beklemek...
haftalarca...
günlerce....
dakikalarca...
bilirsin kapının çalmayacağını ama sen yine de kapıya en yakın yere oturursun...
bilirsin yine fark etmeyeceğini ama yine de sen o sevdiği siyah bluzunu giyersin...
bilirsin kendinin de girdapta olduğunu, dönüp dolşaıp aynı yere geldiğini...
ama sen yine de sahilde dalgaları izlemektense, girdabın içinde kaybolmayı tercih edersin...
en azından son nefesini alıncaya kadar geçen bir kaç dakika için...
vücudunun morarmasına aldırış etmeden...
çünkü için yanar cayır cayır...
onsuz geçecek kavruk günler yerine; kısa ama şiddetli bir fırtınaya razı olursun...
işte öyle anlarda yazılan şiirler can simidi gibi olur...
kaparsın gözlerini ve sadece düşünürsün deniz seni çekerken ciğerlerine...
daldıkça derinlerine denizin yalnız olmadığını görürsün...
senin gibi o girdaba kapılan çok kişi olduğunu görürsün; anlamazsın...
sımsıkı kaparsın gözlerini, görmek istemezsin...
ama her biri bir yandan çekiştirirler etini, saçlarını; onun sevdiği uzun dalgalı saçlarını...
kulakların uğuldamaya başlar...
sessizlik...
fırtına dinmiştir.
denizin üzerinde hareketsiz durursun...
etraf leş gibi kokar!
halbuki onun kokusu değil miydi seni denizine çeken?
yalnızlığın küf kokusu sarar etrafı ve cılız bedenini...
ve o an anlarsın insanın yalnızlığı ne demek...
ve hala kimse bilmez o kızın nasıl kurtulduğu fırtınadan...
kimbilir...
belki de yarına ve sevdaya umuduydu onu hayata bağlayan...
ellerim hala deniz kokuyor; ama sen bunu a-s-l-a bilmeyeceksin... |