiştim. 
Bugün ise, Allah’ın yardımıyla, borcumu bitirdim. 
Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.” dedi. 
Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. 
Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. 
Bu çoraplar her gün bana:
‘Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancın alacaklılarının hakkıdır.’ diyor”. 
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. 
“Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. 
Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.” Selim Beye döndü ve “Siz ne yapardınız?” diye sordu. 
Selim Bey kendisine has tebessümü ile: “Bir müddet zeytin yerdim, sonra…” dedi ve gülümsedi. 
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. 
Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. ‘Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.’ dedi. 
Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. 
Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. 
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. 
Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. 
“Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu… 
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. 
Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. 
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum;
lâkin bu sefer de size ulaşamadım. 
Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. 
Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb’im bilir. 
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. 
Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.”
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. 
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. 
Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. 
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. 
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi...


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Bir Gidişi İzlemek..
  25.Nis.2014 Cum 12:48:48

 

   Bugün kendime baktım. Ne komik, dün sana bakıyordum. Şimdiyse bakacak tek kişi benim. Yeni uyanmıştım, isteksizce kalktım yataktan. Ağır ağır banyoya doğru yürüdüm. Musluğu açtım, ellerimi lavabobaya dayayıp hafifçe eğildim sonra gözlerimi kaldırdım ve yine kendime baktım. Hiç aldırmadan gördüğüm yüze, ellerimi suyun altına tuttum ve avuçlarıma dolan suyun parmaklarımdan yavaşça taşmasını seyrettim. Her anı yavaşça yaşamaya çalışıyor gibiydim. Suyu yüzüme götürdüm ve sertçe çarptım. Sonra tekrar ve tekrar… Musluğu kapatırken, burnumdan akan bir damla su yere düştü. Sonra yüzümü kurulayıp yere eğildim ve o bir damlaya uzun uzun baktım. Sen gibiydi. Tüm yüzümü yıkamış olan su, az önce minnet duyduğum su şimdi sana benziyordu. Alnımdan kayarak burnuma inen, sonra orda bir süre bekleyip ağırlaşınca kendini yer çekimine bırakan su damlası… Sen de böyle yapmamış mıydın? Sana minnet duyarken, seni kendi rızamla kurulamaya karar vermişken, birden kayıp gitmedin mi benden? Bilerek yer çekimine bırakmadın mı kendini? Şimdi o bir damla sudan ne farkın olabilirdi ki? Su yere düştü, yayıldı, buharlaşmayı bekliyordu ölmek için, ama biliyordu ki asla ölmeyecek; buhar olacak sonra tekrar su… Sırf sana kızdığım için suyu öldürmek istedim. Ve banyodaki tuvalet kağıdından bir parça koparıp yerdeki bir damla suyu sildim. Sonrada çöpe attım. Bilmiyorum öldü mü, ama ben sonuçta ölücek düşüncesiyle bunu yaptım bunu. Sen sandım. O berraklığı nasıl sen sandım? Bilmiyorum. Sadece, yanılgı diyebiliriz buna; yalnızca tek yönlü düşünceden kaynaklanmış, diğer tüm güzellikleri örtecek kadar kötü bir terk ediş senaryosuna bağlı olarak gelişen bir yanılgı. Hah! Ne komik, dün sana bakarken, bugün kendime bile zor bakıyorum.
Bugün kendime baktım. Ne komik, dün sen bana bakarken, bugün ben bana bakıyordum. Öğlen olmuştu. Salondaki kahverengi koltukta oturuyordum. Müzik dinlerken aklıma geldin. Ya da aklımda olduğunu hatırladım. Bunun gibi bir şey işte. Sonra rahatladım. Birden içime tarifi imkansız bir huzur doldu. Nedenini bilmiyordum ama o an, herşey olması gerektiği gibi, düşüncesi yerleşti kafama. Sonra yine geri geldi terk edilmişlik duygusu, yalnızlık sendromu, hüzün, depresyon belirtileri vb. Yine de içimdeydi o garip huzur. Sanırım meleklerim tarafından S.O.S yardım çağrısına cevap gelmişti, bilmiyorum. Bu yardıma teşekkür mahiyetinde arkama yaslandım ve sigaramı yaktım. Uzun bir nefes çektim sigaramdan ama nefesimi bırakmadım. Biraz kalsın dedim, sonra yavaşça bıraktım nefesimi. Pilates yaparken öğrettikleri nefes alma tekniğini şimdi sigara dumanıyla uyguluyordum. Gerçekten keyif vericiydi. Kül tablasına koydum sigaramı sonra ona uzun uzun baktım. Ben sigara içmezdim ki, nereden bulaştı bu saçma alışkanlık bana? Sigarayı sana benzettim. Görünürde hiç zarar vermiyormuş gibi durup insanın içini kemiren bir fare gibi. Hemen bitmeyecekmiş gibi dururken, sen içmediğinde bile rüzgarla kendi kendini tüketen, ölüme ve sonlara hevesli bir gardiyan gibi. Sen gibi… İçtikten sonra ağızda bıraktığı kötü tada rağmen bir tane daha yakılan sigaraya benzettim seni. Kokusundan rahatsız olduğundan ve içmek olmaktan utandığından, sigaranın tüm izlerini yok etmek için önce cam açımaya sonra dişlerini fırçalamaya ve sonunda da külleri çöp kutusuna atmaya benzettim seni. Seni nasıl bu kadar aşağılayabildim? Bilmiyorum. Sadece kızgınlık diyebiliriz buna. Öyle gelip geçmiş olmanın verdiği kızgınlık, tıpkı kısa film festivallerinde izlediğin bir kısa filmin uzun olmasını dilerken çektiğin hayal kırıklığına bağlı olan, içten gelen, saf bir kızgınlık gibi. Off! Ne kadar dramatik. İlk gördüğümde umursamadım, şimdiyse ’hep görmek için nelerimi vermezdim’ diyorum kendime. Dün sana bakabilirken, bugün sana bakmayı diliyorum.

   Kendime bakıyorum. Sonra kendimden sıkılıp aynadan uzaklaşıyorum, salona geçiyorum camın önüne oturuyorum. Akşam vakti… Birkaç martı uçuyor pencerenin önünden bilmediğim yerlere doğru. Güneş battı batacak. Ay gökyüzünde ama silik görünüyor. Hem ay hem de güneş görünüyor aynı anda. Ne kadar muhteşem. Zıtlıklar bir arada, ’sen ve ben’ gibi..



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Damarlarımız Neden Tıkanıyor !
  25.Nis.2014 Cum 13:08:32

 

Prof.Dr. Kenan Demirkol, A’dan Z’ye akıllı beslenmenin matematiğini anlatıyor… Şeker, vücudumuzu, demir paslanır gibi paslandırıyor, eskitiyor; çocuklarımızın hücrelerini 12 yaşında yaşlandırıyor. Şekeri, gıda sanayiinden söküp atmak zor ama, işe evlerimizin kapısından başlayabiliriz!

Prof. Dr. Kenan Demirkol genel cerrah.Uzmanlık alanı, beslenmeyle yakından ilgili olan sindirim sistemi organları. Ancak Demirkol bir “akıllı beslenme” uzmanı.

 

“ŞEKER TÜKETİMİYLE HASTALIK ARTIŞ EĞRİSİ PARALEL”

 

DEMİRKOL- Kısmen ya da tümüyle beslenme alışkanlıkları sonucu oluşan kronik, aslında önlenebilir hastalıklar, çok büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. ABD’de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65′i ya şişman ya daha da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası sayısının dört milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.

Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa’da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü; şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur.

 

“12 YAŞINDA YAŞLANDIRIYOR”

 

- Çocukların enerjiye ihtiyacı var diye belli miktarlarda yemeleri doğru değil mi?
- Asla doğru değil.
- Peki enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız?
- Taş devri döneminde insanlar hayvan avlar ve bitki toplar.

 

Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda olumsuzlaşıyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor. Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100′lerdeyiz, 120′de şeker hastalığı. Biliyorsunuz şimdi şeker hastalığı iki türlü. Bir doğumsal genetik özelliklerle alakalı tip 1 diabet. Bir de edimsel tip 2 diabet. Pankreas organının artık yeterince insülin üretememesiyle ortaya çıkar. Yaşlanma süreci olarak kabul edilir. 60′lı yaşlarda görülmesi beklenir.. Ama şu anda 12 yaşındaki çocuklarda tip 2 diabet var. Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.

 

“KANSER HÜCRESİ DE ŞEKERLE BESLENİYOR”

 

- Ama, beyin sadece glikozla beslenmiyor mu?
- Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören asla şeker yememeli.

Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker ‘sakaroz’, iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve früktoz a ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır.

İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye.. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek.

Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacak. İnsülin salgılandığı için bir de tokluk hormonu salgılanır. Hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş olur.

Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz; çok az oranda insülin salgılatır. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. Fruktoz günde 15 gram kadar vücudumuzda metabolize edilebiliyor. Değişik kimyasal süreçlerin içine katılabiliyor. Bu da 30 gram şekerdir. Günde bundan fazla yenirse karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Bu hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

 

“MEYVE YİYORSAN, ŞEKER YEME”

- Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek.
- Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz bir takım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.

- Meyvelerin şeker oranları farklı değil mi?
- İncir ve muz en çok şeker içerenler. Ama onun dışındaki meyveler aşağı yukarı aynı.
- Okuyucularımız söyleşimizden sonra bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu?

 

“HAYVANLARA YAPTIĞIMIZ…”

- Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.
- Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre.
- Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara “şunu yiyeceksin” diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.
- Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilaç niyetine.
- Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika’da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, “öldürücüdür” yazısı konuyor.

 

AMERİKA’NIN MISIRINI TÜKETECEĞİZ DİYE…

 

- Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz?
- Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920′li yıllarda Amerikan başkanı “benim köylüm mısırdan kalkınacak” fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40′ı Amerika’dadır. Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz. Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor. Kartal’dan fabrikadan hazır fruktoz şerbeti geliyor.

 

KOLESTEROL DÜŞMANLIĞI

- Ama bunun daha sağlıklı olduğu yazılıp çiziliyor.
- Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz.

Biraz önce dediğimiz gibi 15 gramdan fazla fruktoz yağa dönüşüyor ve bizi hasta ediyor. Nasıl demir paslanınca eskir, bu paslanmanın bilimsel adı oksitlenmedir. Vücudumuzdaki hücreler de oksitlenir ve yaşlanır. Birtakım gıdalarla oksitleyici, bir de bunu engelleyici maddeler alırız. Örneğin, üzüm çekirdeği. Gerçekten bu sistem bizim organizmamızın yaşlanmasını belirleyen, hastalanmasını, kanser gelişimini belirleyen ana faktör. Bakın bir kolesterol furyası aldı gidiyor. Kolesterol anne sütünde, yeni bir hayatın doğması için ana nesne olan yumurtada bolca var. Demek ki insan hayatının gelişme döneminde inanılmaz gereksinim var. Bakıyorsunuz kolesterol düşmanlığı sarmış ortalığı.

 

“KOLESTEROL MASUM, BİZ SUÇLUYUZ“

 

- Kolesterolün ölçüsü de zaman zaman değişiyor. Bunun modası olur mu?

 

- Bakıyorsunuz LDL 130′a kadar normalde. Üç sene sonra 100, şimdi de 60 olsun diyorlar. Yakında sıfıra indirecekler.. Aslında, kolesterol masum. Bizler suçluyuz. Fruktozu yani tatlı şekeri yiyerek oluşturduğumuz trigliseritler, kolesterolün oksitlenmesine sebep oluyor . Yağsız kuzu şiş yediğinizi varsayalım, yanında da meyve suyu içiyorsunuz. Sadece kuzu şişi yeseniz bir zararı yok, ama kırmızı etten aldığınız kolesterolü, meşrubattan aldığınız şeker trigliserite dönerek oksitlediğiniz için damar sertliği oluşuyor. Biz insanlara “kardeşim kolesterol zararlı değil. Ama oksitlenmesine izin verme” diyeceğimize, ilaç firmaları kolesterolü düşürecek ilaç keşfediyor. Biz masum olanı indiriyoruz. Eğer oksitleyici maddeleri düşüremiyorsak, oksitlenen maddeleri azaltalım. Ama esas insan mantığı ne diyor? Oksitleyen maddeleri azalt.

Yine oksitleyici bir madde, damar sertliği yapan doymuş yağ asidi. Bu madde yapay beslenen hayvanların sütünde var, depo yağlarında var. Ama bizim ineğimiz merada otlasa, doğru beslense doymuş yağ asidi sütte ve hayvansal yağda sıfır olacak. Dolayısıyla kolesterol oksitlenmemiş olacak.

 

ANTEP YUVALAMASININ FAYDALARI

 

- Peki bu mümkün mü? Merada otlayan inek, otlayacak da, süt yapacak da kaç kişiyi besleyecek? Fiyatı yükseltmez mi tüm bunlar?
- Çok güzel bir noktaya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz. “Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var.” Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görürseniz haklısınız. Ama insan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Şimdi doktorlar bunu okur okumaz itiraz ederler. Derler ki “Esansiyel amino asitler vardır”.

Yani hayvansal gıdada var olan, vücudun üretemediği mutlaka dışardan alınması gereken bazı protein yapı taşları, amino asitler vardır. Örneğin; mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.

 

- Antep yöresinin yuvalaması gibi..
- Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar.. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Makro nutrientler yağ, protein ve karbonhidrattır. Mikro nutrientler ise vitaminler, mineraller, enzimlerdir. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var.

 

Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse içinde bulunan omega-3′e ihtiyacımız var. Türkiye’de biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri “biz dünyayı nasıl doyuracağız” yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli.

 

İNEK NE YEMELİ

 

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur . Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

 

Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama batıda ekolojik hayvancılığın sonucu elde edilen süt ile konvansiyonel üretilen sütün maliyeti arasındaki fark yüzde 10-15′i geçmiyor.

 

Ne Türkiye yasalarında ekolojik hayvancılıkla barışığım, ne de AB’dekiyle. Ekolojik hayvancılık denince akla “ekolojik tarım sonucu elde edilmiş ürünlerle hayvanın beslenmesi” geliyor. Affedersiniz ama 2000 yıl önce hayvan nerden patatesi buldu da yedi, ya da pancarı. İneğin normal beslenmesinde pancarın, mısırın ve patatesin yeri var mı? Yok.

 

- Demek Amerika’dakilerin varmış.

 

Orada da yok. İster ekolojik tarımla, ister normal tarımla elde edilmiş olsun hayvana pancar verilmesi yanlış. Zaten hayvanın sütünün kötü olmasının sebebi hayvanın, karbonhidratı zengin, onu yağlandıran tarzda, mısırla beslenmiş olması.

 

O yüzden ekolojik hayvancılık dediğimizde yasalarımızın buna göre organize olması gerekiyor. Tanımlamamız gereken, türe özgü beslenme. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız. Bütün doğada kendiliğinden yetişen yeşillikler omega-3 ağırlıklı yağ içerir. İnsanların eliyle ekilenler omega-6 içerir.

 

HAMSİYİ HANGİ YAĞDA KIZARTACAĞIZ

 

- Ne fark var arasında?
-. İnsan vücudunun her hücresinde hücre zarı vardır. Bu hücre zarı lipo protein katmanla sarılı. Yani bir yağ bir de protein. Bu hücre zarındaki yağ ana madde olarak omega-3′tür. Tek tük omega-6 da içerir. Biz yeşillikten uzaklaştıkça ve hayvanımızı da yeşillikten uzaklaştırdıkça elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insanın her gün 1 gram omega-3 alması gerekiyor. Omega-6 yağ asitleri ile omega-3 yağ asitleri vücudumuzda aynı enzimlerle metabolize edilir. Biz ayçiçeği yağı, soya yağı gibi yağlarla beslenip çok omega-6 aldığımız için artık omega-3′e enzim kalmıyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçeği yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

Bütün yağlar, yağ asitlerinin karışımıdır. Onlar da 3′e ayrılır. Doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri, çoklu doymamış yağ asitleri. Çoklu doymamış yağ asitleri ikiye bölünür, onlar da omega-3 ve omega-6′dır. Bundan 40-45 yıl öncesi omega-6 kolesterolü düşürüyor diye tüm topluma söyledik. Ayçiçeği ve mısırözü yağlarını tükettirdik. Fakat sonra anladık ki bu yağlar iyi kolesterolü de, kötü kolesterolü düşürdüğü oranda düşürüyor. Bizim kolesterol açısından sağlıklı olmamızdaki unsur iyi ve kötü arasındaki dengedir. İkisini birden düşürürse denge bozulmamış olduğundan herhangi bir iyilik elde etmiş olmuyoruz.

 

DEPRESYONUN ÇARESİ

 

- İkisi arasında denge mi, fark mı önemli?
- Oran önemli. Omega-6′yı o kadar fazla alıyoruz ki, almış olduğumuz azıcık omega-3′ü de değerlendirmeden vücuttan hemen atıyoruz. Omega-3 olmayınca hücre duvarına veremiyorsunuz. Hücre duvarı da omega-3′ten oluşuyor. Vücut da asıl malzemeyi bulamadığı zaman gecekondu yapar gibi ne bulursa onla hücreyi onarıyor. Omega-3 yerine, omega-6 yağ asidi olan araşidonik asidi kullanıyor. Ama bu asit bütün stres komalarının hammaddesi. Gecekondunuzu el bombasıyla örmüş oldunuz. Dışardan biri taş atsa havaya uçacak.

 

- Ama o zaman da ben size stres ilaçları satacağım.
- Tabii. Omega-3′ten zengin beslenen toplumlarda depresyon çok az oranda görülüyor. Zihinsel performans artıyor. Beynimizdeki toplam yağ asidinin yarısı omega-3 olmak zorunda. Ama biz vücudumuza bunu sunamıyoruz.

 

ÇAY VE ZEKA

 

- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?
- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye’nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye’nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var. Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin haklıydı.

 

Türkiye’de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.
- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?
- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.
- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği söyleniyor.

 

“ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!”

 

- Üç saat. Ben tekrar omega-3′e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3′ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp “inme” veya “enfarktüs” olmasına yol açıyor.

 

Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6′yı çok tükettiğimiz için omega-3′ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.

 

- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı?

 

- Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega-6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

 

“ANNEMİN YEMEKLERİ BAŞKAYDI”

 

- Acaba “tadı güzel” dediklerimiz bize dışardan dayatılan bir kavram mı? Güzel nedir?
- Eşinizle ilk evlendiğinizde yemek yaptığınız zaman size itiraz etmedi mi, “benim annem böyle yapıyor” diye?

 

- Ben güzel yemek yaparım..
- Ona rağmen itiraz etti. İnsan çocukluğundan alıştığı damak tadını arıyor. Belki dünyanın en kötü aşçısı annesi, ama insan neye alıştıysa onu arıyor.

 

- Eski çağlardan bu yana insana dair güzel-çirkin kavramı bile ne kadar çok değişmiş. Biz ona böyle bir değer yüklediğimiz için güzel oluyor. Toplumda da dayatılan değerler var . Kola ya da hamburger için “bak bu güzeldir” deniyor çocuklara.
- Ben o yüzden üniversitelerde konferans vermeyi tercih ediyorum. Çünkü; onlar yakın zamanda anne baba adaylarıdır.

 

SPOTLAR(ÖNEMLİ BİLGİLER)

 

“Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.”

 

“Türkiye’de gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten.”

 

“Yapay yem üreticileri ‘biz dünyayı nasıl doyuracağız’ yalanıyla, hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor.

 

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı donmuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün asitlenmesine yol açar.

 

Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

 

Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama aradaki fark yüzde 10-15′i geçmiyor.

 

Elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insan her gün 1gram omega-3 alması gerekiyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçek yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

 

Zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor.



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Sürünür Gidersin..
  29.Nis.2014 Sal 11:36:29
Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne
sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında. En güzel
yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin
müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Gözyaşlarınız da,
bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca
öptüğünüz bir bayrak. Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve
nihayetsiz; “Ölmek var, dönmek yok”tur.
Lakin gün gelir anlarsınız;
içten içe bir şeylerin kanadığını. Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar
parıldamaya. Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: “Şöyle görünse,
öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa…” Başkalarını örnek
göstermeye, “Bak onlar nasıl yaşıyor” demeye başlarsınız. Hem birlikte yaşayıp,
hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık,
yanlışını görür düzeltmek istersiniz. “Eskiden böyle miydi ya…” diye başlayan
sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir
bilinçaltından. Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O,
sevgisizliğinize yorar bunu… İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin
bedeli ölümdür. “Ya sev böyle ya da terk et” diye gürler. Bir zamanlar bir
gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kâbusa dönüşür birden. Kapatır
gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size. Hoyrattır, bakmaz yüzünüze. Zehir
akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkûm eder. Mühürler
dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden. “İyiliğin
içindi hepsi, seni sevdiğim için…” dersiniz, dinletemezsiniz.
Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.
İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz. “Madem öyle…” nin
çağı başlar ondan sonra. Mademki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını
seçmiştir, mademki kıymetinizi bilmemiştir, o halde “günah sizden gitmistir”.
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik
çağı başlar böylece. Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre. Ne
var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni. Etrafı bir sürü uğursuzla
dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler,
sırtına binenler sarmıştır çevresini. Gurur duyar onlarla, koynunda besler,
gözünü oysunlar diye. Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden
fazla… “Bana ne… Kendi seçimi” diye omuz silkmeye çabalarsınız bir
süre…
Ama sonra, ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı
aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden. Yaban ellerde, başka
kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi,
şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi. Karşı
nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye.
Dönüp “Seni hala seviyorum” diye bağırmak geçer içinizden. Dönemezsiniz.
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz
aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz. Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek
arzusu, hem “Ne olacak sonunda” kuşkusu…
Böyle sevemezsiniz, terk de
edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz…


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >ÖN YARGILAR
  29.Nis.2014 Sal 11:45:28

Çoğu tanıdığım insan seçimlerinde, tercihlerinde belirgin önyargılara sahip. Ben de pek çok konuda kendim için bunun farkındayım. Ya birine, birşeye önyargıyla bakarken yakalıyorum kendimi, ya da birinin bana önyargıyla baktığını ve birtakım kararlar vermeye çalıştığını görüyorum, hissediyorum. Arabanın modeli, karşıdaki insanın yaşı, mesleği; evdeki eşyaların rengi, hayvanlar, temizlik, iş, okul. Hatta bu gidip kahve içilecek yer için bile geçerli. Pek çok konuda takıntılarımız, kriterlerimiz, önyargılarımız var.

Halbuki mutluluk o kadar yakınımızdan geçiyor o sırada, ya da avcumuza bırakılmış oluyor ki, biz onu elimizin tersiyle iterek, belki de hiç olmayacak, erişemeyeceğimiz hayallerimizin peşinden gitmeyi tercih ediyoruz. Örneğin karşımıza çıkan ve birlikte olmaktan huzur, mutluluk duyduğumuz insanı, sırf bizim kriterlerimize uymuyor diye reddediyoruz veya dikkate bile almıyoruz. Kriterler de ne olsa; işi, yaşı, ailesi vs vs. Kafamızdaki soru, bizim kriterlerimize uymazsa gelecekte mutlu olur muyuz? Kafamızdaki kriterlere uyanla mutlu olacağımızın garantisi var mı? Ve biz bu insanı elimizin tersiyle itiyoruz. Belki de çok sevecek bizi? Mutlu etmek için elinden geleni yapacak? Hayır ama, bizim kriterlerimiz var.

Araba seçmeye gittiğimizde elbette cebimizdeki paraya göre, ama sonra illede kafamızdaki önyargılara göre hareket ediyoruz; beyaz olmasın, kir gösterir, otomatik vites olsun, marka ille şu ve şu olsun, başkası olmaz. Denedik mi? Hayır. Belki diğer araba ile çok daha mutlu olacağız? O bizimle özdeşleşecek?

İş seçerken de daha üniversiteye hazırlıkta başlıyoruz, şu meslekler olur, bunlar tu kaka demeye. Ve sonuçta hayatının herhangi bir döneminde mutluluğu yakalayamamış sıkıntılı ve doyumsuz insanlar ordusu yaratıyoruz. Sadece kendimize olsa iyi, oğlumuza, kızımıza, annemize, yakın çevremizde etkileyebileceğimiz kim varsa mutluluğun “sırlarını” dikte etmeye çalışıyoruz.

Biraz burnumuzu aşağılara indirebilsek, bizi seven, mutlu eden insanları, hayvanları, arabaları, işi kabullenip elimizdekinin kıymetini bilsek. Ona keyif versek, onunla olmaktan keyif alsak. Beğensek, beğendiğimizi göstersek; mutlu olduğumuzu, keyif aldığımızı hissettirsek. Bugünü yaşasak da gelecek gelecek deyip tüm yaşamımızın tadını kaçırmasak.

Bugün mutlu olduğumuzu elimizde sımsıkı tutalım, onu sevelim, ona mutluluk ve beraber olmamızdan keyif verelim, ondan keyif alalım. Onu değiştirmeye, bizim “kriterlerimize” uydurmaya çalışmayalım. Kısacası önyargılarımızı bırakıp bugünü yaşayalım. Ben kendi hesabıma bunu yapmaya çalışıyorum, bana önyargıyla yaklaşanlar da umurumda bile olmuyor.



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Mesajlari

  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >Rakı içen kadınlar..
  29.Nis.2014 Sal 11:53:01

 

 “sublime” kavramının Türkçe’de muadili olabilecek bir tek sözcük, aslına bakarsanız yok gibi, çünkü “sublime”a karşılık birçok sözcük var Türkçe’de: “ala, görkemli, muhteşem, asil, şaşaalı, heybetli,nev-i şahsına münhasır ve tehlike duygusunu sen o güzelliğin dışında olduğun sürece hissettirmeyecek türde bir güzellik”. diyeceğim o ki, rakıyı bilemem ama güzellik ve estetik kriterlerime göre rakı içen kadın, “sublime” türdeki o güzelliğin ta kendisi oluyor.
Rakı içen bir kadını izlemek de, aslında, 11 eylül’ü tv başından izlemek kadar görkemli ama tehlikeli de değil; çünkü, o kadını izlerken de aslında tv başında gibisindir, ikiz kuleler’in içinde değil…
Rainer maria rilke’ nin tanımından yola çıkarak, kafama takılan soruysa şu: kim bu “rakı içen kadın?” işte, dilim döndüğünce, verebildiğim yanıtlarım… tercihen, bu bölümü, rakı sofrasında okumanızı öneririm:


Rakı içen kadın, kafası bozuk kadındır ama herkesin ortasında, kafasının bozukluğundan dem vurmaz. mutludur ama memnuniyetsizdir o kadın, keza, filozofların ve edebiyatçıların çoğu da memnuniyetsiz olduklarından edebiyat ve felsefe yaparlar; bu kadınlar, dertlidirler ama soğukkanlıdırlar ve bir filozof ya da edebiyatçı değilseler bile, dişi birer filozof edasıyla ve rakı eşliğinde dünyanın en ince duygusunu sana yaşatırlar. kimileri der ki “rakıyı fazla kaçıran erkek saçmalarken, rakıyı fazla kaçıran kadın en fazla aşkını itiraf eder, usturubuyla.”
Rakı içen kadının en eğri bir sözü bile, senin en doğru sözünden daha doğru olabilir. bir kadınla rakı içilen bir gecede, o kadından duymaya hiç alışık olmadığın uysallıkta ve derinlikte cümleler duyman kaçınılmazdır: iksirlenirsin.
Çünkü rakı içen kadının sıcak ama mesafeli o hâli, hayata dair bilgece sözler sarfetmeye çalışan budalaca bir adamdan daha estetik, daha meşru ve daha doğaldır. üstelik, rakı içen bir kadının sakalları da yoktur.
Rakı içen kadın gülüyorsa, o gülüşün ardında en az dokuz roman, on dört tane de film repliği yatar. rakı içen kadının gülüşünde, bu dünyanın en zararsız mutluluğu vardır çünkü. büyük gülerler, büyük susarlar.
Rakı içen bir kadın karşındaysa, susarak da anlaşabileceğin bir kadın karşındadır ve “eee, niçin konuşmuyorsun?” gibi bir soruyu asla duymaz, asla sormazsın. çünkü o kadınlar, susarak da konuşabilen kadınlardır. çünkü bazen sadece susarak anlaşabileceğimiz insanlar girer hayatımıza ve onlarla konuşuyorsak, bilin ki başka sesleri susturuyoruzdur; hepsi bu. işte, rakı içen kadın, o sesleri susturduğun kadının adıdır tam olarak.
Rakı içen kadın, rakıyı çok sık içmez. ama rakıyı içtiği an, bil ki içme zamanı gelmiştir ve konuştuklarında net konuşurlar.
Gün içinde aklına seksle ilgili yirmi sekiz şey gelse bile, rakı içen bir kadına baktığında aklına seks değil, uzaklar gelir. gitmeyi hep istediğin ama gitmeyi her defasında ertelediğin uzaklar gibidir rakı içen bir kadın. aklına türlü duygular gelir böyle anlarda: o kadının sert-sessiz sırlarına muktedir olmayı istersin. eğer biraz şansın da varsa, o sır kutuları sana bir bir açılır.
Ve o kadınlar seni tutarlar: güneşli havalarda nasıl ki siyah camlı gözlüklerin gözlerindeyken izlersen dünyayı, o kadını da rüzgârla saçlarının savrulduğu, radyosunda çok güzel şarkıların çaldığı bir otomobilin penceresinden, sanki hiç bitmesini istemediğin bir yolculuktaymışsın gibi, kafanı o otomobilin penceresinden uzatıp dışarıyı izler gibi, çeneni de avuç içine yerleştirip gizli bir hayranlıkla izlersin: ışığı, gözlerini alır. işte öyle bir güneşe bakmak ihtimaldir, öyle bir güneşten bakmaksa ihtilâl: eğer o kadının gözleriyle ona bakabilirsen, dostum evet, orada gizli bir ihtilâl gerçekleşiyordur. ay gibi de tutulursun.
O tutulmalarda da bilirsin ki rakı içen kadının delicesine aşık olduğu ama bu aşkından hiç kimselere bahsetmediği karizmatik şairler vardır; ölesiye aşık olduğu karizmatik şairler, delirmiş yazarlar ve saçları dağınık, kalbi kırık, ağzı bozuk tuhaf rock yıldızları… tüm bu adamlar, o an, o masadan sana da gülümseyerek geçerler.
Sonrasında, rakı içen kadının dudaklarından, hiç ummadığın anda, seni altüst eden iki sert-sessiz mısra aniden dökülüverir. tam da karnının üstüne, sağlı sollu kroşeler yemiş gibi kalırsın, ne diyeceğini bilemezsin. çünkü rakı içen kadın biraz da can yücel’dir. rakı içen kadının ağzından dökülen her söz, yollara serpilmiş gül yaprakları kadar kırmızı, erik çiçekleri kadar ferahtır ve o sözler iğde çiçeği kokusu gibi aklını başından alır: çünkü rakı içen kadın, bizzat baharın kendisidir. hanımeli gibi kokarlar o kadınlar…
Keyfine doyum olmayan bir akşamüstü sonrasında, bir kıyıda köşede, gece sefası gibi açarlar.
O kadınlar, afet-i devrandır.
Ve, rakı içen kadının elleri güzeldir.
Şimdi, diyeceksiniz ki o nasıl oluyor? benim kriterlerime göre, gerçekten de böyledir bu. ben, o elleri öyle görmeyi severim.
Ojeleri tazeyken, rakı bardağını tutuşunda dahi ince bir görkem yatar rakı içen bir kadının. kulağının arkasına, tazesinden bir çiçek o an çok yakışabilir ve genellikle o masada hiçbir zaman kulak arkasına konulacak türden bir çiçek yoktur ama sen bunu hayal edersin işte. hayal etmek, fena halde beleştir çünkü.

Rakıda, ruhlarımızın tüm çingene dekoru saklıdır. ve yirmi altı yaşında bir gün, çok sevdiğin yazarların, şairlerin ve rock yıldızlarının gölgesinde, rakı içen kadınları sevdiğini anlamışsındır.
Fuzuli gibi, sevilmektense sevmeyi tercih edersin; çünkü, “sevildiğinden asla emin olamazsın.”
Rakı içen kadın, tarzı değilmiş gibi olsa bile müzeyyen senar’dan şarkılar söyler; zeki müren’e ufak ufak eşlik eder ve o böyleyken, sen aklına uzun süredir gelmeyen duygularına iltifat ediliyormuş gibi hissedersin.
Sen, sevdiğin türlü şeyden bahsederken dünyanın en mühim şeylerini anlatır gibi hissederken aslında hiçbir şey anlatmıyorsundur, ama o kadın seni dinler.
Kimi zaman, aynı şeyi sen ona yaşatırsın. çünkü arada, ikinize ait bir dil çoktan yaratılmıştır o masada. ve çok sevdiğin şarkılar, o fondan sana sormadan geçerler.
Sen, tanımadığı insanlara ilk isimleriyle hitap eden densizleri belki de hiç sevmezsin ama sezen aksu’ya “sezen” diye hitap eder rakı içen kadın ve bu senin fena halde hoşuna gider.
O kadın, leonard cohen’i de sever, tom waits’i de. o kadın, jeff buckley için üzülen kadındır ve rakı içen kadınlar nick cave harbiliğinde, bob dylan kalitesinde, tanju okan gerçekliğinde, frank sinatra kalibresinde adamlara aşık olurlar… jim morrison’lar, hep, böyle sahnelerde göz gözedirler seninle. belki de tam da böyle anlarda, arka fonda, jeff buckley’den “forget her” çalıyordur.
Biraz üzülürsün. ama o kadınlar, senden başkasını severlerken bile seni incitmezler.
Ve şarkı söyleyesi varsa öyle bir kadının, susmalısındır. izlemelisindir. dinlemelisindir. rakı içen ve şarkı söyleyen o kadını.
Aradan birkaç şarkı, birkaç söz geçer.
Rakı içen kadın, rakıyı lıkır lıkır içiyorsa başka bir anlamı oluverir o gecenin, rakıyı ağırdan alıyorsa bambaşka bir anlamı…
Rakı içen kadın, adamın aklını alır diyorum, bak; senin cebinde belki çok paran yoktur, ama o kadının yanındayken sen, bu asla bir sorun değildir.
Çünkü bilirsin ki rakı içen kadın, herkesle rakı içmez ve seninle rakı içiyorsa, senin için kalbinde en az yüz elli metrekare daha yer vardır.
Ve sen, bunu bildiğin için, o kadına, kalbinin tüm kapılarını beklentisizce açmış, cebindeki tüm anahtarlarıysa hiç bulmamak üzere yutmuşsundur.
İşte yuttuğun tüm o anahtarlar mideni sert sert sızlatırken; gözün, buzdolabındaki yarısı içilmiş 35’lik bir rakı şişesine takılıverir.
Kim söylemişti hatırlamıyorum ama rakı içen bir kadın hayatına girdiyse, bilirsin ki senin için şu hayattaki en hüzünlü imgelerden biri de, yarısı içilmiş 35’lik rakı şişesi olup çıkıvermiştir.
Çünkü böyle bir şişe varsa ortada, bilirsin ki orada yalnız başına rakı içen bir erkek yaşıyordur ve o erkek bizzat sensindir.
Rakı, böyle de hüzünlü ve dürüst sözler söyleyen bir arkadaşımızdır ve rakı içen bir kadın, senin rakıyla olan o tuhaf arkadaşlığına artık bir son vermen gerektiğini kendi varlığıyla sana hatırlatan en güzel şeyin adıdır.
Çünkü rakı içen kadın, cihanda sulhtur: ağdalı değil, nağmeli sever.

can yücel gibi sen de “içim rakı, dışım su” diyorsundur artık, “bu mahmur cinayette”.

 

Loirena bize teyit etsin ona göre okuyalım  Doğrumu bunlar loirena   ?

<<1234 5>>