ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
14 Mayıs 2024, Salı 22:59   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  NombreDor> Forum Mesajları
    NombreDor'e ait Toplam 51 Forum Mesajı var
<<1234 56>>



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >(oyun) Harfleri karıştırılmış kelime oyunu.>
  8.Şub.2010 Pzt 17:38:12
PARANORMAL

M - A - Y - S - İ - S - İ - L - N - O - A


NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >Empatinizi geliştirin...>
  8.Şub.2010 Pzt 06:26:41
 Puhaha üşütük 
ayıpsın ne demek tekrar tekrar acıya doyana dek.....
söz dedim yapjam sana ben onu  önce benim bi` işim bitsin onunla sonra tamamen senin


NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Şu Anda Hangi Parçayı Dinliyorsunuz ?>
  8.Şub.2010 Pzt 05:12:38

Umay Umay/Yok yok

yok yok yok
gidecek yerim
sağlam erkeğim
hiç bi` şeyim yok
yok yok yok

kırmızı meşin
bu hayat peşin
hiç benzerim yok
Yok yok yok

Kralım azizim
bide efendim
Kastım mastım yok
Yok yok yok

Ödeşen suçum
barışan düşüm
sıktığım kurşunum yok
Yok yok yok

Acılar arası
patinaj yarası
kralın yavrusu yawrummm

Sen aşk hastası
ben ruh hastası
cinnet şakası ayy ayyyy

Sen büüüyük kalp
ben küçük sarp
stilim bozuk affeeeet

sen kıymetli
ben zahmetli
zorlama güzelim sallaaaa

onu al
onu al beni alma
her yer kaygan burda oturma
kızıştırma dandiridinanaaay

bak hiç korkum kalmadı yapmaaa
suratımı dağıtır makyaj fazlası
ütüyede alışık beynin yarısı
fişleride çektim cazdıracazdaaaa
sana bi` şey olmaz aziz! vakası

kırmızı meşin
bu hayat peşin
hiç benzerim yok
Yok yok yok

Kralım azizim
bide efendim
Kastım mastım yok
Yok yok

sen çok iyisin ben şeeey kırmızı
ruhumuz uymaz, olmaaaaaz
sen asalet, ben rezalet
rütbeni bozarım vaaazgeeeç

cinsel sorun karışık kişilik
sapkın eğilim, korrrrktuum
sizler bi` yana bizler o yana
yanlış anlama bıııııktııııık

sustum sustum çok sıkıldım
tam ortadan aydım caydım
nezakete sprey sıktım
maskeyi taktım rahatladım
aldatıldım ve kızmadım
yakam buruşmuş düzeltmedim
bi` de kendime çok yakıştım
aşkım bitti güle güle tatlım

 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >EN SON KİM YORUM YAZMIŞ OYUNU :))>
  8.Şub.2010 Pzt 03:35:50
Hımmss!?


NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >Empatinizi geliştirin...>
  7.Şub.2010 Pzr 22:30:50

Bihter`de yok Adnan desen o da çöktü artık.

Süpersin üşütük (farklı) tercihlerin olduğunu biliyoruz da  bu kadar açıkça sergileyejeğini beklemezdim senden, lololo brawo sana



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Şu Anda Hangi Parçayı Dinliyorsunuz ?>
  5.Şub.2010 Cum 15:32:24

The Blowers Daughter

And so it is
Just like you said it would be
Life goes easy on me
Most of the time
And so it is
The shorter story

No love, no glory
No hero in her sky

I can`t take my eyes off of you

And so it is
Just like you said it should be
We`ll both forget the breeze
Most of the time
And so it is
The colder water
The blower`s daughter
The pupil in denial
I can`t take my eyes off of you

Did I say that I loathe you?

Did I say that I want to Leave it all behind?

I can`t take my mind off of you
My mind...my mind...

Till I find somebody new...

Damien Rice



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >ChatCity nedir ne değildir? >plaj1,2,3,4 te mobese var.>
  24.Oca.2010 Pzr 22:06:57

Puhahaa üşütük  yanlış yerlere koymuşsun kırmızı halkaları, boynuna geçer en yakın zamanda o alakasız halkalar umarımmm  

Gel bi` ara ben sana gösterejeeem gözleri



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Hükümsüz hislerimi arıyorum, oralarda mı?! :))>
  23.Oca.2010 Cmt 23:07:21

 

Gittin ve her şey olduğu gibi duruyor bu hayatta... Her şey bıraktığın gibi... Seni tanımadan, bilmeden önce nasılsa yine öyle hazin, öyle buruk, öyle paramparça... Bir bilgeden okumuştum çok önceden: Siz bu hayatta iyi başlayıp kötü bitmeyen bir şey gördünüz mü? diyordu... İnanmamış, yırtıp atmıştım o kitabı. Meğer ne haklıymış.Bu hayatta iyi başlayıp kötü bitmeyen hiçbir şey yokmuş... Haklıymış, kimse düzeltemezmiş bu hayatın adaletsizliğini... Oysa her büyümemiş insan gibi inanmıştım yaşadığım bu aşkın dünyanın ilk aşkı olduğuna, bu aşkın bütün çağların aşkı olduğuna... Bu aşkın biz istersek dünyanın bütün adaletsizliklerini düzeltebileceğine inanmıştım...

Ne kadar çocukmuşum. Meğerse bu hayatın bütün adaletsizlikleri bizim aşkımızdan başlayıp yayılmış her yere...

Gittin ve her şey olduğu gibi duruyor bu hayatta... Kırgın ve gücenik anneler yine çocuklarını özlüyor. Yine onların arkalarından boşluğa el sallıyorlar.Yine mahkumlar üşüyor... Yoksullar eskisinden daha çok acı çekiyor yine... İnsanlar ilerliyor sansın, herşey başladığı yere geri dönüyor... Mevsimler senin o durmadan üşüdüğün kış mevsimine doğru dönüyor... Yaza, yaz mutluluklarına kanmıştın, işte kış yine geldi...

Peki, kim ısıtacak şimdi seni... Ben ki seni ısıtırken, senin üşümenden hiç bitmeyecek, hep sürecek bir yaz hayal ederdim. İçinin ürpermesinden hiç lekelenmeyecek bir mutluluk yaratmayı düşlerdim...
Seni ısıtırken gülümserdin bana... O gülümseyişinde derin sulara gömülmüş bütün aşklarımın yüzleri belirirdi usulca. O yüzlerin hepsini birden senin yüzünde görmek isterdim. Bu yüzden yorulmadan, bıkmadan, usanmadan ısıtırdım seni. Sen, tamam, yorulma, geçti üşümem, desen de, duymazdım seni. Çünkü sadece seni ısıtmak değildi isteğim... Aşklarımın sulara batmış bütün o yüzlerini senin yüzünde birer birer ortaya çıkartmaktı... Hepsini, hepsini belki de son ve ilk kez senin yüzünde yaşarken görmekti... Senin de sulara batmış aşklarının yüzlerini ortaya çıkartmak için yapardım bunu en çok...
Ölüm saplantımı bilirdin, ama seni ısıtırken bu saplantıdan bile kurtulmuştum... Yaşadığımız bütün aşklarımızı senin yüzünde görebilmek, onları senin yüzünde öpüp koklayabilmek, onlardan senin yüzüne sarılarak özür dilemek istiyordum. Bu yüzden yaşamalıydım... Onca acıdan, onca yıkımdan sonra bu yaşama isteğim bana göre bir mucizeydi ve mucizenin sırrı sendeydi... Yüzünün ardında gizlediğin esrardaydı... O esrarın bütün bilinmezliğini üstlenmek ve bu bilinmezliğin bütün sonuçlarını ödemeye hazır hissediyordum kendimi... Bu aşktan kurtulmak istediğinde, zamanın kurallarına kapılmaya başladığında, en çok yokluğunda fark ediyordum o esrarı...
Sana söylemiştim, ben bu dünya zamanının efendisi değilim, diye. Görünenlerle, güvencelerle, kendimi sağlama almakla ilgili beklentilerim yok, diye... Söylemiştim sana, ben sadece aşkla mümkünüm, diye... Söylemiştim sana, aşk yoksa benim için hayat bir yanılsamadan ibarettir, diye..
Söylemiştim sana, benim iki kapım var, diye. Biri doğum, biri ölümdür, diye... Doğarsın, aşkın içinden geçersin ve ölürsün...

Buraya, bu dünyaya beni kimin gönderdiğini bilmiyorum. Böyle kırılgan, böyle savrulmaya hazır, böyle açık yaralar içinde... Kim, neden gönderir benim gibileri bu dünyaya bilmiyorum, ama oluyor işte... Birilerinin bu dünyanın haksızlıklarını, adaletsizliklerini tek başına yüklenmesi gerekiyor sanıyorum. Hayat normal yolunda aksın, binalar yükselsin, dükkanlar açılsın, alışverişler yapılsın, şehirler büyüsün, insanlar bir yerden bir yere gidip dönebilsin diye, benim gibilerin bu görevi üstlenmesi gerekiyor belki de...
Neden ben, diye sormuyorum ne zamandır.Yazgıma asla lanet okumuyorum. Böyle olması gerekiyormuş... Bu yazgıyı değiştiremeyeceğimi biliyorum artık...

Peki seni nasıl kabul etmeliyim, benimleyken mi, yoksa, gidişindeki o her şeyi kabullenmiş, bu hayata razı olmuş halinle mi...
Seni böyle kabul etmek, senden ayrılırken çektiğim acıdan daha büyük inan. Senin sandığım insan olmadığını bilmek, senin o diğerleri gibi olduğunu bilmek ölümünü yaşamaktan daha büyük bir ıstırap. Senin benim için hiç doğmadığını, beni hiç hissetmediğini, sadece bana yazdığın o çok bilindik, o çok klişe senaryonda basit bir rol verdiğine inanmak ve onu istediğin gibi oynayamadığımda başkasına dönmen sanki hayatımı ve onca aşkı boşuna yaşamışım gibi derin bir hayal kırıklığı şimdi bana...

Sen bu hayata sımsıkı sarılırken sadece aşkı özledin. Ama küçük, kısa bir soluklanmaya çıkıp tekrar dönecek kadar özledin... Bu hayatın can sıkıcılığından, her şeyin o çok önceden bilinip ona göre yaşanmasından, çok önceden çizilmiş çizgilerin o adaletsiz sınırlarından biraz olsun çıkıp, saçının birkaç telini yakıp yeniden kendini toparlayıp, bu kadar yeter, artık kendimi korumalıyım, diyene kadar özledin...
Sen doğdun ve orada hayatı gördün ve ona sımsıkı sarıldın. Ölüm, diye bir kapın yok senin.. Hep bu hayatın içinde sonsuza dek yaşayacağına inanıyorsun. Bu yüzden senin iyi ve korunaklı yaşaman gerekli. Yıpranmaman ve huzur içinde olman, seni hep koruyacak, geriye döndüğünde koşulsuz kabul edecek güçlü ve sağlam kapıların olmalı... Bu yüzden sen sırtını o güçlü ve sağlam kapılara dayayıp, bir gün geri döneceğine bilerek uzaktaki aşklara kibarca el sallamalı, onlar için zarifçe gözyaşı dökmelisin... Aşk diye yaşadıklarından geriye, o sağlam, o korunaklı evlerinden birine, sanki çok renkli bir panayırdan, oldukça heyecanlı gösterilerin yaşandığı bir sirkten geri döner gibi dönmelisin...
Oysa aşk doğum ve ölüm kapısının ortasında yaşanan en hakiki geçittir. Bu geçitten geçilirken asla arkaya bakılmaz. Asla ileriye bakılmaz. Bu geçitte bütün zamanların hükmü biter. Aşkın kendi zamanı başlar. Ve bu zaman ileriye, geleceğe doğru değil, içerlere, derinlere doğru işlemeye başlar. Orada artık bu zamanın kuralları yoktur, orada bu hayatın korkuları biter, orada insan kendi yokluğundan yeni anlamlar çıkarır, hiç gitmediği yollar çıkarır... Aşkın o geçidinde bir an yüzlerce yıla bedeldir...
Bu geçitte geçmişin ne ağır kanlı korkuları, ne de basit, çıkarcı saplantıları vardır. Bu geçitten geçerken kimse kimseye bir gelecek vaat edemez. Bu geçitte aşkın kendi zamanı, kendi büyüsü, kendi gerçekliği vardır. Çünkü aşkın bir anın da yüzlerce yıl yaşayan bir insan ne geçmişten ne de gelecekten bir şeyler ummayı aklına getirebilir... Hiç bilinmedik, hiç tadılmadık bir ateşle yanarsın orada; bütün bildiklerini, bütün öğrendiklerini unuta unuta yanarsın, içindeki o hazin ıssızlıkla birlikte, bu hayatın sana dayattığı umutlarla, bütün yanılsamalarınla birlikte, yanarsın... Nafile yanarsın...

Ve oradan bu hayatın kurallarıyla yaşarken arayıp bulamadığın her şeyi bambaşka bir yüz ve bambaşka bir kalple bulup çıkarsın...

Aşk yaşarken ölümü göze almaktır. Aşk bu ölümü göze alanlara gülümseyebilir ancak. Hayatında bir kez olsun bile bu ölümü göze almamış bir insan yaşamaya hiç başlamamış demektir.
Sense bana gelirken, ölümü hiçbir zaman göze alamadan çıktın yola... Bana gelirken bir gözün hep arkada, o güçlü, o sağlam kapıdaydı... Hiç düşünmediğin, hiç beklemediğin şeylerle karşılaştığında yeniden geri dönebilmek için bir gözün hep arkandaydı... Bana gelirken gözünün birinde kamera vardı... Sen hayatını sağlama alırken, aynı anda aşkın büyüsünü yaşamak istedin...

Çokları öyle yapıyor. Ne bu hayattan vazgeçiyorlar, ne de aşkın heyecanından. Kısa, küçük, basit ve heyecanlı yolculuklar yapıp yine evlerine, korunaklı dünyalarına dönüyorlar... Hiç aç kalmamak ve hep geleceklerini garanti altına almak için...
Oysa aç kalabilmeyi bile göze almaktır aşk...
Bu bedeli göze alamadıkları için bir çoğu zavallı, sefil bir oyuna çevirirler aşk diye yaşadıklarını... Bu yüzden hep sığ kalır gönül dünyaları, hep fakir... Gönül dünyaları sığ kalanlar bu yüzden hayata ve paraya sımsıkı sarılırlar... Güneşten ve yıldızlardan çok paraya taparlar... Her şeyin fiyatını bilirler, ama anlamlı hiçbir şeyin değerini bilmezler..

Artık kalplerindeki esin ve ışık değildir onlara bir gün aşık olacakları umudunu veren... Ne kadar çok para biriktirirlerse; ne kadar çok mala ve mülke sahip olurlarsa o kadar çok güvenirler kalplerine... O rüyasız, ışıksız, o ziyan olmuş kalplerine...

İşte ben yıllardır senin o rüyasız, ışıksız, o ziyan olmuş kalbini sevmişim meğer... Nasıl kendi yazgımı değiştiremiyorsam, bu yazgıyı da değiştiremem artık... Nasıl kendi yazgımı sonuna kadar yaşayacaksam, bu yanılgının yazgısını da sonuna kadar yaşayacağım...
Bu aşkın bittiği yerden hiç ayrılmayacağım... Çünkü artık gidebilecek hiçbir yerim yok.
Bu dünyaya niye gönderildiğini bilmeyen ben, hem nereye gidebilirim ki...
Aslında bilmediğim yerlere çekip gitmeyi çok isterdim. Beklentisiz ve özgür olmayı...
Ama buradan gidemem hiçbir yere... Burada senin o rüyasız, ışıksız kalmış, o ziyan olmuş kalbinin yasını tutacağım... Aşkımızın yasını... Bu mahvoluşta kendi suçlarımı düşünerek tutacağım bu yası... Tutkuları yüzünden kabilesinin yok oluşuna neden olmuş, asi ve gururlu bir kızıl derili savaşçısı gibi, kanlar içinde kalmış topraklarımızda hep seni bekleyeceğim...
Döndüğün hayattan hiçbir nasibim yok artık benim. Orada bir şeyleri umut etmek tarifsiz yaralanmaktan başka bir şey değil. Orada mutlu olduğunu sanmak ve bu oyunu sürdürmek öylesine acı vermişti ki bana, dönsem şu anda olduğundan daha büyük acı çekeceğim, inan...
Artık mutluluğu olmadığı yerde aramaktan çoktan vazgeçtim... Burada, bu kanlar içindeki topraklarda beni görmek istediğin gibi görmeyi yasak ettim kendime. Artık senin aynanda görmüyorum kendimi... Beni benden koparan zayıflıklarımı yaralı bir kol gibi kesip attım... Burada kimseye haksızlık etmiyorum, bu yüzden bu kederli halim... Çünkü döndüğün yerde insanlar birilerine haksızlık ettikçe hep kazandıklarını ve ölümsüz olduklarını sanıyor... Bir tek onlar arkalarına bakmadan çekip gidebiliyor istedikleri yere... Ne yaşarlarsa yaşasınlar hiç bir şey onlarda iz bırakmıyor, bir tek onlar özgür...
Hiç umma, hiç ürkme, asla ardından gelmem. Döndüğün yerleri çok iyi biliyorum... O kasveti, o köleliği, o can sıkıntısını...
Hiç merak etme, sevginin büyüsünü hiç olmadığı yerlerde aramayacağım artık... Döndüğün yerlerde onun olmadığını iyi biliyorum...
Sen hep yaptığın gibi bir kez daha dön oralara... Açgözlülükle sarıl o korunaklı mutluluğuna... Ama şunu iyi bil ki ona hiç doyamayacaksın..
. Kalbin rüyasız, kalbin ziyan oldukça, kalbin ışıksız kaldıkça o sahte mutluluklara daha bir aç gözlülükle saldıracaksın... Onu hiç olmadığı yerlerde arayacaksın ..

Ama ne yaparsan yap hiç yalnız kalmayacaksın... O ışıksız kalbinin içinde küçük bir ışık, o rüyasız kalmış, o ziyan olmuş kalbinin içinde seni sana hatırlatacak can çekişen bir rüya, kanayan bir soru hep acı verecek sana...

Arkadaşlarınla düzenlediğiniz o sahte mutluluk partilerinden çok sıkıldığın bir gece; kim bunlar, ben burada ne arıyorum, dediğin anlarda, parfüm, alkol ve sigara dumanı kokularından sıyrılıp balkona çıkacaksın. Serin ve arınmış bir acı vuracak yüzüne... Yıllardır susuz kalmış gibi uzaklara, ormanlara, uzaktaki dağların doruklarına bakacaksın... Bağırmak isteyeceksin, bağıramayacaksın... Ağlamak isteyeceksin, ağlayamayacaksın... İşte o zaman daha iyi anlayacaksın bu hayatın kurallarına göre yaşandığında iyi başlayıp kötü bitmeyen hiç bir şey olamayacağını... İşte o zaman anlayacaksın mutluluğu hiç olmadığı yerlerde aramanın içini nasıl daha da acıttığını... Bu dünyada içinden sadece aşkın geçtiği iki kapı olduğunu, bunun doğum ve ölüm kapısı olduğunu anlayacaksın...
İşte o zaman anlayacaksın sadece haksızlık edenlerin bu hayatta kazandığını ve ne yaşarlarsa yaşasınlar arkalarına bakmadan istediklerini yere çekip gidebileceklerini... İşte o zaman anlayacaksın sadece kötülerin özgür olduğunu...

İşte o zaman kalbin sığındığın bu hayatın hücrelerine çarpıp geri dönecek... Uzaklarda yakılmış bir titrek alev göreceksin, ben diye bakacaksın o titrek aleve... O alevi görünce yıllardır içinin ne kadar üşüdüğünü hatırlayacaksın... O alevi görünce mevsimlerin hiç ilerlemediğini, nereye gidersen git, başladığın yere geri döndüğünü anlayacaksın... Mevsimlerin hep üşüyen kalbine geri döndüğünü anlayacaksın...

O titrek alevi gördüğünde o ziyan olmuş kalbini sonsuza dek benimle, bu uzaktaki dağ başında bıraktığını anlayacaksın...

Oysa ne çok isterdin kalbinin yanında olmasını, sana sarılıp seni ısıtmasını... Oysa çok isterdin ne denli kirletmiş olsan da yalnızlığının seninle birlikte olmasını...

Ama artık yalnızlığının yerinde koca bir boşluk olacak... Nereye gidersen git, yanında o boşluğu götüreceksin... Eğlenirken, sevişirken, bir şeyler hayal ederken, bakkaldan sigara isterken bile yalnız olmadığını hissedeceksin, dönüp ona sarılmak isteyeceksin, ama onun yerine koca bir boşluğa sarılacaksın....

Çünkü ben bir yere gitmedim. Burada aşkımızın bittiği yerde o rüyasız, ışıksız, o ziyan olmuş kalbini bekliyorum... Kendi kalbimi bekler gibi... Ben seni özledikçe, ben senin kalbini bekledikçe sen de hiç özgür olamayacaksın...
Çünkü `sadece kötüler özgürdür...

(benim olmadığı kesin)

 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Köşe Yazısı>
  23.Oca.2010 Cmt 22:26:34

 

SANA BENZEMEYENİ SEVECEKSİN...

Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine
Ilık bir karanlığın örttüğü evlerdeki ışıklar tek tek sönüyor.
Aniden bir ışık huzmesinden kanatları beyazlanarak bir kuş geçiyor.

Sonra sessizlik...

Öyle durup, ruhumun sessiz karanlığa akmasını, boşalmasını bekliyorum.
Ağır bir yük ruhum bazen bana.

Sandalyenin üzerine atılıvermiş bir gömlek gibi gecenin içine bırakmak istiyorum onu.
İnsanlar birbirinden ne kadar değişik, ne kadar farklı...

Biri diğerine benzemeyen onca insan hayatın içinde sürekli birbirlerine değerek, dokunarak yaşıyor, bazen dümeni kilitlenmiş gemiler gibi çarpışıyor, bazen dağ suları gibi çağıldayarak birbirlerinin içine akıyor, birbirlerine karışıyorlar.

Her birinin ruhu, zihni, duygusu, düşüncesi diğerinden farklı böyle büyük bir kalabalığı yeryüzüne yerleştirmenin, her birini bir diğerine muhtaç ve bağımlı yaşatmanın, kendilerine hiç benzemeyen insanlara karşı onlara sevgiler, şefkatler ve nefretler yüklemenin, onların her birini kalın sır örtülerinin ardına saklayıp birbirlerini anlamalarına engel olmanın amacı ne?

Ne istiyor tanrı bizden?

Küçük bir gezegenin üstünde birbirine benzemeyen altı milyar insan yaratıp, altı milyarına da değişik parmak izleri veren o irade farklılığı neden bu kadar çok seviyor?

Parmak uçlarımız bile farklı.
Şu küçücük parmak uçları...

Parmak uçları bile benzemeyen insanların, zihinleri, düşünceleri, duyguları, bilincin karanlıklarına saklanmış gizli arzuları, kişilikleri nasıl benzer birbirine?

Eğer duygularımız da parmaklarımız gibi dokunduğu yerde iz bıraksaydı, onların her birinde de diğerlerininkine benzemeyen çizgiler, kıvrımlar, helezonlar görürdük herhalde, herkesi duygu izlerinden tanıyabilirdik.

Belli ki birbirimize benzememizi istemiyor tanrı.
Her birimizin hayata başka bir biçimde değmemizi istiyor.
Başka izler bırakmamızı...

Bütün bu dinler, ırklar, milletler, tarih boyunca hayatı "tekleştirmek", herkesi birbirine benzetmek isterken, tanrının bütün yarattıklarında açıkça görülen buyruğu onların isteğiyle uyuşmuyor.

"Farklı olun" diye buyuruyor tanrı.

"Birbirinize benzemeyin."

Tanrının yarattıklarıyla, tanrının kitaplarında öğrendiğimiz dinlerin talepleri nasıl böylesine birbirine zıt peki?
Tanrıdan değil, dinden de değil... Ama dini kavrayış biçimimizden kuşkulanmamız gerekiyor sanırım.

Bir şeyi yanlış anlıyor olmalıyız.

Her bir parmak ucunu bile diğerinden farklı yapan tanrının yarattığı bu dünyada, "birbirinize benzeyin" demek tanrının buyruğuna da karşı gelmek olmalı.

Ne yaparsak yapalım, kim ne yaparsa yapsın, birbirimize benzemeyeceğiz.
Tanrıyı ve hayatı anlayabilmek için bu farklılığın amacını anlamalıyız.
Hayata biraz daha yakından bakmalıyız belki.

Hayatı hayat yapan ne?

Buna tek kelimeyle cevap verebilirim:
Hareket.

Hayat, hareketle var olur.

Rüzgarı düşünün...

Esip duran rüzgarı...

O rüzgar, çiçeklerin polenlerini, ağaçların tohumlarını alıp savurur, çiçekler, bitkiler rüzgarla yayılır.
Rüzgar olmasaydı, hava hareket etmeseydi, hayat dururdu, dünyanın bereketi kalmazdı.

Çoğalmak, yayılmak, bereketi sürdürebilmek için insanların da sadece bedenleriyle değil ruhları, zihinleri, duyguları ve düşünceleriyle hareket etmeleri gerekiyor.

Bütün düşünceler ve duygular birer rüzgar aslında.
"Polenlerimizi," tohumlarımızı yeryüzüne duygularımızla yayıyoruz, çoğalıyoruz, bereketleniyoruz.

Ve bu duyguların yayılabilmesi için farklı olmamız gerekli, suların akması için dağların olması gerektiği gibi... Eğer bütün dünya dümdüz olsaydı, vadiler ve dağlar olmasaydı, toprağın her metresi diğerini tekrar ederek uzayıp gitseydi, sular bir yerden bir yere akmazdı.

Dağla ova arasındaki fark suları akıtıp duran.
İnsanlar da bunun için böylesine değişik.

Bizim de dağlar, ovalar, vadiler gibi birbirine benzemeyen ruhlara ve zihinlere sahip olmamız, duyguların bir insandan bir insana hareket etmesini sağlıyor.

Hepimiz birbirimize benzeseydik, düz bir toprak gibi olurduk, suların kımıldamayacağı gibi duygularımız da kıpırdamazdı.

Herkes birbirine benzeseydi kimse kimseyi sevmezdi, aşık olmazdı.

Aşkı, farklılıklar yaratıyor, bunu anlamak kolay.

Ama anlaşılması zor olan; varlığını savunabilmek için daha doğuştan kendine duyduğu bir aşkla dünyaya gelen, kendine hayran, sürekli olarak kendi üstünlüğünü ve farklılığını görmek isteyen, o derin bilinçaltlarında söylenemeyecek hatta bilinemeyecek kadar gizli arzular yüzen, on parmağında on ayrı parmak izi taşıdığı gibi ruhunun her parçasında farklı kimlikler barındıran, kendine benzemeyenden sürekli kuşku duyan, hep yaralanacağı, örseleneceği korkusunu içinde besleyen bu insanların birbirlerini nasıl seveceği...

Tanrı, bize bunu söylemiyor.

"Sevin" diyor.

Ama nasıl?

Bir insanın bir insanı sevmesi kolay mı?

Annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, çocuklarımızı; hiç sorgulamadan, kuşkulanmadan, yargılamadan sevebilmemiz için daha doğarken içimize sevgileri konanları severken bile bunca zorlanıp acı çekerken, "başka" birini nasıl seveceğiz?

Dağdan akan su bile nehre karışmadan önce nice kiri, çamuru, çöpü toplayıp taşırken, biz başka birine nasıl "tertemiz," kaygısız, kuşkusuz akacağız?

Ve, tohumları taşıyan rüzgar, nehire karışan su gibi hareketlenip hayatın bereketini taşıyabilmek için öyle bir seveceğiz ki sevdiğimizin yanında en büyük korkumuzu, "ölümü ve zamanı" unutacağız.

Onun yanındayken ölüm bizi telaşlandırmayacak.

Sadece onu düşüneceğiz.

Sadece onu kaybetmekten korkacağız.

Hatta onu kaybetme korkusu ölüm korkusundan bile büyük olacak.

Birini böyle sevebilmek, ölüm korkusundan kurtulmak ancak kendinden vazgeçerek, kendine duyduğun tüm sevgiyi bir başkasına aktararak olabilir.

Bu, nasıl mümkün ey tanrım?

İnsan kendinden nasıl vazgeçer?

Biliyorum, bu mümkün.

Aşk dedikleri, insanların binlerce yıldır şiirlerde, şarkılarda, kitaplarda anlattıkları, her yerde arayıp, her yerde ondan kaçmaya çalıştıkları bu işte.

Tanrının en tehlikeli mucizesi..

Bir insanın bir insanı sevmesi...

İmkansız görünen bir gerçek.

Ama bir mucizeyi taşımak o kadar kolay değil.

Tanrının bu mucizesiyle ödüllendirilenler, bir zaman sonra her işaretiyle "ben sizi farklı farklı yarattım" diyen tanrının buyruğuna isyankar olurlar, sevdiklerini kendilerine benzetmeye uğraşırlar.

Kendine benzemeyeni anlayamaz çünkü insan...

Ve sevdiğin zaman anlamak istersin.

Ne düşünüyor, ne hissediyor...

Onu kaybetmek korkusu ölüm korkusundan da ağırsa eğer, kendini ölümden korumaya çalıştığın gibi onu kaybetmekten de korumaya çalışırsın...

Her duygu kıpırtısının peşine düşersin.

Bir avcı gibi onun duygularının geçtiği yerlerde iz sürersin, nereye gittiğini, geri dönüp dönmeyeceğini kavramaya uğraşırsın.

Kuruyup yırtılmış yapraklara, ağaç kabuklarına, çamur birikintilerine bakarken görürler seni, bir iz aradığını bilmezler, delirdiğini, hastalandığını düşünürler.

Her yere bakarsın sen.

Her yere, her ize...

Rüyalarını bile merak edersin.

Ama insan insana sırdır..

Kimse kimseye benzemez çünkü.

Tanrı "benzemeyin" buyurdu.

Kimseyi kendine benzetemezsin, sen kimseye benzeyemezsin.

Sana benzemeyeni sevmek zorundasın.

Bu da tanrının buyruğu çünkü:

"Sana benzemeyeni seveceksin."

Altı milyar insanın her birini diğerinden farklı yaratan, her birinin parmak izlerini bile değişik değişik yapan tanrı benzerlikten nefret ediyor.

O, bütün düzenini benzemezlikler ve bu benzemezliklerin yaratacağı hareket üstüne kurmuş.

Düzenini bozmaya kalkışanı cezalandırıyor.

O yüzden belki, birini sevip de onu kendinize benzetmeye çalıştığınız anda acı çekmeye başlıyorsunuz.

Mucizeyi bozuyor, onu kızdırıyorsunuz.

Zor olanı yapmanızı istiyor sizden.

Zebraların çizgilerini bile birbirinden farklı çizen tanrı, rüzgar olmanızı, su olmanızı, dağlardan, tepelerden, vadilerden aşmanızı istiyor.

"Sana benzemeyene akacaksın."

Tanrı bizi seyrediyor, onun emrine uyup sana benzemeyeni sevdiğinde mutlu oluyorsun, onun emrine karşı çıkıp sevdiğini kendine benzetmek için uğraştığında acı çekiyorsun.

Zor iş bir insanın bir insanı sevmesi.

Ama en korkuncu, insanın sevdiği birinin acı çektiğini görmesi, acısına bir çare bulamaması, teselli edememesi, onun derinlerinde neler oluyor bilememesi.

İnsan kendi acısını taşır...

Ama sevdiğinin çektiği acı, işte o kendi acından bile çok yaralar seni, tanrıya yakarırsın hatta, "bırak ben çekeyim acıyı, ona biraz sükun ver."

Kocaman bir kedi gibi yatıyorum gecenin içine.

Ruhum o ılık karanlığa aksın diye bekliyorum.

Kanatları ışıktan bir kuş geçiyor.

Sessizlik...

 

 

Tanrım, sen şimdi neredesin?

 

Ahmet ALTAN / 08 Temmuz 2007 Pazar


 



NombreDor

NombreDor resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Şu Anda Hangi Parçayı Dinliyorsunuz ?>
  23.Oca.2010 Cmt 20:54:24

hımm o da güzelmişşş

İsmail Yk (Iyykk) AbV

<<1234 56>>