Helen Keller -- Benim dünyam
Hem kör hem sagir olan Helen 1880 Alabama dogumludur. 7 yasina kadar yasamamis olarak kendini tanimlayan Helen , 1887 de ögretmeni ile tanisir , ve hayati artik , elinde kalan duyulariyla " görmeye baslar"
Helen bu "görmeyi" anlattikca , var olan tüm duyularimiza dah farkli bir önem vereceginizden eminim. Bir kalemin yere düstügünü , hem kör hem sagir , olan biri nasil yere kalem mi düstü diye yazabilir? Helen bütün bunlari yapan bir kadin.
"Tenim duyuyor", "olusan titresimleri algiliyor"...diyor Helen
Mark Twain Helen hakkinda :
" 18 YY da iki karekter vardi. Biri Napoleon, digeri Helen Keller.
iyi okumalar..
|
3bilgi :
prangaxxx
Baslik icin tsk´ler
Nehir aldim okuyacagim, tavsiyen icin tsk ´ler
Mış Gibi Yaşamlar
Doğan Cüceloğlu
|
|
|
3Bilgi, ben teşekkür ederim... :)))
Bugün aklıma eskilerde okuduğum bir kitap geldi yine paylaşmak istiyorum...
Koku Patrick Süskind
Olaylar 18. yy Fransa da geçiyor...
Ben de en büyük etkisi şu olmuştu, o dönem Fransa pislik içinde yaşanan alt yapısı dahi olmayan ve tüm pisliklerin sokaklar da olduğu her tarafta pis kokularla yaşanmaya alışılmış bir dönem...
(O dönemin hemen sonrası Fransa büyük bir hamle ile toparlanıyor ve dünyanın en iyi kokularını üretir hale geliyor ilginç değil mi???)
Neyse kitabımıza dönelim,
İsmini hatırlamıyorum ama baş karakter olan kişi insanların duymadığı kokuları hisseden birisi ve parfum endüstrisinde bulunmaz bir kişi o dönem...
Ve kitabı okursanız aslında o çok pahalı parfumlerin üretiminde ne tür iğrençliklerin kullanabilineceği hakkında hayal gücünüzü de kullanarak tahminlerde bulunabilirsiniz...
Birgün herşeyin bir kokusu olmasına rağmen ve onları insanlardan daha başarılı olarak algılayabilmesine rağmen kendi kokusu olmadığını keşfediyor ve bu onun için büyük bir yıkım oluyor...
İnsan kokmak için, başkalarının tensel kokularını bir günlük te olsa almayı deniyor ve gerisi iğrenç cinayetler ama aslında yaşarken neleri görmüyoruz acaba diye düşünürsek enteresan bir eser ve TAVSİYE EDİYORUM... |
Bugün aklıma gerçekten okunması gereken çok önemli bir yazar geldi,
Charles Bukowski...
(gerçekten üç noktayı gerektiren bir kişilik)
Bir şiiri ile başlayalım,
TAMAM YAVRUM,
METELİĞİMİZ YOK; AMA YAĞMURUMUZ VAR
sera etkisi deyin ne derseniz deyin eskisi gibi yağmıyor işte yağmur. özellikle büyük kriz zamanındaki yağmurlar geliyor aklıma. kuruş para yoktu ama bolbol yağmur vardı. öyle bir gece veya bir gün değil, 7 gün ve 7 gece YAĞARDI ve Los Angeles in yağmur ızgaraları bu kadar çok yağmuru emebilecek şekilde yapılmamıştı ve yağmur KALIN ve KARARLI ve DÜZENLİ yağardı ve damlaların çatılara çarpışını oradan da oluk oluk toprağa akışını DUYARDINIZ ve DOLU, büyük BUZDAN KAYALAR patlayan oraya buraya saçılan havada uçuşan; ve yağmur kısaca DURMAZDI ve bütün çatılar akardı - evin her tarafına tencereler, kapkacaklar serilir TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı; ve kaplar boşaltılır, boşaltılır ve tekrar boşaltılırdı. kaldırımların üstünden geçerdi yağmur, bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp evlere girerdi. el bezleri vardı, banyo havluları, ve yağmur genelde tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar güneşli bir günde marş basmayan arabalarla, ve işsiz adamlar sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların can çekişmelerine bakarlardı pencereleri önünden; işsizler, yenik bir zamanın yenik insanları hapsolurdu evlerine karıları ve çocukları ve kedi köpekleriyle. kediler ve köpekler dışarı çıkmamak için diretir evin garip garip yerlerine pisliklerini bırakırlardı. işsiz adamlar bir zamanlar güzel olan karılarıyla evde tıkılıp kalmış olmaktan çıldırırlardı. korkunç tartışmalar yaşanırdı haciz ihtar mektupları kondukça posta kutularına. yağmur ve dolu, bezelye kutuları, yavan ekmekler; kızarmış yumurta, rafadan yumurta, haslanmış yumurta; fıstık ezmesi sandviçleri, ve her tencerede görünmez bir tavuk. babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam her yağmurda, en iyi ihtimalle, annemi döverdi, kendimi üzerlerine atardım, bacaklar, dizler, çığlıklar ta ki birbirlerinden ayrılana kadar. "Gebertic em seni, " bağırırdım "Bi kez daha vurursan ona öldürürüm seni!" "Çabuk bu orospu çocu unu çıkar burdan!" "hayır, Henri, annenin yanında kal!" evet, bütün evler kuşatma altındaydı fakat sanırım bizim evdeki dehşet ortalamanın üstündeydi. ve geceleri uyumaya çalıştığımızda yağmur yağmaya devam ederdi ve karanlıkta suların odama girmemesi için cesurca direnen penceremden ayın yağmur sularıyla bulanık görüntüsünü seyrederken Nuh u hayal ederek ve Gemisini tekrar oluyor galiba diye düşünürdüm. hepimiz düşünürdük bunu. ve sonra, birdenbire, dinerdi yağmur. galiba hep sabaha doğru 5, 6 sularında dinerdi, huzur çökerdi her yere, ama tam bir sessizlik değil çünkü hala devam ederdi tip tip tip sesleri ve sonra sis ve duman dağılırdı ve sabah 8 de gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı düşerdi yeryüzüne, Van Gogh sarısı - çılgın, köredici! ve ardından sağanaktan kurtulan çatı olukları güneş altında genleşmeye başlardı: PENG!PENG!PENG! ve herkes kalkıp dışarı bakardı hala yağmuru içine çeken bahçeler hiç bu kadar yeşil olmamış bir yeşil içinde ve kuşlar bahçelerde deli gibi cıvıldayan kuşlar, 7 gün 7 gecedir yere konup da adamakıllı bir şey yiyememiş tohum yemekten bıkmış kuşlar solucanların toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi, yarı boğulmuş solucanların. kuşlar solucanları önce topraktan çekip havaya kaldırır sonra da midelerine indirirlerdi; karatavuklar ve serçeler olurdu. karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya çalışır ama serçeler, açlıktan delirmiş, daha küçük ve çabuk, kendi paylarını kotarırlardı. erkekler verandada durur sigaralarını içerlerdi, şimdi kapı kapı dolaşıp büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında bulamayacakları bir iş arayacaklarının, büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını çalıştırmaya uğraşacaklarının bilincinde. ve bir zamanlar güzel olan karıları banyoya girer saçlarını tarar, makyajlarını yapar, dünyalarını tekrar biraraya getirmeye çalışırlardı, onları saran korkunç mutsuzluğu unutmaya çalışarak, kahvaltı için ne hazırlasam diye telaşlanarak. ve radyo okulların açıldığını söylerdi. ve ardından işte ben yine okul yolundaydım, yollarda kocaman su gölcükleri, tepemde yeni bir dünya gibi güneş, evde annemler, okula zamanında vardım. Bayan Sorenson bizi "bugün tenefüs yok, yerler çok ıslak" diyerek karşıladı. çocuklar "AOF" bağırdı bir ağızdan. "fakat tenefüs saatinde çok farklı birşey yapacağız," dedi, "ve çok zevkli bir şey!" hepimiz merak ettik bu çok zevkli şeyin ne olduğunu ve o iki saat Bayan Sorenson dersini anlatmaya devam ederken bir türlü geçmek bilmedi. Küçük kızlara baktım, çok tatlı ve temiz ve dikkatli görünüyorlardı, uslu ve dik oturuyorlarken sıralarında ve saçları Kaliforniya güneşi altında çok güzeldi. sonra tenefüs zili çaldı ve hepimiz eğlenceyi beklemeye koyulduk. ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi: "şimdi ne yapacağız biliyor musunuz, birbirimize yağmur sağanağı sırasında neler yaptığımızı anlatacağız! en ön sıradan başlayıp arka sıralara doğru devam edeceğiz! hadi Michael, sen başla!..." ve hepimiz hikayelerimizi anlatmaya başladık, Michael başladı ve herkes sırayla kalkıp devam etti, ve sonra farkettik ki hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen yalan sayılmaz ama çoğunlugu yalandı ve oğlanlardan bazıları pis pis gülmeye başladığında kızlar onlara kötü bakışlar fırlattı ve Bayan Sorenson "tamam!" diye bağırdı "tam bir sessizlik istiyorum! Siz merak etmeseniz de ben neler yaptığınızı öğrenmek istiyorum!" böylece biz de hikayelerimize devam ettik ve hepsi de hikayeydi. bir kız gökkuşağı ilk çıktığında bir ucunda Tanrı nın yüzünü gördügünü söyledi. bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi. bir oğlan oltasını pencereden sarkıtıp bir balık yakalayıp kedisini beslediğini söyledi. hemen hemen herkes bir yalan uydurdu. gerçek fazla acı ve utandırıcıydı. sonra zil çaldı ve tenefüs bitti. "teşekkür ederim," dedi Bayan Sorenson, "hepsi çok hoştu. yarına kadar yerler kurur ve kullanılabilecek hale gelir." çocuklardan bir gürültü koptu. küçük kızlar dimdik ve uslu oturuyorlardı, çok tatlı ve temiz ve dikkatli, saçları dünyanın bir daha asla göremeyeceği bir güneşin ışıkları altında çok güzel görünüyordu. ve
Charles BUKOWSKI
|
Kıcacık bir de yaşamına göz atalım,
ABD li şair ve yazar Charles Bukowski 16 Ağustos 1920 de Almanya nın
Andernach kentinde doğdu, 9 Mart 1994 te California Eyaleti San Pedro
kentinde öldü. Asıl adı Heinrich Karl Bukowski dir, yapıtlarında Henry Chinaski
adını da kullanmıştır. Ailesiyle birlikte üç yaşında ABD ne geldi. Babası asker,
annesi kadın terzisiydi. Çocukluğu, Los Angeles ta geçti. Los Angeles Şehir
Koleji nde bir yıl gazetecilik ve edebiyat eğitimi aldı, fakat öğrenim yılı sonunda
okulu bıraktı. İlk öyküsünü yirmi dört yaşında, ilk şiirini otuz beş yaşında yazdı.
Posta İdaresi dahil birçok işte çalışmış, ama hiçbirinde dikiş tutturamamıştır.
Yapıtlarının edebiyat dergilerinde yayınlanmaya değer bulunmaması üzerine
on yıl kadar yazmaya ve yaşamaya küsmüş, bar kelebeği (barfly) olarak
kendini içkiye vermiş, bir alkol koması sonrası öldü diye hastaneye yatırılmış,
hastane çıkışı bir daktilo satın alarak ABD nde underworld denilen yer altı
dünyasını bütün pisliği ve bayağıyla yansıtan yapıtlar vermiş; saçmalık ve
kışkırtmanın birbirine karıştığı şiirler, romanlar ve gerçek bir söz yaratıcılığı ile
dikkat çeken öyküler yazmıştır. çok beğendiğim kitapları ve kendimce olan yorumlarını yarın yazabileceğim ancak çünkü vaktim az bu gece... :((( |