ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


14 Mayıs 2024, Salı 11:04   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler > Aşk ve Sevgi üstüne
forum sohbet oyun basliklari
   kırmızı ayakkabılar
 <<1 2>>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

ararac

ararac resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:23:32      kırmızı ayakkabılarsohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
KIRMIZI AYAKKABILAR

1721 kez okundu

BİR ÇİFT KIRMIZI AYAKKABI

Kurban bayramına çok az kalmıştı. Ama Pınar’ın hala giyecek bir çift ayakkabısı yoktu. Aslında vardı da yoktu. Ramazan bayramından kalma ayakkabılarını giyemezdi. Çünkü arkadaşlarına rezil olurdu. Bugüne kadar her bayram mutlaka yenisi alınmıştı.Bu ayrıntı arkadaşlarının gözünden kaçmayacaktı. Pek çoğu ne yazık ki bu şansa sahip değildi. Bir kere giyerlerdi ve gözden kaybolurdu o güzelim kıyafetler. Çünkü maddi durumlar her seferinde yenisini almak için müsait olmazdı. Ama Pınar öylemiydi. O bir evin bir kızıydı. Dört tane dikenin (pardon erkeğin) içindeki tek güldü . Ne olursa olsun alınmalıydı, başka yolu yoktu….
Hava oldukça sıcaktı. Güneş tam tepedeydi ve bunaltıyordu insanı… Sıkıntısından evin tüm odalarını arşınlamıştı. En sonunda evden dışarı çıkmaya karar verdi. Duvarlar üstüne üstüne geliyor, sıkıntısı daha bir artıyordu sanki… Merdivenlerde duran terliklerini giyer giymez bir çığlık attı. Güneşte ısınan terlikler ayaklarını yakmıştı. Can havliyle merdivenlerden seke seke inerken, evin küçük bahçesinin bir köşesinde çalışan babasına ilişti gözü. Pınar’ın babası Mustafa Bey , bahçedeki küçük otları koparıyordu. Bir müddet izledi babasını. Daha sonra anladı ki, onun da kendisi gibi bir sıkıntısı vardı. En az beş dakikadır hep aynı yeri kazıyordu ve oldukça düşünceli görünüyordu. Öyle ki, küçük kızının geldiğini bile fark etmemişti…
İstediği bir çift ayakkabıya sahip olabilmek için kafasında bin türlü senaryo yazan küçük kızın cesareti kırılmıştı nedense. Mustafa Bey’ in düşünceli hali, kendisine düşkün olan küçük kızına geri adım attırmıştı. Az önceki kararlı halinden eser kalmayan Pınar, sessizce sokağa çıktı. Evleri dörtyol kenarındaydı. Yolun sağ tarafındaki sıra evlerin duvar diplerinde metrelerce uzunlukta beton setler vardı. Akşam serinliği çöktüğünde mahallenin yaşlıları bu setlere dizilir, gençlik anılarını anlatmaya başlarlardı. Kendisini anılarına kaptıran yaşlıların dilleri ve damakları kurur, Pınar’dan su isterlerdi. Karşılığı ise ya ceplerinin bir köşesinde unutulmuş ve naftalin kokan eski bir şeker parçası, ya da elden ele geze geze yıpranmış, kirinden kaç para olduğunu anlamak mümkün olmayan kağıt on lira olurdu.
Sağına ve soluna şöyle bir göz gezdiren küçük kız, ortalıkta kimseciklerin olmadığını fark ederek beton setin üstüne oturdu. Kafası karmakarışıktı. Bir taraftan isteğini sunmak için en uygun anı kollamak gerektiğini düşünüyordu, diğer taraftan ise babasının düşünceli hali kafasına takılmıştı. Bu böyle olmayacaktı. Bekleyerek sadece vakit kaybediyor, dükkandaki çeşitler azalıyordu. Yaşadıkları yer küçük bir kasabaydı. Sadece bir tane bakkal dükkanı, bir tane de hem tüp satan hem de ayakkabı satan bir dükkan vardı. Bütün kasaba tek bir yerden alışveriş yaptığı için, zaman geçtikçe şansı biraz daha azalıyordu. En sonunda tüm cesaretini topladı ve ayağa kalktı. Az önce düşünceli ve sıkıntılı bir haldeyken çıktığı kapıdan, kesin bir kararlılıkla içeriye girdi. Babası, hala bıraktığı köşede, bıraktığı yerdeydi. Yumuşak adımlarla yanına doğru ilerledi .
- Baba burada ne yapıyorsun?
Mustafa Bey dalgın bakışlarını yerden çekip kızına doğru kaldırdı kafasını
- Hiç kızım. Yabani otları ayıklıyordum.
- Babacığım, bugün öğleden sonra işin yoksa Nevzat amcanın dükkanına gidip bana bayramlık bişiyler bakalım mı? Orada çok güzel bir çift kırmızı ayakkabı gördüm. Eğer satılmadıysa onları bana alırmısın?
Ne diyeceğini bilemedi Mustafa Bey. Sanki kaçtığı şey en sonunda yakalamıştı onu. Dalgın bakışlarını yere indirdi. Çünkü gözünden akmasına engel olamadığı gözyaşlarını kızının görüp de üzülmesini hiç istemiyordu. Avuçlarıyla açtığı çukura, toprakla birlikte gözyaşlarını da gömdü. Boğazına düğüm atmışlar, ağzı kilitlenmişti sanki…. Küçük kızına hiç cevap veremedi. Pınar babasının dalgın olduğunu bildiği için, duymamış olacağını düşünerek sorusunu tekrarladı. Fakat gene o canı sıkıcı sessizlik…. Öylece kalakaldı Pınar. Geri dönemezdi çünkü o ayakkabılardan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu, devam da edemezdi çünkü sorusunu üçüncü kez tekrarlamaya da cesareti yoktu. Hem alacağı cevabın hoşuna gitmeyeceğini az çok kestirmişti sanki…Taş kesilmiş gibi dikildiği bahçenin ortasında, yanında dikildiği fasülye sırığından hiçbir farkı yoktu. Tıpkı onun gibi sessiz ve hareketsizdi. Mustafa Bey, kızının bir yanıt beklediğini biliyor fakat ne cevap vereceğini de bilmiyordu.
Mustafa Bey, belediyede zabıta memuruydu. Aynı zamanda ek iş olarak çiftçilik yapıyordu. Babasından yadigar 40 dönümlük tarladan başka hiçbir mal varlığı yoktu önceleri. Memur maaşıyla beş çocuğunu okutması imkansızdı. Mecburen çiftçilik yapmaya başlamıştı. İlk önce elden düşme iyi kötü çalışan bir traktör aldı. Daha sonra pulluk, çapa, mimzer derken bir çiftçiye lazım olabilecek bütün aletleri toparladı. Hatice teyzenin sattığı bademliği temizlemiş tarla haline dönüştürmüştü. İki parça bağ, meyve bahçesi, babadan kalma 40 dönümlük arazi ve Hatice teyzeden alınan bademlik, bugüne kadar idare etmişti onları. Bu yüzden çocukları hiç yokluk hissetmemişti. Ama bu sefer durum farklıydı. Küçük kızının bilmediği bir şey vardı. Yaklaşık 4 aydır maaşını alamıyordu. Belediye başkanı bütçeden kendine çıkar sağlıyor, memurlarını ise mağdur durumda bırakıyordu. Kasada kuruş yoktu, bu bekleyişin ise daha ne kadar süreceği belirsizdi. Başkanın dolandırıcı olduğu ise çok sonraları çıkacaktı ortaya…Şimdi yokluk kavramını hiç tanımayan bu masum yavruya nasıl açıklanırdı bu durum? Kendisi 5 yaşındayken , 33 yaşında veremden ölen annesinin adını koyduğu küçük kızına nasıl anlatacaktı? Onun boynunu büküp arkasını dönerek gitmesini görmeye dayanabilirmiydi acaba?
Bu sıkıntılı bekleyiş en sonunda Pınar’ın sabrını taşırmıştı. Koşarak bahçeyi terk etti . Hiç düşünmeden gene o duvar dibindeki setin üstüne oturdu. Güneş etkisini iyice arttırmış, çevredeki tablodan değişen bir şey olmamıştı. Tıpkı bıraktığı gibiydi… İn cin top oynuyordu boş sokaklarda… Kimsecikler yoktu. Kafasını bacaklarının arasına sıkıştırıp ellerini de kafasının iki tarafına dayayıp güneşe karşı siper olarak kullandı. Onların yerine , kırmızı ayakkabıları giydiğini hayal ettiği terliklerine bakarken iki damla yaş süzüldü gözlerinden. Bir şeyi bu kadar çok isteyip de alamamak ne kadar da kötü bir duyguydu. Güneş ışıklarıyla buluşan gözyaşları birer yıldız gibi parlayarak pıt pıt düştüler ayak uçlarına.Fakat bu ışıltı, toprakla buluştuğu halde etkisini azaltacağı yerde daha da artırıyordu sanki. Ellerinin tersiyle sildi yanaklarını ve daha çok eğilerek baktı yere. Aman Allahım! Bu bir şakamıydı! Tam orada, sağ ayağının dibinde bir avuç dolusu altın duruyordu. Fermuarı açık kalmış el örgüsü , kilim desenli cüzdanın dışına gelişigüzel dağılmış altınlar göz kırpıyordu sanki Pınar’a . Neler yoktu ki içinde… Altın zincir, küpe, bilezikler… Pınar’ın az önceki üzüntülü ve düşünceli halinden eser kalmamıştı. Yerde duran altınları toprakla karışık doldurdu cüzdanın içine . Sağına ve soluna bakınarak kimsenin görmediğinden emin olmak istedi. Babasına sürpriz yapacaktı ve onun karşılaşacağı manzara karşısında sevineceğinden adı kadar emindi. Sevinçle babasının yanına koştu. Cüzdanı
iki eliyle arkasın saklayıp :
- Baba, hadi gel seninle Nevzat amcanın dükkanına gidelim,
dedi. Mustafa Bey can sıkıntısının vermiş olduğu kızgınlıkla sert çıktı küçük kızına:
- Yok kızım, paramız yok, Ne o dükkana gidebiliriz, ne de sana ayakkabı alabiliriz. Paramız yok kızım. Hangi parayla alacaksın ayakkabıları?
- İşte bunlarla!
Pınar iki elinin ayalarını birleştirdi, avuçlarında tuttuğu altınları babasına doğru uzatmış sırıtıyordu. Çocuk aklı işte! Babasının da bu habere en az onun kadar sevineceğini düşünmüştü. Fakat aldığı tepki pek de umduğu gibi olmamıştı. Mustafa bey sevineceği yerde , sanki suç işlemiş gibi baktı kızına.
- Kızım nereden buldun bunları, çalmadın değil mi? Bak doğruyu söyle, tamam alacağım sana istediğin ayakkabıları ama ne olur doğruyu söyle
- Ne çalması baba! Dışarıdaki beton setin üstüne oturmuştum, ayağımın dibinde buldum. Valla yalan söylemiyorum baba, valla çalmadım!
Mustafa Bey kızına inanmak istiyordu. Çalmış olamazdı. Çocuklarının hiçbiri yapmazdı. Gözüyle görse inanmazdı zaten… Pınar için ise bu durum ikinci bir yıkım oldu. Babasının bakışlarındaki şüphe onu kahretmişti. Bir anda tüm hevesi kaçtı, inadı kırıldı. Artık ayakkabı da istemiyordu, bayram da. Az önce onun için vazgeçilmez olan maddi değer, yerini babasının bakışlarından sızan manevi değerle yer değiştirmişti. Babasının, onun çalmış olabileceği ihtimalini düşünebilmiş olması bile çok kırıcıydı onun için. Bayrama ait kurduğu tüm hayalleri, babasıyla birlikte bahçenin tam ortasında öylece bırakıp eve koştu. Evde ondan başka hiç kimse yoktu. Yer minderlerinin üstüne attı kendini . Bu sefer hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ses tonundaki isyan, küçük yaşına rağmen öğrendiği kadere değil, Allah’a idi. Ne kadar çok bağırırsa o kadar çok iyi duyar belki sesimi diye var gücüyle ağlıyordu.
Tam o sırada, yer yer dökülen mavi boyaların açıkta bıraktığı alanların küf tuttuğu demir kapının gıcırtısıyla irkildi. Bu gelen annesi olabilirdi. Ağlamasına kısa bir mola verdi, pür dikkat annesi ile babasının az sonra yapacakları konuşmayı dinlemek için , sinek girmesin diye yarı açık bırakılmış pencerenin yanına çömeldi. Yanılmamıştı, gelen annesiydi. Onun gelişine hiç kimse Mustafa Bey kadar sevinmiş olamazdı. Çünkü kafasındaki soru işaretlerini gidermek için Cennet hanıma çok ihtiyacı vardı.
- Hayrola Bey, bitiremedin mi hala işini. Bıraktığım gibi kalmışsın. Sabahtan beri ne yapıyorsun o bahçede Allah aşkına?
- Bırak şimdi bahçeyi filan. Gel bak sana ne göstereceğim. Bunları az önce
Pınar getirdi. Güya bulmuş. Sabahtan beri başımın etini yiyor. Bizim Nevzat’ın dükkanında bir çift kırmızı ayakkabı görmüş. Baba illa bana onu al diye yalvarıyor. Ben de paramız yok kızım dedim. O da elinde bu cüzdanla geri döndü. Sen olsan ne düşünürdün?
- Ben de sana onu diyecektim. Komşumuz Nazife hanımın yanından geliyorum. Oğlu vardı ya. Mithat. Hatice Teyzenin kızı Nazmiye’yle söz keseceklerdi bugün yarın. Ama altınları kaybetmişler. Evinin bahçesinde dövünüp duruyor garibim. Bizim kızın bulduğu altınlar onların olmalı. Dur ben hemen götürüp göstereyim, bakalım onların mı?
Cennet hanım kilim desenli cüzdanı kaptığı gibi kaşla göz arası ortadan kayboldu. Şimdi bekleme zamanıydı. En az hastahane kapısında doğacak çocuğunu bekleyen bir babanın bekleyişi kadar terleten ve endişeli bir bekleyişti bu! Cennet Hanım izinin üstüne geri döndü. Bu erken dönüşü ummayan Mustafa Bey alacağı haber için ayağa kalktı. Mahkeme heyetinden çıkan olumlu cevabı elinde taşıyan bir jüri üyesi edasıyla içeriye giren Cennet Hanım, gururla eşinin beklediği cevabı sundu. Altınlar gerçekten de Nazife Hanımındı. Hani derler ya, *altın bulmuş gibi sevindi* derler ya, durum tam olarak bunu anlatıyordu. Nazife hanım ise tam bir düşüncesizlik örneği sergilemiş, kuru bir teşekkürle yetinmişti. En azından Pınar için üçbeş kuruş sıkıştırabilirdi Cennet Hanımın eline …Derin bir *oh*çeken Mustafa Bey, o an kararını verdi. Zaten olan olmuştu. Kızına alacağı bir çift ayakkabı onu ne öldürür, ne de diriltirdi. Hem kızının ne kadar çok istekli olduğunu daha iyi kavramıştı. Kirlenmesin diye kıvırdığı gömleğinin kollarını indirdi, pantolonunun paçalarındaki tozu silkeleyip, saatlerdir bir arpa boyu bile yol alamadığı bahçeden çıkıp evin açık olan camına doğru ünledi:
- Pınaaaaaaaar! Kızım neredesin? Hadi giyin de gel. Nevzat amcanın dükkanına gidiyoruz
Pencerenin altında taş kesilmiş olan Pınar, yaşasın diye zıplayarak hızla giyinmek için yatak odasının yolunu tuttu.Babası anlamasın diye de gözlerini sildi. Bir çırpıda üstünü değiştiren küçük kız , babasının eline yapıştığında ise, o anda dünyada ondan daha mutlu hiçbir çocuğun olamayacağını düşünüyordu. Yol boyunca kafasında bayramlık elbiselerini ve ayakkabılarını hayal ederek tatlı rüyalara daldı. Nevzat amcanın dükkanına girdiklerinde sevinci daha bir arttı. Çünkü kırmızı ayakkabılar hala olduğu yerde duruyorlardı. Çok şükür alan olmamıştı. Kalın apartman topuk, yandan ince kırmızı bantlı, tabanı lastik, oldukça ağır pırılı pırıl parlayan bir çift rugan ayakkabı….Her ne kadar babası seçiminin onun yaşına uygun olmadığı konusunda uyarmışsa da, dinlememişti. Günlerdir hayallerini süsleyen bu pırıltıdan nasıl vazgeçebilirdi ki….
Eve geldiklerinde akşam yaklaşıyordu artık. Gün batmış, güneş çekilmiş, sessiz yollar akşam telaşına düşmüş insan sesleriyle kalabalıklaşmış, yaşlılar her zamanki yerlerini almış, gündüz uykularını uyuyan çocuklar, neşe içinde mahalle aralarını doldurmuşlardı. Kasabanın çıkışında, Hasanbaba dağının eteklerinde yer altından çıktığı varsayılan tatlı bir su kaynağı vardı. Pınar ve arkadaşları, haftada iki-üç kez , ellerine küçük bidonlar, ıbrıklar alıp oraya su doldurmaya giderlerdi.Böylece hem vakit geçirmiş olurlar, hem de yol boyu gülüp eğlenirlerdi. Anneleri çocuklarının emekleri ziyan olmasın diye, bu kaynaktan getirilen suyla pişen çayın daha lezzetli olduğunu anlatırlar, çocuklar da her seferinde daha bir iştahla koşarlardı Hasanbaba dağının eteklerine… Evde bırakılan küçük kardeşler bende gidicem diye ağlamaktan kendilerini yerlere atar, burunlarından akan sümükleri toza toprağa bulanan kollarına sürerlerdi. Onlar tepinirken, ablaları çoktan yolu yarılamış olurlardı ….
Pınar elindeki poşetle yaşlıların oturduğu setin bir ucuna ilişti. Kazım dede, kel Mahmut amca, cıbırların Hikmet, Gecekli, tüm kadro eksiksiz oradalardı. Sevinçten içi içine sığmıyor, poşetin ağzını açıp aldığı şeyi herkese göstermek istiyordu. Kendilerini koyu bir sohbetin içinde kaybeden ekip ise Pınar’ın geldiğini fark etmedi bile…
Pınar gözünü Hasanbaba dağının eteklerine dikmişti. Arkadaşlarının su doldurmaya gittiğini biliyordu. Bayramı bekleyemezdi. Aldığı şeyi mutlaka gösterip havasını atmalıydı oracıkta. Kasaba dağın hemen dibine kurulmuştu. Bu yüzden görüş mesafesi yakındı. Sürüsünü otlatmaya çıkan çobanın azılı köpekleri bile çok rahat görülürdü. Az sonra karınca sırasını andıran çocuklar, ellerindeki bidonlarla ipe dizilmiş boncuklar gibi dağın yamacından kasabaya doğru yol aldılar. Pınar’ın içi içine sığmıyor, kalbi küt küt atıyordu. Sokağın alt başından Şerife’nin geldiğini görünce hiç düşünmeden poşetin ağzını açtı , kırmızı ruganlarını ayağına geçirdi, yandaki tokayı da ilikledikten sonra o koca tabanlı ayakkabılarla bayır aşağı koşmaya başladı. Ona sorsan koşmuyor da uçuyordu sanki. Küçük ayaklarına hiç yakışmamış ayakkabılarla yere attığı her adım pat pat ses çıkarıyor, yerden avuç dolusu toz kaldırıyordu. Her şey silinmişti gözünden. Bayram, altınlar, babası, her şey…
Tam arkadaşlarıyla arasında beş-altı adımlık bir mesafe kalmıştı ki, bir anda ayaklarının altında bir boşluk hissetti. Yol kayıp gitmiş, yok olmuştu sanki. Sağ baş parmağına batan taşın acısıyla durakladı, eğildi ve ayaklarına baktı. Gözlerine inanamadı. Ayakları çıplak, ayakkabıları ise birkaç adım gerisindeydi.
Ne olduğunu anlamak o kadar da güç değildi aslında… Çünkü aylardır Nevzat amcanın köhne dükkanının camından içeriye sızan keskin gün ışığı ayakkabıların özünü almış, bayır aşağıya koşarken yük ayak parmaklarına binince de, buna daha fazla dayanamayan ince bağcıklar tek tek kopuvermişti…

Gönderen: Adike Onay

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

yunusum555

yunusum555 resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:35:34sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Çok güzel ve etkileyici bir hikaye ellerine sağlık ararac...
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

oxinox

oxinox resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:40:52sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Normal bi hikaye neresi etkileyici onu anlayamadım
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

posiongirLn

posiongirLn resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:42:51sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d

 

 Cannn çok etkilendim süpperdi..

Forumda neden böyle yazılar okunmaz anlayamıyorum. Arkadaşlar lütfen okuyalım okumaktan kaçmayalım herşey geyik demek değildir. Okumak anlamak birşeyler çıkarmak yaşamımızın kesitlerinden; Bu bukadar zor olmamalı!!

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

myangeldem

myangeldem resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:42:51sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Sonu güzel olsaydı keşke
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

oxinox

oxinox resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:44:36sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d

myangeldem :
Sonu güzel olsaydı keşke

 ne var bu kadar ciddiye aldınız anlamadım madem ayakkabılar yırtılmış götürsün geri versin.. Tüketici hakları denen bişey var

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

Nehir

Nehir resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  6.Eki.2006 Cum 14:47:17sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d

 

       Çok etkilendim okurken sadece okunmalı yoruma gerek yok Osman abi :))

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

ararac

ararac resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  7.Eki.2006 Cmt 07:48:05sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
tşk ederım nehırim:  duyarlılıgın için
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

sineklibakkal

sineklibakkal resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  26.Nis.2008 Cmt 11:47:05sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
Kaliforniya da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, Armudun iyisini ayılar yer düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.

Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.

Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?

Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini

Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?

Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally nin mahremiyetine burnumu sokuyordum.

Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim dedi.

O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, Sen benim kahramanımsın duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.

Nasıl yani? dedim.

Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.

Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ayı olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, Armudun iyisini ayılar yer diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış . Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir, dedi ve iki gün sonra, Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler, dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco ya gidecektim, Sally nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.

Bu planımı Sally e söylediğimde Sally, O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally nin ağabeyi Brian ın evine vardık. Sally nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally nin babası George un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. Evet yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz , dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George a Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz! dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, Tabii, onlar küçük insanlar! yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun? diyordu.

O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.

Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally nin ağabeyi Brian ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14 te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.

Brian ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir keşke olmayacak.

Sally e sordum: Baban seninle randevulaşır mıydı?

Evet , dedi, yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak! . Gülümseyerek, Nereden biliyorsun? diye sordum.

Biz Frank le konuştuk diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.

Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.

Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, Ne yapabilirim? sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın , mesajı alır ve çocuğun CAN ı beslenir.
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

sineklibakkal

sineklibakkal resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  26.Nis.2008 Cmt 12:14:32sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle
fiogf49gjkf0d
DARUMA
Japonların değişik inançlarından biri de "Daruma" diye adlandırılan
iyi şans sembolü olan hacıyatmaza benzeyen bebektir. Bu isim altıncı
yüzyılda Zen Budizm i kuran ve Çin i dolaşmış olan Hintli Budist
Rahip Bodhidharma dan gelmektedir. Bu rahibin kendisini dokuz yıl
boyunca mağaraya kapattığı ve huzura erişebilmek için bu süre
boyunca meditasyon (Zazen) yaptığı söylenmektedir. Daruma,
meditasyon esnasında el ve ayaklarını kullanmadığı için, bunlar
zamanla yok olmuş, aynı zamanda gözlerini de kaybetmiştir. Bir amaç
uğruna kendini kaybetmenin ve ona ulaşmak için katı bir yol
izlemenin ne kadar önemli bir meziyet olduğunun göstergesidir.
Daruma nın siyah bıyıklı olduğu, kırmızı cüppe giydiği ve bir göz
bebeğinin olmadığı söylenirdi. Daruma nın hikayesi bütün Japonlar
tarafından bilinir. Bu kolsuz bacaksız kırmızı, siyah ve beyaza
boyanmış olan kartonpiyerden yapılmış bebeğin tabanına ağırlık
konduğundan kaç kere devrilirse devrilsin yine de ayağa kalkar,
tıpkı bizdeki hacıyatmaz gibi. Bu durum, insanların talihsizlik ve
aksilikler karşısında kendilerini çabuk toparlayabilecekleri
anlamına gelir; çünkü düşen kişi ebediyen o şekilde kalmaz muhakkak
ayağa kalkar, yani gelen aksilikler geçicidirler.
Kişiler, yeni yıl ve bazı özel durumlarda Daruma bebek alır, bir
dilek diler ve beyaz olan gözlerinden sol gözün ortasını siyaha
boyar. Dileğin her gün tekrarlanması için bebeği kolayca görünen bir
vere koyar ve dilek gerçekleştiği vakit ise bebeğin diğer gözünü
siyaha boyar. Seçimlerde, bilhassa politikacılar kazandıkları vakit
taraftarlarının yanında bebeğin diğer gözünü boyarlardı.
Daruma yapımı, onyedinci yüzyılda bir teselli unsuru olarak kıtlıkla
mücadele eden çiftçiler tarafından başlatılmıştır. O zamanlar Daruma
Tapınağının talimatına göre çiftçilere ekstra kazanç sağlanması için
bu bebekler yaptırılmıştı. Her sene 6 ve 7 ocak günlerinde Daruma
tapınağının civarında Daruma pazarı kurulur ve binlerce insan
ziyaret eder.
Yaşamı ümide, sevince, hevese yönelten bunun gibi hoş şeyler
insanlara mutluluk verirler.
Türk - Japon Kadınları Dostluk ve Kültür Derneği
İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanlığı

What is a daruma?
"Daruma" is the Japanese spelling of "Dharma". That s short for
"Bodidharma," the Buddhist monk who founded the Zen sect years ago.
The familiar red doll that you see on our site is a representation
of the Dharma himself. The doll represents determination, as this
was the pose that the Dharma is said to have meditated silently for
years.
In Japan, people and companies use darumas to be reminded of
important goals. Politicians, company presidents, and school kids
visit a local temple to buy a daruma before embarking on a major
challenge.

It s simple. Goal-setting is the foundation of personal
productivity. The daruma system doesn t clutter it up with
complicated processes or elaborate steps.
It s proven. This system has helped people in Japan for hundreds of
years and was created by the founder of Zen.
It s wise. The Dharma knew the essence of living with purpose was
knowing what you re doing at all times. Many of today s productivity
gurus agree, but feel compelled to elaborate. We think the Dharma
got it right the first time.

ZAMAN
Dertler ara verdiler bana,
Gökyüzünde kara bulutlar olsa da
Yağmur delicesine yağsa da
Ardından pırıl pırıl güneşli bir hava
Dertsiz tasasızım.
Giden sevdiklerimi düşünmek
Gideceğim yeri hatırlatıyor
Arkamdan beni düşünenler ile
Bir gün buluşacağımı söylüyor
Kalan günler! Huzurluyum, koşmuyorum.
Boşluğu doldurmak zorunda değilim
Boşsa, dolar, umursamıyorum
Hazır dertler bırakmış beni
Tasasız günlere yürüyorum
Tadını çıkarıyor, eğlenip geçiyorum.
Yorulmadan yaşamanın peşindeyim
Yolumdan geleni farkedebilirim
Canım isterse selam verip geçeceğim
Adı bencillik ise bencillik edebilirim
Hazır dertler bırakmış beni
Zamanı içimden geldiği gibi geçireceğim
Nedenler, Niçinler,
Kim, Nasıl, Neredeler,
Detaylar, İncelikler
Kalbimde koyacak yer yok
Herşeye koşulsuz “Evet“
Artık asla hayatımda yeri yok,
Çok sevdim
Göze aldım kaybettim
Az seven kaybetmez
Ama neler kaçırır bir bilseniz,
Gamsızım
Az severek korkusuz yaşanabilir
İstemiyorum,
Yine silahsızım
İçimde sevgi,
Olgunluğu yaşıyorum
Merhaba Ayrıcalıklar !
Çiçekler, Çocuklar,
Yağmurlar, Karlar,
Mevsimler, Yıllar
Merhaba korkusuz kalpler
Merhaba Zaman !
Sizleri geç farkettim,
Affedin beni...
Güle güle ayrıntılar!
Size söyleyecek sözüm yok
Zamanı ben verdim,
Ama hala zaman geç değil farkettim,
Güle güle aşkım,
Sana bir veda mektubu bıraktım
Okumaktan korkma sakın
Bırak yüreğin ağrısın
Büyüsün, olgunlaşsın.
Daruma

AHH!! SÖYLEYEBİLSEM
Bir diyebilsem seni sevdiğimi,
Uğrunda herşeyi silebileceğimi ,
Seninle güzel günler görebileceğimi
Bir diyebilsem..
Susuzluğun sensizlik olduğu
Uçsuz bucaksız sevgi çöllerinde,
Hep adını haykırdığımı.
Sevgisizlikten kuruyan,
Bir yudum sevgiye muhtaç,
Hiç başka birşey istemeyen
Çatlamış dudaklarımda
Hep seni hissettiğimi.
Kabus gibi gerçeklerle yüzleşip
Suratıma inen tokatlarla uyandığımı
Söyleyebilsem
Göz pınarlarım kururcasına ağladığımı
Sonsuzlukta kaybolduğumu.
Geceleri kabuslar gördüğümü
Düşlerimde hep seni hayal ederek
Seni hep kalbimde gizlediğimi,
Seni seviyorum diye haykırmak istediğimi
Bir diyebilsem.
Seninle bir ömrü paylaşabilirim diye
Ahh!! söyleyebilsem.
Gülay Atilay

EĞER
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiç bir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de kalp,
göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine
belki de,
kartvizitinde "Onca ayrılığın birinci dereceden failidir."
denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller, kendi belirsiz sahillerinde
amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya; canım ellerini tutmak
isterse...
Evet sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
Kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
Mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı
eğer!!
Can Yücel

KRAL ve EŞLERİ
Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralının 4 eşi varmış.
Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş. Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur sorunun çözümünde ona destek verirmiş.
Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş.
Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayanlız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net "mümkün değil" olmuş...
Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna üçüncü eşi de "hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim" diye yanıt vermiş. Kral bir kez daha yıkılmış. Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin, bu sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karşı ikinci eşinden; "bu sorunun için hiç bir şey yapamam, olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım" karşılığını almış.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesi ile irkilmiş.
"nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim..."
Ah diye inlemiş kral; "keşke bir şansım daha olsaydı..."
Yaşamda hepimiz 4 eşliyiz aslında. Dördüncü eşimiz vücudumuz. Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.
Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.
İkinci eş, ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.
Birinci eş ise ruhumuzdur. Bizimle gelir...
Unutmayın;
Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü yapar.
Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar.
Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar.
Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, bizzat uyguladıklarımız bizi insan yapar
Daruma

BİR HİNT MASALI - DEĞER
Eski bir Hint masalı şöyle der:
Bir zamanlar çok büyük bir ressam varmis. Eserleri herkes tarafindan begenilirmiş. Ülkenin kralı bile onu onur madalyası ile ödüllendirmiş. Ona Hintçe de renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya" adı verilmiş. Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji" derlermiş. Ranga, yıllar içinde, alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgün bir renk stili geliştirmiş. Çok çalışması, yorumu ve konuya kendini vermesi, kendinden sonra gelenlere örnek olmuş. Bir sanat okulu açmış ve orada öğrencilerine sanatın inceliklerini öğretmeye başlamış. Belli bir müfredatı ve süresi yokmuş okulun. Öğrencinin, yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra, onu sanat dünyasına takdim etmesi okulun özelliğiymiş.
Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme" yöntemi geliştirmişti. Bu, onun çalışma yöntemi gibi dünyada eşi olmayan bir yöntemdi. Bu okulda bir öğrenci olan Rajeev çok aceleciydi. Allah vergisi bir yeteneğe sahipti ve Ranga nın aradığı özellikler doğrultusunda; diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı gösteriyordu. Ranga, ondaki bu gelişmeden çok memnundu. Çok övgü ve teşvik almaktan dolayı Rajeev merakla Ranja Guruji nin onu artık bir ressam olarak ilan edeceği ve hayatının bu şekilde devam etmeye başlayacağı günü bekliyordu. Bir gün, çok kibar bir şekilde Ranga Guruji ye final uzmanlık sınavını ne zaman alacağını sordu. Ranga, gülümsedi ve dedi ki:
"Rajeev, sen benim gelecek vaad eden öğrencilerimden
birisin. Çok kısa sürede sanatın inceliklerini
öğrendin. Sanırım şimdi final sınavının zamanı geldi."
"Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz, Guruji?"
Rajeev, mutluluğunu ve heyecanını saklamakta zorlanıyordu. Ranga, "Rajeev, bir resim yapmanı istiyorum. Bu, senin en iyi resmin olmali ve herkes hayran kalmalı. Şimdi acele etme ve hayatının şaheserini yap" dedi.
Rajeev, gece gündüz çalıştı; en güzel resmini yaptı ve
Ranga Guruji ye getirdi. Ranga:
"Şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine
sun" dedi. "İnsanların senin eserini görmelerine izin
ver. Resmin altına büyük ve koyu harflerle, bu resmin
halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve
resimdeki hataların, izleyenler tarafından resmin
üzerine bir "X" çizerek belirtilmesini rica ettiğini
yaz."
Rajeev, Ranga nın dediklerini yaptı. Resmi şehrin en merkezi yerine koydu. Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi. Rajeev, meydana giderken çok heyecanlıydı. Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tüm resim baştan aşağı "X" işaretleriyle doluydu. Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı. Büyük bir kalp kırıklığıyla resmi Guru ya gösterdi.
Ranga, O na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti. Rajeev, yeni bir sanat şaheseri daha yaptı. Ranga, daha önce söylediği şeyleri tekrarladı. Ancak en son satırda değişiklik yaparak... Bu kez Rajeev e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi. Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti. Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı. Çünkü resmin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi yanına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı. Rajeev, resmi Guru suna sunarken çok mutlu olmuş ve kendine güveni gelmişti.
Ranga, yine gülümsedi ve "Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı" dedi. "Sevgili oğlum, eğer bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez. Ama insanların, eline fırsat verildiğinde hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip, değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir" "Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın. İnsanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olmadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin ilk resmini "X" lerle doldurdular. Çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu. Ve çoğunun bu konuda hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu. Ama onlara sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama aynı insanlar, hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiç biri bunu yapmadı. Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı; bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler. Uzak durmayı tercih ettiler." Ranga devam etti: "Böylece sevgili oğlum, senin azmin, senin yeteneklerin, senin bilgin, senin sanat alanındaki çabaların, senin çok çalışmanın ve içten uğraşılarının değerli bir ürünüdür. Bunu dünyaya bedava sunma. O zaman çalışman ilk resminin uğradığı sonuca uğrar. Kendinin yargıcı ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve eşitlik ilkeleriyle yap. Ve böyle davrandığında seni temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal kırıklığına uğrarsın."
"Tanrı seni korusun! Oğlum."
Rajeev in gözlerinde saygı ve neşe dolu yaşlar vardı. Kalbinin derinliklerinde, eğer bu son dersi almasaydı eğitiminin eksik kalmış olacağını hissediyordu.
MEDENİYET DEDİKLERİ
17. yüzyılın ortalarına doğru Madagaskar içlerinde yol alan iki misyoner Woods ile Blake, dönüş yolculuğu sırasında yedi yaşlarında bir yerli çocuğa rastlarlar. Urutau adlı çocuğu da İngiltere ye beraberlerinde götürmeye karar verirler. Urutau, o zamanın en iyi okullarında eğitilir, Latince ve Yunanca öğrenir. Bir İngiliz gibi yetişir. Görünüşte son derece uyumludur, zekidir... Otuz yaşına geldiği gün ortadan kaybolur... Geride küçük bir defter bırakmıştır. "Çocukluk evresini aşamadım. Sizin çocuklarınız bile benden daha olgun doğuyorlar. Bu nasıl oluyor anlamıyorum. İçimde ne iyilik var, ne de kötülük. Ne suçluluk duyuyorum, ne de gurur... Bütün öğrettiklerinizden bir şey anladım. Nedir diyeceksiniz öğrendiğin. Basit, ben sizlerden farklıyım. Mesela sözcükler... Sizinki de dahil olmak üzere, - benim fakir dilimi de eklersek - dört dil biliyorum ama kelimelere güvenmiyorum. Burada her şeyin değişmez bir adı var. Oysa hatırlıyorum, benim ormanımda, sözcükler, mevsimlere, güneşe, geceye, yağmura veya sise göre değişirler... Görmüyor ve fark etmiyorsunuz... Örneğin şu karşıdaki elma ağacı, onu gördüğümden beri kaç isim değiştirdi... Siz şimdinin geleceği değiştirdiğini varsayıyorsunuz... Bence yanılıyorsunuz... Gelecek şimdiyi, henüz var olmayan ise var olanı belirliyor... Siz dünyaya sizden ayrı bir şeymis gibi bakmaya alışmışsınız... Ben bir şeyi görürken kendime bakıyorum oysa, kendimi görmek için bakıyorum... Ben kendi kendimin labirentiyim. Hayatımı ölüme göre tasarlamayı yeğliyorum... Ölüm benim arkamdan gelmiyor, ben ölümün peşi sıra gidiyorum... İyiliği reddediyorum... İyilik, çocukluğun kutsal krallığını yasaklamakla eş bir şey, benim için... Şiddet ve kötülük ahlak düzeniniz gereği hapsedildikçe hayat saf bir lütuf olmaktan çıkıveriyor... Niye anlamıyorum, hayatı düzenlemeye, onu kötülükten ayrıştırmaya bu denli çaba harcıyorsunuz... Lanetleyip yeryüzünden kovduğunuz her şey sizi hasta edecek...

Çocukluğu ayrı bir dünya olarak gören uygarlığınız, rastlantıyı, oyunu ve hatayı reddediyor... Kendine egemen olmak; eğitiminizin özü bu... Her çocuğun içine bir bekçi köpeği yerleştiriyorsunuz ve o köpek ölene kadar o insanı gözlüyor... Her uygunsuz harekette ya da düşüncede köpek çocuğu ısırıyor... Sizin toplumunuzda yaşamak için olmazsa olmaz bir kural var: Suçluluk duygusu... Sizin bekçi köpeğinizin adı bu... Ben masum olmak istemiyorum... Özgürlüğümü, kötülük özgürlüğümü istiyorum... İyilik kabullenmektir... Henüz ahlakınızın erişmediği ormanıma geri döneceğim, içimdeki köpeği zehirleyecek kara büyüler sadece orada..."

KIRK DAKİKALIK DÜŞÜNCE
Özlüyor musun bilmiyorum ama
Sevdiğini biliyorum Istanbul’u.
Artık yağmurlar dindi, bahar güneşi yakmaya başladı,
Akşamları aldanmıyorum gündüzün o ılık sıcağına,
Kazağımı hırkamı alıp çıkıyorum,
Şöyle bir akşam boğaz turana.
Maslak’dan Yeniköy hemen sağa Emirgan’a kıvrılıyorum,
Hani seninle de hep öyle giderdik vaktimiz dar olduğunda...
Efkarla bir sigara yakıyorum... Geçmişe kısa bir yolculuğa hazırım
artık.
Penceremi de biraz açıyorum,
Yoksa sigara dumanından boğuluyorum,
Çok denedim ama senin gibi araba kullanırken sol elimle sigara
içemiyorum,
Bu da bir marifetmiş demek ki.
Bazen küçük kazalar da yaşanabiliyor biliyorsun,
Pencerenin kenarını yakarım diye korkuyorum.
Arabanı yeni almıştın, ne de üzülmüştün o gün.
Radyonun sesi kısık, çok yüksek seste dinleyemiyorum,
Eski mektuplarda derler ya ...” İyiyim. Beni sorarsan hiç
değişmedim.”diyerek,
Detaylarla uğraşmaya devam ediyorum,
Hala aynı söylenemeyen duygular, sadece yazılanlar, kendi yazdığını
kendi okuyan, aynı çekingenlik, duyarlılık içindeyim,
Bir yandan düşünüyorum, kulağım hala müzikte,
Şarkılardan fal tuttum desem çok mu klasik olur,
Ama itiraf ediyorum, evet tutuyorum,
Bu akşam aklım iki karış havada desem yalan olur,
Çünkü sende, yani karışlar sayamayacağım kadar çok, yükseklerde,
Geçmişle iç içeyim.
Sen hiç aldırmazdın görünmeyen duygulara, yüksek sesle konuşmaya,
İçinden geleni gizlemeden saklamadan haykırmaya,
Hoşuma da giderdi bu tavırların,
Avaz avaz şarkılar söylerdin,
İlk zamanlar çekinerek, utanarak, sonra,
Bütün kalbimle sana eşlik ederdim.
Ben şimdi hiç şarkı söyleyemiyorum,
Sesim kısılıyor, kesiliyor.
Şarkıların sözlerini unutmak istediğim için unutuyorum.
Hayat çok garip; birşeyleri çok yoğun yaşarken
Farkına varamıyor insan,
Bir hışım ve süratle duygular en doruk noktalarda,
İnişe geçtiğinde ise, herşey tüm detayları ile gözler önünde,
Yükselişte şarkıları dinlerken etkilendiğini bile hissetmiyor insan,
Ama inişte bir bakıyorsun sözler ezberlenmiş bile.
Arabayı Bebek’de deniz kenarına park ediyorum.
Bir çay bir tost söylüyorum.
Garson, parkçı, çaycı, her ne iş yapıyorsa o kabadayı çocuk
Hatırlar mısın bilmem...
İki çay iki tost getiriyor.
“Abiyi göremedim abla” diyor.
Sanırım senin bahşişlerini özlüyor.
Boğazım düğümleniyor, bol kaşarlı tostu yiyemiyorum.
Ama merak etme giderken en az senin kadar bahşiş bırakıyorum.
Delikanlı mutlu,
Ben ise geçmişte, hatıralara dalıp gidiyorum.
Hem de ne dalmak, boğulurcasına,
Gözlerim Kanlıca’ya takılıp kalıyor.
Seninle Kanlıca’ya hiç gitmediğimiz aklıma geliyor
Oysa benim çocukluğum hep oralarda geçti.
Neden hiç gitmedik Kanlıca’ya?
İçimde bir pişmanlık duyuyorum. Keşke diyorum,
Keşke Kanlıca’nın tepelerine çıkıp, sana çocukken topladığım
Krizantemler, katır tırnakları, leylaklar, hele o mimozalar
Daha adını bilmediğim o güzel çiçeklerden toplasaydım demet demet.
Ama artık o tepelerde beton beton evler demet demet.
Hatırlıyorum da,
Evimizin misafir odasında o küçük vazolarda hep taze çiçek
bulundururdu annem.
İki katlı, büyük, ahşap, bahçeli bir evdi.
Babaanne, amcalar, halalar, yengeler ve çocuklar
hepsi aynı evde oturur,
Babaannem, yemekleri büyük bakır tencerelerde pişirirdi,
kocaman sofalarda, kocaman sofralarda birlikte yemekler yenirdi,
Ne güzel günlerdi.
Misafirler için ayrı odalar vardı,
Sadece misafirler içindi.
Çocuklarsa hep bahçelerde
Şimdi ev değil, daireler var,
Salonları (misafir odaları) ise ortak kullanılıyor, ev sahipleri ve
misafirlere
Çocuklar, büyük alışveriş merkezlerinde
Ya da bilgisayarda oyun oynama peşinde
Taze çiçekler ise Çiçekçilerde...
Alabilmek için bir servet ödemek gerekiyor.
Geçmişten dönüp kendime geliyorum,
Aynada kendimle göz göze geliyorum,
Üzülmeye değer mi ? acaba!
Tekrar geçmişe dönüyorum,
Çocukluğumda büyükler bir konuya üzüldüklerini söyleyince
Üzüntü ne demek, nasıl bir duygudur diye düşünürdüm,
Biraz büyüyüp de, ablalar, abiler, aşktan bahsetmeye başlayınca,
Ben ne zaman aşık olacağım diye merak ederdim.
Zamanı geldi ve bende bu soruların cevaplarını öğrendim.
Gözlerimde bir pırıltı ama biraz hüzün.
Etrafıma bakıyorum; Kimi çok mutlu kimi ise üzgün.
Orada daha fazla kalamıyorum,
Kararımı veriyorum, doğru Aşiyan’a.
Hatıralar hep oralarda, hatırlasana,
Deniz kenarında, set üstünde, mezarlığın önünde
Birbirine dolanmış iki Ağacı.
Bir zamanlar sevgili imişler.
Istanbullular bilirler,
Arabayla geçerken bir çok kişi korna çalar,
Hep heyecanla beklerdim, geçerken
Sevgililere selam verecek mi diye seni
Şimdi ben veriyorum. Ama hiç heyecanlanmıyorum,
Arada bir dilek tutuyorum, sonra gökyüzüne bakıyorum.
Belki bir duyan olur diyorum.
Sen hiç selam vermeden geçmezdin
Ben ise bir kere geçtim.
O gün sen, beni terk etmiştin.
Gökyüzü ile deniz birleşmiş, gündüz ve gece karışmıştı,
Ve ben kaybolmuş, kim olduğumu, nerede olduğumu bilmiyordum,
Neyse...
Her seferinde kornaya basıp o yüksek kahkahalarınla güler,
“Yine unuttuğumu zannettin” derdin.
Gecenin karanlığında sevildiğimi, sevdiğimi hissederdim...
Gözlerin ise pırıl pırıl içtendi...
Çok neşeliydin, neşeni çok sevdim, seni çok özledim.
Hele sigarandan bir nefes çekip de, kısık gözlerine duman kaçtığında
Nasıl da ağlayan yaramaz çocuklar gibi ellerinle gözlerini
ovuştururdun.
Evet, sen, top sakallı , kel kafalı kocaman bir çocuktun. Hep
çocuktun.
Arabadan bir şey almak için indiğinde hep seni izlerdim.
Omuzlarını kısar, kamburunu çıkarır , bir elin cebinde , ayaklarını
da hep içe içe basardın.
Her seferinde dükkanda, tanımadığın biriyle ayak üstü bir sohbet
yapardın.
Sanki kırk yıllık dost derler ya...
Ne konuştuğunu, iki dakikada nereden konu bulduğunu anlayamazdım ama
Sohbetlerden hep memnun ayrılırdın.
Çünkü o zamanlar, kalbin, dilin aynı konuşurdun
Hala bu tür sohbetler yapıyor musun? Duyamıyorum, Göremiyorum...
Sonra, sen,
arabaya doğru yürürken,
Arabanın içinde ben,
seni izlerken,
“Acaba gözlerimin içine bakacak mı?” diye... düşünürdüm hep.
Uzaktan hayır, ama yakına gelince evet. Her seferinde...
Öyle ki kalbim şimdi bile aynı heyecanla çarptı birden.
Kalbin gözlerini kullanırdı,
Konuşmana hiç gerek yoktu.
Aşiyan’dan çıktıktan sonra Istanbul’un gece hayatı
Klüpler, restoranlar, barlar, hepsi bıraktığın gibi, özledin mi
bilmem.
Ben hiç özlemiyorum.
Önlerinden geçerken balık kokusu ile rakı kokusu karışmış, genzimi
yakıyor,
Hepsinden kahkahalar yükseliyor,
Ya da ben hep gülen insanları görüyorum,
O günlerde ben hariç...
Hatırlar mısın bilmem
Sesizliğimin ve çekingenliğimin içinde
Önce korkmuş, irkilmiş ama sonra çok sevmiştim o gürültülü
gülmelerini,
Sen, dışında fırtınalar esen
Ben ise içinde fırtınalar esendim.
Fırtınalara dayanamadı aşkımız sevgilim.
Ortaköy’e gelmeden son bir kez de senin için bakıyorum
O güzel Boğazın gece karanlığındaki simsiyah ürkütücü sularına,
Karşı sahilde Kuleli, öyle güzel aksetmiş ki denize,
Ah bir de mehtap olsa,
Dalgaların üzerine inci taneleri konmuş yakamoz olsa...
Hatırlar mısın bilmem
Sen genelde rakı ben de gazoz yada soda içerdim,
Her zaman bana sormadan siparişleri sen verirdin
Ne yiyeceğimden hep emindin.
Ağzının tadını biliyor diye kendine pay mı çıkarıyordun bilmem ama,
Gönül istedimi ferman dinlemiyor.
Yine Beylerbeyi’nde bir gece
Deniz kenarında bir lokanta, lokanta demeyelim meyhane tarzı bir
yerde,
“Ona süt getirin, O sütçüdür” demiştin garsona
Sen çok gülmüştün, ben ise çok utanmıştım,
O günden beri artık özel yemeklerde şarap içiyorum.
Tüm içkilerin tadına baktım, sütün tadını değiştirdim.
Belki bilmek istersin,
Kırmızı Şarap ta karar kıldım,
Boşver! Bunlar benim küçük takıntılarım,
Unut gitsin.
Zaten okunmayacak bu satırlarım.
Unutulmazlar benim için,
Unutmak da senin işin.
Dinliyorum sahile vuran dalgaların sesini bu akşamlık senin için son
kez
Dalgalar yüksekse, caddeyi ıslatıyorsa iniyorum arabadan
Sesini dinlemek yetmiyor, hissetmek istiyorum serinliğini,
Hatta bazen derinliğini.
Denizden sen korkarsın ben değil.
Sevmekten korkup kaçtığın gibi,
Sonrasında trafik keşmekeşi.
Güzelliğin tersi çirkinlik gibi.
Her güzel beraberliğin ardında yaşanan, ayrılığın, kırgınlığın
hikayesi gibi
Tıpkı bizim gibi.
Istanbul’dan yazacaklarım bitmedi...
Ama 40 dakikalık düşünce bitti.
Kabullenmem çok zor oldu ama
Kabullendim, bitti.
Daruma
CC sohbet icin buraya
 <<1 2>>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir