ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
14 Mayıs 2024, Salı 03:54   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  NombreDor> Forum Mesajları
    NombreDor'e ait Toplam 51 Forum Mesajı var
<<12 3456>>


NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  30.Tem.2010 Cum 02:57:22

 

Sana adanmış tüm üç noktalı düşler...
Suretinde sükût, sesinde acıya çalan hüzün senfonisi...

fısıltı yok..
     giz yok..
           iz yok..
                 fark yok..
                      biz yok...

``soldan sağ`a volta atan üç noktalardan başka hiçbirşey yok``...

(salgın)                        

 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  21.Şub.2010 Pzr 04:48:51

 

Eğer/ Rudyard Kipling

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,

ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde `dayan` diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;


Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;


Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitemezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir...

Ve dahası
sen İNSAN olursun oğlum...


 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  21.Şub.2010 Pzr 00:31:43


yalnızlık
ne seni alabildi benden
ne de sen geldin sesime

yalnızlık
yaşama sevincimi çaldı bazen
ama izin vermedim tüketmesine

karanlık
saklandığım geceydi
sevincimdi hüznüm gibi

karanlık
firari sokakların hakimiydim
sokaklar hep bizimdi

sensizlik
yalnızlık ve karanlık
yaşadığım tek gerçekti

ve o soğuk oda
hayalinle yandığım, seviştiğim,
seni kendime sakladığım yer,

ve o soğuk oda
hücrem, seni yaşattığım
dünyamdı benim,

ve o soğuk oda,
yokluğuna gebe şimdi,
doğum sancısı çekiyor acıyla

 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Şu Anda Hangi Parçayı Dinliyorsunuz ?>
  21.Şub.2010 Pzr 00:14:06

Cold Water/ Damien Rice

Cold, cold water surrounds me now
And all I`ve got is your hand
Lord, can you hear me now?
Or am I lost?

No one`s daughter allow me that
And I can`t let go of your hand
Lord, can you hear me now?
or am I lost?

oooo, I love you
Don’t you know I love you
And I always have
Hallelujah
Will you come with me?

Cold, cold water surrounds me now
Cold water surrounds me now

And all I`ve got is your hand
Lord, can you hear me?
can you hear me now?

Am I lost with you?

Cold Water


 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  18.Şub.2010 Per 09:18:31

 

Hiçbir sevgi yetmiyordu bize... Başkalarının kalplerinde yarattığımız, ateşlediğimiz sevgilerle yaşayabiliyorduk ancak... Çünkü birileri bizi ilk ve gerçek sevgiden yoksun bırakmıştı... Ve bu boşluk hiçbir aşkla, hiçbir sevgiyle dolacak gibi değildi... Birinden, öbürüne, sonra bir başkası daha... İşte tam bulduk, derken, elimizde soluk, hüzünlü cam kırıkları kalıyordu...

Sevgi arsızıydık sanki... Doğumumuzla birlikte verilmemiş olan o ilk ve gerçek sevginin yeri hiçbir insanın sevgisiyle dolacak gibi değildi...

Dünyanı zihnimizde taşıyorduk sanki... Karşılaştığımız, bizi sevsinler, bize bağlansınlar, diye uğraştığımız insanları ayrı birer varlık olarak tanımaya, anlamaya çalışmıyorduk... Onlardan isteğimiz sadece içimizdeki o büyük boşluğu doldurmalarıydı...

Bu boşluğu doldurmaları için bize hayran, sonsuz sevgili dolu, ve itaatkar insanlar olmaları gerekiyordu... Bir uzantımız olmaları...

Belki bu güne dek gerçek anlamda hiç varolmadığımız için, kendimizden kurtulup başkalarının hayatlarına, kalplerine girmediğimiz, yüreklerimiz hep bizde kaldığı için çekici, parıltılı insanlardık... O yaralı, o hasta varlığımız çekiyordu sanki insanları bize... Hiç gerçek anlamda yaşamamışlığımız...

Gerçek anlamda yaşamadığımız için bize yaklaşan insanı önce hiç olmadığı kadar yüceleştiriyor, kafamızda yarattığımız o sahte idollerden birinin yerine koyuyorduk... Çünkü onu olduğu haliyle anlayıp sevmek çaba isterdi... Onu zayıflıklarıyla sevmek bizi kendimizden kuşkuya düşürürdü... Bir insanı zayıflıklarıyla sevmek bize o derin boşluğumuzu hatırlatırdı...

Bu karşılaşmada içini açmayan, kendinden vazgeçmeyen, adını hiç unutmayan taraf  biz olmalıydık... Çünkü içimizi açarsak, kendimizden vazgeçersek, adımızı unutursak içimizdeki o büyük boşluk görünebilirdi... Hiç varolmadığımız... Kendimizi bugüne dek bir başkası için hiç feda edemediğimiz o hiç yaşamamışlığımız ortaya çıkardı... İçimizdeki o katil ortaya çıkardı... Onla yaşamaya mecbur olduğumuz... Mahvolmamak için mahvetmek zorunda olduğumuz...

Evet... İçimizdeki katil... Çünkü bizi sevenlerin sevgisini onları öldürmek için kullanıyorduk... Onların önce varlıklarını gizleyen perdelerini, kapaklarını, zırhlarını açmalarını sağlıyor, çırılçıplak bırakıyor, sonra en zayıf, en kırılgan yerlerinden zehirli dudaklarımızla öpüyor ve o halde bırakıyorduk... Sonra da bir daha hiç aramıyorduk... Onlardan avuçlarımıza dökülen cam kırıklarına bakıp: Hayır aradığım bu değildi, o da diğerleri gibiydi, beni istediğim gibi sevmedi, deyip bir başkasına gidiyorduk...

Birkaç gün önce yüceleştirdiğimiz insanları bize koşulsuz bağlandıklarını hissettikleri anda istediğimize kavuşuyor ve onu beklemediği bir anda küçümseyip aşağılıyor, sonra yolumuza devam ediyorduk... Aradığımız o değildi, diyorduk, o uymuyor yarattığımız idolümüze, o içimizdeki boşluğu dolduramazdı diyorduk...

Öyleyse bir başkasını, bir başkası daha denemeliydik... ta ki içimizdeki boşluk dolana dek... Ama dolacak gibi değildi... Bize kendisini sunan her sevginin bir buz kovasına atılmış küçücük bir kor parçası kadar hükmü oluyordu ancak... Ama biz kazanmayı terk etmek sanırken içimizdeki boşluk daha da büyüyordu...

Bize sevgiyle yaklaşan insanları öylesine çaresiz, öylesine çıplak anlarında terk ediyorduk ki, birçoğu adeta sevme yeteneğini yitiriyordu... Önce bir süre o zehirli ateşle bir başlarına için için yanıyorlar, ateşleri dinerken bize ışıkla açılan kalplerine kasvetli bir gölge iniyor ve ardından içlerine doğru kırgın bir nefretle dönüyorlardı...

Kimi geceler boşluğumuza aşık ettiğimiz, sonra da yapayalnız bıraktığımız kurbanlarımızın çığlıklarıyla uyanıyorduk...

İşte biz birbirimizle böylesi gecelerden birinde karşılaştık...

İkimizde birbirimiz için fazlasıyla çekici ve parıltılıydık. Kafamızda yıllardır gezdirdiğimiz idollerin içine hemen yerleştirdik birbirimizi... Sanki daha yüz yüze gelmeden önce böyle bir şeyin olacağını sezmiş gibiydik... İkimizde güçlü, sevecen ve kendimizden emin gözüküyorduk... Fark etmiyorduk daha birbirimizin içindeki o derin boşlukları... Ama birbirimize öyle çekici ve parıltılı görünüyorduk ki içimizdeki boşluklar henüz acı vermeye başlamamıştı...

İkimizde birbirimizi hiç olmadığı kadar yüceltiyorduk... Henüz, bu aradığım insan değil, bu o değil, aşamasına gelmemiştik. İki karanlık orman birbirini ne kadar severse o kadar seviyorduk işte... Daha önceleri başkalarına yaptığımız gibi, birbirimizi tanımaya, anlamaya, öğrenmeye çalışmıyor, durmadan kendimizi anlatıyorduk... Başkaları için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğumuzu... Ne çok sevildiğimizi, ama gerçek anlamda bizim sevgimize kimselerin layık olmadığını... Gerçekte kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne için yaşadığımızı anlamaya çalışmadan birbirimizin aynasında kendimize hayran olup duruyorduk.

Sonra biz değil, söylediklerimiz değil, hayatın kendisini usulca hissettirmeye başladı, başka dünyaların insanı olduğumuzu, çok başka şeyler özlediğimizi...

İşte o zaman birbirimizi kendimiz için değiştirmeye başladık...

Kim kimi kendisi için daha uysal, daha itaatkar, daha evcil yapacaktı... Herkes kendisini diğerinden daha kusursuz buluyor, böyle gördüğü için her şeyi kendisinde hak olarak görüyordu... O beni kıskandığı zaman bunu sevgi diye gösteriyor, ben onu kıskandığım zaman bu onun gözünde hiç de soylu bir davranış olmuyordu... Durmadan birbirimizde suçluluk duyguları uyandırmaya çalışıyorduk...

Aramızdaki gizli bir savaş başlamıştı... Birbirimiz için yarattığımız o sahte idoller çatlamaya başlamıştı bir yerlerinden...

Çünkü ne o benim istediğim gibi oluyordu, ne de ben onun istediği gibi... Kimse kendi düzenini değiştirmiyordu. Ben böyleyim beni böyle kabul et, sen bana uy, diyorduk birbirimize durmadan...

Kimse bir diğerine içini açmıyor, zayıflığını, çaresizliğini, asıl önemlisi o büyük boşluğunu göstermeye yanaşmıyordu.

Zayıflıklarımızı birbirimize göstermemek için usta bir taklitçi gibi kılıktan kılığa giriyor, durmadan benlik değiştiriyorduk...

Kendimiz için acı çekiyorduk, birbirimiz için değil. Anlamak değil, anlaşılmak istiyorduk. Bu trajik karşılaşma değil, o deva bulmaz dertlerimiz için değil kendimiz için ağlıyorduk, ağladığımız zamanlarda...

Birbirimizi özlediğimiz için değil, kendimize duyduğumuz o derin hasretle koşuyorduk buluşma yerlerine...

Yorulmaya, tükenmeye başlamıştık... İkimizin de beklediği o an yavaş yavaş gelmeye başlamıştı...

Kim kimi en çıplak, en zayıf anında o zehirli öpücüğüyle öpecek ve onu orada bir başına, o en çaresiz anında bırakıp gidecekti... Kim kazandığı anda öbürünü terk edip gidecek ve bir daha aramayacaktı
...

Durmadan birbirimizin en kırılgan, en çaresiz anlarını gözlüyorduk. Benliklerimizi zayıflatmak, güçsüz bırakmak için hiç olmadık sebepler yaratıp birbirimize ayrılık senaryoları hazırlıyor, bu senaryolarda karşımızdakine terk edilmiş rolü veriyor, onun bu roldeki gücünü sınıyorduk, ama bunlar hiçbir işe yaramayınca yeniden bir araya geliyorduk.

Kimse yenik ayrılmak istemiyordu... Kimse bu beraberlikte katilinden, kazanma hırsından ve adından vazgeçmek istemiyordu..


Bu oyunları oynarken, kanlarımızı kimsesiz gecelere akıtırken gizliden gizliye birbirimize bağlandığımızı anlayamıyorduk bile..

Çünkü asli rollerimiz vardı bizim... Kazandığımızı anladığımız anda terk edip gitmekti bu... İçimizdeki o büyük üşümeye, küçücük bir kor parçası daha atıp yürüyüp gitmek.

Nasılsa geride bizi her şeyimizle kabullenip ömür boyu koşulsuz sevmeye hazır insanlar vardı. Kolay kolay boşluğa düşmezdik.

Kim daha önce davrandı bilmiyorum, ama artık şimdi bunun ne önemi var ki....Bir gün birbirimizi o en zayıf, o kırılgan yanlarımızdan öptük... O zehirli öpücüklerimizle... İşte o zaman anladık birbirimize ne kadar çok benzediğimizi...

O zehirli kanlarımız birbirine bulaştı... Hastalıklarımızın birbirine bulaştığını anlamadan kazanmış olmanın verdiği o lekeli gururla bizi koşulsuz sevenlerin yanına koştuk hemen. Birbirimizde açtığımız yaraları sarmaları için... Onlar yaralarımızı sararken biz birbirimizi en derin mezarlara gömdüğümüzü düşünüyor, bu işten yakamızı sıyırmış ve sanki hiçbir şey olmamış gibi her şeye yeniden başlayacağımızı sanırken geceleri ansızın birbirimizin çığlıklarıyla uyanmaya başlamıştık...

Birbirimizi gömdüğümüz yerden yükselen ve bizi geceleri hiç uyutmayan çığlıklarla...

Bazen bu çığlıklara daha önce terk edip gittiğimiz insanların çığlıkları da karışıyordu... Sanki bizim de kendileri gibi zehirlendiğimizi anlamışlar gibi...

Benim boşluğum ona geçmiş, onu boşluğun bana geçmişti...

Artık çaresizliklerimiz, zayıflıklarımız bize ait değildi, bizde sır değildi..
O kendimize sevdalı, kendimize saplantılı kanlarımız birbirine karışmıştı...
Birbirimizdeki o uzun, o büyük geceyi öpmüştük... Gecelerimiz birbirimize karışmıştı.

Senin yüreğin benim olmuştu, benim yüreğim senin olmuştu...
İsimlerimiz birbirine karışmıştı...
Artık kendimi sen, diye anar olmuştum. Sen kendini ben, diye sorar olmuştun....

Birbirimizi öperken görmüştük o büyük boşluklarımızı... Birbirimizi zehirleyip gidecekken aslında hiçbir yere gidemeyeceğimizi anlamıştık...

Baksana günler ne çabuk kararıyor artık... Sonra o uzun geceler başlıyor. Asıl dayanılmazı bu... Hep soruyorum kendime şimdi benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada, uzaklarda ne yapıyorsun, diye... Asıl dayanılmazı bu...

Geceleri çığlıklarını duyup birden uyanıyorum yatağımdan... Çünkü aynı soruları sen de bana soruyorsun, biliyorum... Benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada, o uzaklarda ne yapıyorsun, diye...

Yüzümün yarısı sende kaldı... Yüzümün yarısı öbür yarısına ağlayıp duruyor şimdi...

Benim zamanım sen de kaldı, senin zamanın bende kaldı...
Benim geçmişim senin geleceğinde, benim geleceğim senin geçmişinde kaldı...

Başlangıçlarım sende kaldı, bitişlerin bende...

Sığındığımız limanlardaki bizi koşulsuz seven hiçbir sevgili teselli edemez artık bizi..
İçimizdeki o büyük boşluğu onlar bilemez ki... Doğumumuzla birlikte bize verilmesi gereken o ilk ve gerçek sevginin yokluğunu onlar ne yapsalar kapatamaz ki...

Geceleri birbirimizi gömdüğümüz mezarlardan yükselen çığlıkları onlar duyamaz ki..

Onlar sadece geçecek, derler... Zaten olmayacak bir ilişkiydi, sürmezdi, sürmeyecekti, bekle, zamanla unutursun, derler...

Yüreklerimizin birbirimizde kaldığını onlar bilemezler ki...

Kiminle öpüşsem sende ki yüreğimi seyrettiğimi, sen kiminle öpüşsen bende ki yüreğini seyrettiğini onlar hissedemezler ki...

Yokluğunu varlığa çevirirsem, biliyorum o artık ben olmayacağım.
Ama sensiz mahvolmaktansa seninle mahvolurum, daha iyi...
Sensiz isimsiz kalacağıma seninle isimsiz kalırım daha iyi.

Bu hayatta yapmak istediğimiz her şey eksik, her şey yarım kaldı...
Artık birbirimizden başka kim tamamlayabilir ki bu eksikliği, bu yarım kalmışlığı... Bu büyük boşluğu...

Çok kırdık, çok incittik, çok insanın sevgisinin önünü kestik, onları yarı yolda bıraktık...
Şimdi onları ödüyoruz..
Artık hiçbir ev, hiçbir yuva almaz bizi içine..


Lanetlendik... Artık nereye gitsek yokluğumuz karşılayacak bizi... Nereye gitsek dışarıda kalacağız...

Yokluğumu varlığa çevir, gel artık benimle mahvol... Bensiz isimsiz kalmaktansa, benimle isimsiz kal, daha iyi... Bak yüzünün yarısı öbür yarısına ağlıyor...

Eksik ve yarım kalmasın artık hayatımızda hiçbir şey...
Bari bunu tamamlayalım...
Gel birlikte mahvolalım...

``Yüzünün yarısı çocuk yarısı geçkin bir kadın
yüzünün yarısı öbür yarısına ağlıyor, yüzün kendisini arıyor...
Aşk kaçmış gözlerine, yaşanmamış yılların sana ağlıyor
zaman parçalanırken ellerinde ölü kelebekler yastığın oluyor...
Ölü kelebekler  hepsi daha değerli erkeklerinden,
erkeklerinin kanıyla beslenen 

ölü kelebekler...
hepsi daha değerli ömründen....``

(ben yapmadım :D)



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  17.Şub.2010 Çar 01:21:49


Yürü be 
< name="movie" value="https://www.youtube.com/v/fpaOTWZUIgA&hl=en_US&fs=1&">< name="allowFullScreen" value="true">< name="allowaccess" value="always">< src="https://www.youtube.com/v/fpaOTWZUIgA&hl=en_US&fs=1&" ="application/x-shockwave-flash" allowaccess="always" allowfullscreen="true" width="425" height="344">`>kızım



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  14.Şub.2010 Pzr 02:52:30


Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.
Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar.
Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur..

Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.

Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.
Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.

``Şu koca dünyada, yanında ben olmadan, tek başına hiçbir şeyi kusursuz yapamayacağını biliyorum; ikimiz birlikte olmadan, kadınları baştan çıkarmada bile mükemmel olamayacaksın. Şimdi beni anlamaya başlıyor musun? Ben senin yaşamınım, hayatının diğer yarısı benim. Ben yanında olmazsam, sen ne tam bir insan, ne gerçek bir sanatçı, ne doğru dürüst bir oyuncu, ne de yolcu olabilirsin, aynı şekilde ben de sen yanımda olmadan gerçek bir kadın olamam.``

Aşık bir kadının, kendisinin, sevdiğinin, dünyanın, hayatın hatta ölümün bile biraz eksik kaldığını hissetmesindeki o korkunç acıyı, o eksikliği kapatabilmek için sevdiği erkeğe doğru hiçbir sınırda duraklamadan yürüyüşünü, sevdiği erkek bir gün ölse bile duyduğu sevgiyi bu ölümün yok edemeyeceğine olan inancını, o erkek olmadığında "tanrının yalnızlığına" benzer büyük bir yalnızlığın içinde yaşayışını görmeyen, bu duygulara yabancı biri, her taşı siyah pırlantalarla bezenmiş bir tapınağın kapısında bir ömür boyu oturan bir kör gibi geçirir hayatını..

Erkeklerin belki de hiçbir zaman ulaşamayacağı böylesine korkunç bir bağlanışın şahikasına ulaştığında, kadın, yeryüzünde yaşayan herkesten ayrıldığına, eşsizleştiğine, kaderi değiştirecek bir gücü ele geçirdiğine inanır; öylesine koyu bir kedere ve öylesine parlak bir mutluluk hayaline sahiptir ki geceleyin gökyüzünde ışıklar içinde yanan bir gökkuşağı gibi yaşar.

En koyu karanlık ondadır.
En yakıcı parlaklık da...

İşte o zaman, büyük bir inançla fısıldar.
- Seni en çok ben severim... Kimse seni benim gibi sevemez.

Keskin kristalden bir kılıç gibi hayatına saplanmış yalnızlığa, hiç durmadan çalan büyük bir çan gibi içinde yankılanan özleme, tüten bir zehir gibi soluduğu terkedilmişliğe rağmen sevgisinin bir mucize yaratacağına inanır.

Ve, bir dindarın bir dinsize acıdığı gibi bütün bu duyguları anlamayan erkeğe acır.

Mutluluğun kapısında duran zalim bir muhafız gibi o kapıyı açmayan sevdiğine öfkelenir.

Geçtiğimiz yüzyılın en büyük yazarlarından biri olduğu ancak ölümünden sonra kabul edilen "Macar edebiyatının talihsiz ustası" Sandor Marai`nin romanındaki kadının kendisini bırakıp giden sevgilisine seslendiği gibi seslenir.

"Sen bana, ben sana aitiz Giacomo, tıpkı bir katilin kurbana, bir günahın günahkara, bir sanatçının eserine ve her insanın kaderine ait oluşu gibi..."

Hissettiği sevginin bütün engelleri yok edebileceğini haykırır.

"Bir yargıç gibi seni huzuruma çağırıyorum. Seni yepyeni bir yaşama uyandırmak istiyorum, yürümekte olduğun yoldan seni çekip alıyor, bağlı olduğun bütün kuralları söküp atıyorum, çünkü tüm bunlardan daha güçlüyüm, çünkü ben seni seviyorum."

Sevdiği erkeğin aldırmazlığına, "alçaklığına", yalanlarına, korkaklığına, sevgiyi kavrayamayan sığlığına rağmen bir çöl gecesi gibi ıssız ve soğuk geçen yaşamını bir mucizeye çevireceğine olan inancı hep o aşktan beslenir..

Bir kadın, hissettiği ve kendisini değiştiren büyük aşkın erkeği nasıl değiştiremediğini, erkeğin, karşısında elmastan yontulmuş bir heykel gibi duran bu aşktan nasıl etkilenmediğini hiç kavrayamaz.

"Giacomo, seninle paylaşamayacağım bir acı, mahrumiyet ya da alçaklık olmazdı."

Erkeğin getireceği her felakete, kirlenmeye, alçaklığa bile razıdır, sevginin bütün bunları okyanus dalgaları gibi içine alarak temizleyeceğine muhteşem bir safiyetle inanır.

Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.

Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar.

Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur.

"Neden hançerlerden, zindandan, zehirlenmekten ya da ahlaksızlıktan korkmuyor da benden ve mutluluktan korkuyor."

Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.

Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.

Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.

Erkekteki bütün zaafları kendisinin iyileştirebileceğine, onun korkularını kendisinin geçirebileceğine, onun açgözlü mutsuzluğunu doygun bir mutluluğa çevirebileceğine olan güvenini hayatın kendisi bile sarsamaz.

Erkeğe sevgiyi ve mutluluğu anlatmaya çalışır.

"Sen birini sevmek nasıl bir şeydir hiç bilemedin, bilemezsin de. Sana sevgiyi anlatmak zorundayım çünkü onu tanımıyorsun."

Böyle kendinden vazgeçerek, hayattan vazgeçerek, bir gün gerçekleşeceğini umduğu bir hayal karşılığında bütün gerçeklerden vazgeçerek, insanların değerli bulduğu ne varsa onlardan vazgeçerek sevmeyi bilmeyen erkeği, onun vazgeçemeyişlerini, başka kadınların, paranın, şöhretin, dünyevi zevklerin varlığını unutamayışını bazen kederle, bazen öfkeyle, bazen acıyarak seyreder kadın..

Erkekle birlikte çıktıkları bu yolun neresinde erkeğin usulca başka bir patikaya saptığını görebilmek için geçmişi, konuşmalarını, söylenen sözleri defalarca hatırlar, her seferinde söylenen sözlere yeni manalar yükler, yeni ayrıntılar keşfeder.

Erkeğin hangi sözünün, hangi bakışının, hangi davranışının bu acılarla ve umutlarla dolu büyük maceranın başlangıcı olduğunu bulmak ister, erkeğin söylediği hangi cümle onu böyle sarsmış, hayatını altüst etmiş, bütün kaderini değiştirmiştir.

"Seni, beş yıl önce Piostan`da, o solmuş bahçede bana `vahşi ısırgan otu` dediğin, benim yüzümden düello ettiğin, sonra da alçakça beni bırakarak kaçıp gittiğin yerde gördüğüm andan beri seviyorum."

Ne zaman sevmeye başladığına dair bir fikri vardır.

Kendisi açık bir düşünceyle değilse de bir sezgiyle "geleceğinin değiştiğini" farkettiği anda erkeğin ne düşünmüş olabileceğini tahmin etmek ister.

Erkeğin içini görmektir arzusu.

Bir kahinin billur küresine baktığı gibi erkeğin içine bakıp oradaki bütün düşünceleri, duyguları, ihanetleri anlayabilmeyi arzular.

Sonra şöyle der kendine.

- Onun içini sadece kendi içimden görebilirim. O benim! Eğer onu en çok ben sevdiysem, kendi yalnızlığını hissettiği yakıcı ve eşsiz bir anda onu kimsenin benden fazla sevemeyeceğini anlayıp ürperecek..

Sevdiği adamı o kadar çok düşünür ki sonunda kendisinden uzakta duran o erkeğin ruhu onun ruhuna sızar, öyle bir zaman gelir ki sevdiği erkeğin ruhuyla kendi ruhu birbirine karışmaya, birbirine benzemeye başlar, kimi zaman o erkeğin sık söylediği bir kelimeyi kendisinin de söylediğini, onun güldüklerine güldüğünü, onun üzüldüklerine üzüldüğünü, erkeğin düşüncelerini anlamaya çalışırken onun düşüncelerinin bir kısmını ödünç aldığını anlar.

Bu çok tuhaf ve şaşırtıcı bir sahip olma biçimidir.

Erkeğe benzeyerek, farkına varmadan onu taklit ederek, onu kendi içinde yaşatmayı, onun alışkanlıklarının bir kısmını kendi varlığına katmayı başarmıştır.

"Günün birinde Giacomo, kendime ait olduğunu düşündüğüm yüzün aslında bir maske olduğunu ve onun arkasında seninkine benzeyen başka bir yüzün saklandığını farkettim."

Bu ruh benzeşmesini sağlayan ve erkeğin ruhunu kendisine getiren sevginin, erkeğin bedenini de getireceğine olan güveni artar.

Bu inancı, böylesine sevmeyen birinin anlaması neredeyse imkansızdır.
Hele bir erkek bunu hiç anlayamaz.

"Seni en çok ben seviyorum," demeyi bilmez bir erkek, ne bunu diyebilecek bir güveni, ne sevgiler arasında "en çok" olmasını sağlayacak bir rekabete tahammülü, ne bütün ruhunu karşısındakine açacak bir cesareti, ne de sevginin gücüne böylesine bir inancı vardır.

Sevginin ona hayatı değiştirecek bir güç vereceğine değil, onu hayatı kaybetmesine yol açacak bir güçsüzlükle sakatlayacağına inanır.

Sevmek durmaktır. Erkek, durmaktan korkar, o kendi varlığını sadece hareket halindeyken hissedebilir çünkü, durduğunda saçları kesilen Samson gibi gücünü yitireceğini sanır.

"Günün birinde gırtlağına sarılmış bir sıkıntıyla uyanmaktan mı korkuyorsun Giacomo? Sakın korkma sevgilim, çünkü duyacağın can sıkıntısı renkli ve neşeli olacak, ayrıca bir anlam da taşıyacak, seviliyor olduğun anlamını."

Sevdiği erkeğin yanında sıkılacağından korkmaz aşık bir kadın hatta bu ihtimali sevecen bir gülümsemeyle, aşkın duraklayıp soluklandığı sakin bir menzil, insanın içini ferahlatan güzel ve durağan bir dağ manzarası gibi düşünür, o sıkıntıda bile bir aşkın ortaklığını bulur.

Seviyordur çünkü.

Onun sevgisiyle yarışacak, onun sevgisinin rengarenk açılacak kanatlarının parlaklığı karşısında solgun kalmayacak bir duygu yoktur onun için.

Acı ve umut doludur.

Sonsuz güneşlerle ve ufuksuz karanlıklarla dolu bir evrende tek başına duran tanrının yalnızlığına ve gücüne sahiptir kader karşısında, yalnızlığını ve gücünü yaratan sevgisini bir gün kaderi değiştirebilmek için parlak bir kederle taşır.

Ve ıssız bir sahilde çalan bir panflüt gibi duyanın içine işleyen bir sesle, kendine, erkeğe ve hayata hep aynı soruyu sorar.

- Onu en çok ben seviyorum... Neden kaderi değiştirmeme izin vermiyor?

Yaşadıklarının ağırlığına dayanamayarak bazen gelecekten kuşkulansa da geçmişten her zaman emindir.

"Zaman ikimizin yaşadığı şeyleri asla yok edemeyecek Giacomo..."

Bir kadın böyle sevdiğinde bazen zaman geleceği de yok edemez.

Zamanı bile ince uzun ellerine alıp uysallaştıran böyle bir sevgi iki şeye muktedirdir.

Ya en çok seven kadını mahveder...
Ya kaderi yeniden yaratır..

( ben yapmadım:D )

 

Lal aşkım`a...

Senin saatinde; akrep yelkovanla oniki de ``tam`` olmasın,
sen benim, ben senin olana kadar..
Bırak onlar sevgililer gününe çoktan uyansın,
sen yum gözlerini uyut aklını vakit dar...

Hoşçakal Lal`im;
bize doğan güneşe kadar...



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  13.Şub.2010 Cmt 06:16:08


Her masalın, her söylencenin uzun uykusunda bir uyanma vakti vardır. Ve o gelmeden girişilen her eylem bir serüven yalnızlığı olarak kalır. Öyle anılır.

Yüzyıl sonra vadesi erişip bir prens çıkmış ortaya. Masalın ve yüzyılın kendisine verdiği bu görevi seve seve üstlenmiş; zaten uyuyan güzel hakkında yüzyıldır söylene gelenlerin etkisinde daha onu görmeden deliler gibi tutulmuş ona. Kendisine verilmiş misyona mı, uyuyan güzele mi aşık olduğunu ayıredemeyecek kadar toymuş o zamanlar. Böylelikle hayranlığın, sevginin, sevdanın, aşkın, cinselliğin ve beraberliğin bir kulak dolgunluğu olduğunu birkez daha görüyoruz "Bizim"sandığımız birçok duygunun, düşüncenin, değerin ve doğrunun içimize usul usul işlenmiş bir kulak dolgunluğu olduğunu...

Ve prens dudaklarında yüzyıldır beklettiği öpücüğüyle birlikte saraya doğru yollandı.
Masalına kahraman olma zamanı gelmişti.

Prensesin odasına geldi. Prenses uykusunun içersinde batık bir gemi gibi gizemliydi. Uykusuyla bütünlenmiş güzelliğine, efsanesinin güzelleştirdiği yüzüne uzun uzun baktı prens. Çok uzaktan, çok uzaklardan, tam yüzyıl sonrasından baktı.
Sonra kararını verdi: Aradan yüzyıl geçse de uyandırmayacaktı onu.
O gün gelse de..

Uyandırdığında bu sevdanın, bu büyünün, bu tılsımın bozulacağını biliyordu çünkü; bir bakış, birkaç söz, bir dokunuş herşeyi bozacaktı. Sevmek suskunluktu, sevmek kesin sessizlikti, sevmek uzaklıktı, sevmek dokunamamak, erişememek, sevişememekti..
Ya da yüzyıldır böyle öğretilmişti sevmek..

Gözlerini açar açmaz, yüzyıldır gördüğü düşlerin anımsayamadıklarından ve o düşlerin tümünden, sızıya benzer bir duygu olacaktı kalakalmış olan.. Biliyordu bu sızı hep olacaktı. Kaldı ki, o düşlerin tümüne egemen olan ortak motifler, zaman zaman, yani yaşadıkça; yaşamını, ilişkilerini yoklayacaktı elbet. O düşlerin tümü anımsanmak içindi.Sonsuz bir anımsayıştı herşey; anımsayış ve unutuş. Ömrünün bundan sonrası düşlerinde gördüklerini yaşamakla geçecekti.

İnsan uzun uykulardan sonra yalvaç bir yalnızlığa uyanıyor..

Aradan yüzyıl geçtikten sonra hiçbir uyanış mutlu olamaz.


Benim için artık çok geç kalmış bir sevgi bu, ben seversem yüzyıl öncesinin sevgisiyle seveceğim,
o severse, beni üzerinden yüzyıl geçmiş bir sevgiyle sevecek.
Aramızda kaç takvimin uzaklığı duruyor..
Bir öpücük, yalnızca bir öpücük bu uzaklığı kapatmaya yeter mi?

Sevgi,
Zehirli bir düşün, büyülü sözcüğü...


Öte yandan sevmek göze almaktı, sonuna dek gitmekti, gidebilmek yürekliliğiydi.
Biliyordu prenses uykusundan uyandığında, ya da uyanır uyanmaz onu eskisi kadar sevmeyecekti.
Çünkü sevmek sessiz ve tek başına birşeydi..
Sevmek yalnızlıktı..

Onu eskisi kadar sevemeyeceğinden korkuyordu.
Onu uyandırmaktan korkuyordu.
Eskisi kadar sevemeyecekti, belki de hiç sevemeyecekti.
Çünkü arada o orman, o karanlık, o geçit vermez, o giz olmayacaktı artık.
İşte odasında duruyordu.
Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğine..

Arada ne ormanın, ne de yüzyılın karanlığı olmadan onu nasıl sevebilirdi?
Bu kadar büyük sorumluluğu yüklenebilirmiydi?
Sevmenin zahmetini, birlikte omuzlanacak olan zahmeti yüklenebilirmiydi?

Paylaşmaya, tartışmaya, özveriye, anlayışa gereksenen iki kişilik ilişkiyi göğüsleyebilir, götürebilirmiydi?

Sevmek imkansızlıktı..

Kendimizde beslediğimiz, kendimizde büyüttüğümüz, kendimizde saklı duran bir şeydir sevmek.
O hep bizdedir, bizledir, usul usul biriktiririz onu, içimizde yığılı durur..
Ve günün birinde ansızın karşımıza biri çıktığında sanırız ki içimizden boşalıveren bütün bu duyguları o taşımıştır bize..


Sevmek, kendi kendimizi büyülemektir; kendi kendimize yaptığımız büyü.
Oysa yeniden başlayacaktır arayışlar, pişmanlıklar, yanılgılar.
Herşey "tamamlanmak" içindir.
Çoğu kez ölümün tamamlayıcı ellerine dek aynı umut, aynı arayış, aynı çırpınış ve aynı perişanlıkla sürükleniriz. Gözümüz arkada kalmıştır.

Ansızın anladı ki uyuyan güzelin kendisini değil, masalını seviyordu Prens..

ve Masalın bittiği yerde başladı hayat..

                                                                                                                                                    Murathan Mungan

``Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler;
Masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler,
sanki hakikati bilirmiş gibi,
sanki hakikatin sırrına ermiş gibi...

Masala inanmayan gerçeğe inanır mı?``


 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  12.Şub.2010 Cum 23:06:13

Goodbye my lover



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  12.Şub.2010 Cum 16:34:32

Ahmet Altan/Venüs`le Buluşma

Birçok dönemeçte kaderimize `buradan sap` diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?

Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar.

Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz.
O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu.
Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna.
Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız.

Ve, o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımızı belirleyen nedir?
Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı yoksa kararsızlıklarımız mı çizer?

Birçok dönemeçte kaderimize `buradan sap` diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir.
O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.

Nedir bizi sessiz bırakan peki?
Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?
İsteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde?

Istvan Szabo`nun, neredeyse sanata düşman olan `sanatçılarla` Paris`te Wagner`in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle, onun aşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, `Venüs`le Buluşma.`

Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya aşık olur.
Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur.
Macar şef evlidir.
Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır.
Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır.
Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından sözetmeyi ve birlikte olmayı başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra `bu bir mucize` dedikleri o olağanüstü sevişmelerden.
Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir, `bunları azdıramıyorum` der `ne yapacağım.`
- Azdırırsın, der soprano, beni azdırdığına göre onları da azdırırsın.
Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter.
Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için.
Sopranoya aşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez.
Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden biraraya gelirler.
Soprano şefe, `hiç kimseye böyle aşık olmadım` der.
Şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına aşıktır.
Ve, o dönemeç gelir.
Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa otururlarken, soprano `Paris`ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum` der gülümseyerek.
Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften.
Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne.
Tek kelime etmez.
Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere `buradan sap` diye bağırmak isterken sessizce durur.
Soprano anlar.
Şef, kadere `buradan sap` diyememiştir.
Operanın ve hayatının `venüsüyle` buluşamayacaktır.
Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir.
Kimbilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak.
Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir.

Henüz varolmayan `gelecekle` ilgili korkular, varolan `an`ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur.
Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir.

Peki, gelecek nasıl olur da `an`ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir?
Neden insan elindeki `an`ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte.
Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan `an`ı böylesine yenilgiye uğratır.

Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir?
Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep?
O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da, çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz?
Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve `gelecek` denilen zaman parçası mıdır?
Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen `dün` ya da `bugün` değil de `yarın` mıdır?
Yarın, bu korkunç gücünü bilinmez olmasına mı borçludur?
Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkum eder?

Şef, o sessizlik anında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder.
Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir.
Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz.
Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer.

Hayatlarımızı kararlarımız mı kararsızlıklarımız mı belirler?
`An`ın isteklerini `geleceğin` endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde `an`ın isteğine sarılanlar mı?
Kaç dönemeçten `Venüs`le buluşamadan` geçtik acaba?
Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?

<<12 3456>>