fiogf49gjkf0d Allah Belanı Versin Adem!
Herkes çırpınışlarda. Aşkı bulabilmek, elinde tutabilmek için. Bir de baksak etrafa, her yerde dört dörtlük yalnız kadınlar…
Bundan yıllar önce yakın bir arkadaşımız Hollywood filmlerinin klişegillerinden bir seçim yapmak zorunda kaldı. Muhteşem bir ülkenin, aşmış bir üniversitesinde, kaymak gibi bir mastır programına, deve yükü bursla kabul edildi. Ailesinin koltukaltları pofudu, kızımız da mütevazılık kisvesi altında şişine şişine orada burada anlatıyordu başarısını. Ama sonra başka bir şey oldu ki kek kabarmadan fırının kapağı açılmış oldu.
Hazırlıklarının nihayetlenmesine 3 ay kala aşk kızımızı buldu. Talip yakışıklı bir doktor, kalburüstü bir ailenin biricik oğlu, çöpsüz üzüm olunca da işler karıştı. Çocuk netti: “Gidersen biter. Ben burada seni bekleyemem. Kal, evlenelim”.
“Napcaz şimdi?“ konseptli acil durum toplantımızda hepimiz gamlı baykuşlar gibi “Öyle yapsan böyle olur, ama bir de şunu düşün“ şeklinde debelenirken arkadaşımız bir anda gözlerinde karar vermiş bir kadının korkutucu netliğiyle “Gitmiyorum” dedi. “Gitmiyorum çünkü düşünün şimdi, gideceğim mastır yapacağım. Üzerine doktora… Sonra ya orada bir yabancı ile evleneceğim ya da buraya dönüp yine koca arayacağım. Geceleri dosyalarına sarılıp uyumak zorunda kalan bir kadın olmak istemiyorum”.
Ben o zaman bu kararı son derece yanlış bulmuştum. Neden hep fedakarlık yapması gereken kadınlar oluyordu ki? Hem eli bir kere kaptırınca kol, omuz, kelle, gövde hepsi gidecekti. Daha 24 yaşındaydık ve müthiş bir hayat bizi bekliyordu. Kim bilir karşısına neler çıkacaktı? Falan filan.
Aradan geçti yıllar, olduk 30. Aman ne yıllardı. Maddi gücü yerinde, ailelerini otel resepsiyonistine çevirmiş, kimseye hesap vermek zorunda olmayan kızlı erkekli bir grup genç olarak talan ettik geceleri. Buluş, yemek ye, oradan bara geç, başla içmeye, mekan değiştir, bir daha değiştir, etrafı kes, tanış, ona yazıl buna yazıl, kafanı mı bozdu sevgilin hemen ayrıl, o olmadı bunu dene… Böyle geçti zamanımız. Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki yüksek alkolde mevcuttu.
Gelgelelim biz hiç fark edemeden konulacak dallar birer birer kapılmaya başlamıştı. Gezip görüp öğrenmiştik ki, “sürdürülebilir bekarlık” denilen bir şey varmış. Nitekim bazı arkadaşlarımız şelaleye varmadan kendilerini karaya attılar ve birer ikişer düğün davetiyelerini almaya başladık. En sallamaz iplemez olan kız arkadaşlarımız bile sosyal, biyolojik ve neticesinde psikolojik bekarlık sınırına yaklaştıklarını hissetmeye başladılar.
İşte o anda hepsi ve dolayısıyla hepimiz acı bir istatistiksel oranla yüzleştik: Kadın/ Erkek nüfus oranı. Bu son derece basit veri işlerin hiç de umulduğu gibi olmadığını, yağmurda taksi aramak gibi umutsuz bir durumla karşı karşıya olunduğuna işaret ediyordu.
Nitekim bir ikisi hariç bütün kız arkadaşlarım can havliyle yola atıldı. Kiminin o an birlikte olduğu birileri vardı ve onlarla işleri koyulaştırmaya karar verdiler. Çocuklar arkalarına bakmadan tüydü.
Kimi eskileri taramaya koyuldu, bazısı aşk meşk sitelerine kaydoldu, eş dostta koşuldu “Benim çöpümü çatıver” diye. Sonuç sıfır. Beraber dönme dolaba binmeye herkes vardı ama evlilik bütün erkeklerde korku tüneli etkisi yaratıyordu. Lunaparkımızın tadı kaçmıştı.
İnsan da bir nevi hayvandır ya, buram buram panik ve çaresizlik kokusu yayan kız arkadaşlarım belki de sırf bu yüzden hiç kimsede dikiş tutturamıyordu. Kendilerini terk eden adamların daha sonra evlenmeyi seçtiği kızları görünce akıllarına hep aynı soru geliyordu: “Neden ben değil?”.
Uzun lafın kısası sebebini hala çözemediğimiz bir şekilde gerçekten güzel, zeki ve başarılı onlarca arkadaşım defalarca farklı erkeklerle giriştikleri denemelerden elleri boş çıktılar. Her şey güzel giderken iki gün içinde adamlar aramamaya başladı, umarsız ve yer yer saygısız kılıklara büründüler.
Bir arkadaşım,”Kimse akıllı uslu kocasını bırakmaz, adamları kapıya koydularsa vardır bir bildikleri” demişti. Aradan geçen yıllar onu kesinlikle haklı çıkardı. Çevremdeki bunca gözlemimden çıkardığım sonuç o ki, ilişkilerde ve evliliklerde arıza çok büyük oranda erkekte çıkıyor. Kadın bir şeyleri kurmaya ya da korumaya çalıştıkça erkekler fütursuzca ellerindekini yıpratmaya, zora koşmaya meyilleniyorlar. Annelerimizin öğrettiği bir şey bu, ellerinde kaşıkla çocuğunu besleyebilmek için peşinden koşturan ve çocuğun hiç umursamadan kaşığı ittirdiği, döke saça ortalığı batırdığı sahneleri çok görmüşüzdür. Daha küçük yaştan oğlan çocuklarına hiç çabalamadan kaşık kaşık ilgi, sevgi akıtılıyor. Büyüyünce de ellerlinin tersiyle itseler de kadının yine ve yine çabalayacağını biliyorlar.
Havvalar bir ağacı sulayıp büyütmek için didinedursun, erkekler hala elma peşinde. Hem de farklı dallardan, ağaçlardan…
Renk Değişir mi? Sen değişir misin? Ovunca gözlerini ben değişir miyim?
|
fiogf49gjkf0d İktidarda Muhalefette lazım
Efenim bu yazıya katıldığım noktalarda var katılmadığım yerlerde var.
"Daha küçük yaştan oğlan çocuklarına hiç çabalamadan kaşık kaşık ilgi, sevgi akıtılıyor. "
Bu düşünceye kesinlikle katılıyorum, malesefki durum bu şekilde, ahh siz anneler siz yokmusunuz siz..
"Büyüyünce de ellerlinin tersiyle itseler de kadının yine ve yine çabalayacağını biliyorlar."
Eğer böyle bir fikre kapılmışlarsa buna neden olan kadınlardır, bizim genlerimizdenmidir nedir, nedense kadının eşine yada erkek arkadaşına bir anne şefkati ile yaklaşma dürtüsü var, erkeğin çorabına kadar ütüleyenler biliyorum,o kadarda değil hani..
"Kimi eskileri taramaya koyuldu, bazısı aşk meşk sitelerine kaydoldu, eş dostta koşuldu “Benim çöpümü çatıver” diye. Sonuç sıfır. Beraber dönme dolaba binmeye herkes vardı ama evlilik bütün erkeklerde korku tüneli etkisi yaratıyordu. Lunaparkımızın tadı kaçmıştı."
Bence bu konu esas olarak insanın hayatının merkezine neyi yada kimi oturtduğu ile ilintili . Erkek merkezli bir hayat yaşanırsa,hüsranlarla karşılaşmak kaçınılmaz olur bence.
Bir kadın için hayatın merkezinde 3,4,5 üçgeni olabilir mesela , iş,aile ve evlilik... Birbirine yakın boyutlarda olan ve birinin dozunun diğerine nazaran çok astronomik olmadığı bir üçgen...
|