ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
29 Nisan 2024, Pazartesi 18:36   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  ForumCC> Forum Mesajları
    ForumCC'e ait Toplam 237 Forum Mesajı var
<<1...4567891011121314 15161718192021222324>>


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Eski Chatcity ajanları >korhankara (Korhancım) hayırlı olsun>
  29.Nis.2014 Sal 11:31:05

Hayırlı olsun KorhanKara. Sabır en büyük silahınız



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Bir müddet sabredeceğiz, sonra..>
  25.Nis.2014 Cum 13:56:57
Tamam nasıl istersen, normal bir kitap okuma seviyesine çektim zorluk olmasın diye. 


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Bilim - Teknoloji - Sağlık - Yaşam >Damarlarımız Neden Tıkanıyor !>
  25.Nis.2014 Cum 13:08:32

 

Prof.Dr. Kenan Demirkol, A’dan Z’ye akıllı beslenmenin matematiğini anlatıyor… Şeker, vücudumuzu, demir paslanır gibi paslandırıyor, eskitiyor; çocuklarımızın hücrelerini 12 yaşında yaşlandırıyor. Şekeri, gıda sanayiinden söküp atmak zor ama, işe evlerimizin kapısından başlayabiliriz!

Prof. Dr. Kenan Demirkol genel cerrah.Uzmanlık alanı, beslenmeyle yakından ilgili olan sindirim sistemi organları. Ancak Demirkol bir “akıllı beslenme” uzmanı.

 

“ŞEKER TÜKETİMİYLE HASTALIK ARTIŞ EĞRİSİ PARALEL”

 

DEMİRKOL- Kısmen ya da tümüyle beslenme alışkanlıkları sonucu oluşan kronik, aslında önlenebilir hastalıklar, çok büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. ABD’de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65′i ya şişman ya daha da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası sayısının dört milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.

Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa’da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü; şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur.

 

“12 YAŞINDA YAŞLANDIRIYOR”

 

- Çocukların enerjiye ihtiyacı var diye belli miktarlarda yemeleri doğru değil mi?
- Asla doğru değil.
- Peki enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız?
- Taş devri döneminde insanlar hayvan avlar ve bitki toplar.

 

Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda olumsuzlaşıyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor. Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100′lerdeyiz, 120′de şeker hastalığı. Biliyorsunuz şimdi şeker hastalığı iki türlü. Bir doğumsal genetik özelliklerle alakalı tip 1 diabet. Bir de edimsel tip 2 diabet. Pankreas organının artık yeterince insülin üretememesiyle ortaya çıkar. Yaşlanma süreci olarak kabul edilir. 60′lı yaşlarda görülmesi beklenir.. Ama şu anda 12 yaşındaki çocuklarda tip 2 diabet var. Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.

 

“KANSER HÜCRESİ DE ŞEKERLE BESLENİYOR”

 

- Ama, beyin sadece glikozla beslenmiyor mu?
- Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören asla şeker yememeli.

Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker ‘sakaroz’, iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve früktoz a ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır.

İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye.. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek.

Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacak. İnsülin salgılandığı için bir de tokluk hormonu salgılanır. Hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş olur.

Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz; çok az oranda insülin salgılatır. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. Fruktoz günde 15 gram kadar vücudumuzda metabolize edilebiliyor. Değişik kimyasal süreçlerin içine katılabiliyor. Bu da 30 gram şekerdir. Günde bundan fazla yenirse karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Bu hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

 

“MEYVE YİYORSAN, ŞEKER YEME”

- Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek.
- Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz bir takım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.

- Meyvelerin şeker oranları farklı değil mi?
- İncir ve muz en çok şeker içerenler. Ama onun dışındaki meyveler aşağı yukarı aynı.
- Okuyucularımız söyleşimizden sonra bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu?

 

“HAYVANLARA YAPTIĞIMIZ…”

- Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.
- Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre.
- Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara “şunu yiyeceksin” diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.
- Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilaç niyetine.
- Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika’da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, “öldürücüdür” yazısı konuyor.

 

AMERİKA’NIN MISIRINI TÜKETECEĞİZ DİYE…

 

- Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz?
- Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920′li yıllarda Amerikan başkanı “benim köylüm mısırdan kalkınacak” fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40′ı Amerika’dadır. Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz. Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor. Kartal’dan fabrikadan hazır fruktoz şerbeti geliyor.

 

KOLESTEROL DÜŞMANLIĞI

- Ama bunun daha sağlıklı olduğu yazılıp çiziliyor.
- Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz.

Biraz önce dediğimiz gibi 15 gramdan fazla fruktoz yağa dönüşüyor ve bizi hasta ediyor. Nasıl demir paslanınca eskir, bu paslanmanın bilimsel adı oksitlenmedir. Vücudumuzdaki hücreler de oksitlenir ve yaşlanır. Birtakım gıdalarla oksitleyici, bir de bunu engelleyici maddeler alırız. Örneğin, üzüm çekirdeği. Gerçekten bu sistem bizim organizmamızın yaşlanmasını belirleyen, hastalanmasını, kanser gelişimini belirleyen ana faktör. Bakın bir kolesterol furyası aldı gidiyor. Kolesterol anne sütünde, yeni bir hayatın doğması için ana nesne olan yumurtada bolca var. Demek ki insan hayatının gelişme döneminde inanılmaz gereksinim var. Bakıyorsunuz kolesterol düşmanlığı sarmış ortalığı.

 

“KOLESTEROL MASUM, BİZ SUÇLUYUZ“

 

- Kolesterolün ölçüsü de zaman zaman değişiyor. Bunun modası olur mu?

 

- Bakıyorsunuz LDL 130′a kadar normalde. Üç sene sonra 100, şimdi de 60 olsun diyorlar. Yakında sıfıra indirecekler.. Aslında, kolesterol masum. Bizler suçluyuz. Fruktozu yani tatlı şekeri yiyerek oluşturduğumuz trigliseritler, kolesterolün oksitlenmesine sebep oluyor . Yağsız kuzu şiş yediğinizi varsayalım, yanında da meyve suyu içiyorsunuz. Sadece kuzu şişi yeseniz bir zararı yok, ama kırmızı etten aldığınız kolesterolü, meşrubattan aldığınız şeker trigliserite dönerek oksitlediğiniz için damar sertliği oluşuyor. Biz insanlara “kardeşim kolesterol zararlı değil. Ama oksitlenmesine izin verme” diyeceğimize, ilaç firmaları kolesterolü düşürecek ilaç keşfediyor. Biz masum olanı indiriyoruz. Eğer oksitleyici maddeleri düşüremiyorsak, oksitlenen maddeleri azaltalım. Ama esas insan mantığı ne diyor? Oksitleyen maddeleri azalt.

Yine oksitleyici bir madde, damar sertliği yapan doymuş yağ asidi. Bu madde yapay beslenen hayvanların sütünde var, depo yağlarında var. Ama bizim ineğimiz merada otlasa, doğru beslense doymuş yağ asidi sütte ve hayvansal yağda sıfır olacak. Dolayısıyla kolesterol oksitlenmemiş olacak.

 

ANTEP YUVALAMASININ FAYDALARI

 

- Peki bu mümkün mü? Merada otlayan inek, otlayacak da, süt yapacak da kaç kişiyi besleyecek? Fiyatı yükseltmez mi tüm bunlar?
- Çok güzel bir noktaya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz. “Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var.” Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görürseniz haklısınız. Ama insan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Şimdi doktorlar bunu okur okumaz itiraz ederler. Derler ki “Esansiyel amino asitler vardır”.

Yani hayvansal gıdada var olan, vücudun üretemediği mutlaka dışardan alınması gereken bazı protein yapı taşları, amino asitler vardır. Örneğin; mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.

 

- Antep yöresinin yuvalaması gibi..
- Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar.. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Makro nutrientler yağ, protein ve karbonhidrattır. Mikro nutrientler ise vitaminler, mineraller, enzimlerdir. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var.

 

Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse içinde bulunan omega-3′e ihtiyacımız var. Türkiye’de biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri “biz dünyayı nasıl doyuracağız” yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli.

 

İNEK NE YEMELİ

 

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur . Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

 

Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama batıda ekolojik hayvancılığın sonucu elde edilen süt ile konvansiyonel üretilen sütün maliyeti arasındaki fark yüzde 10-15′i geçmiyor.

 

Ne Türkiye yasalarında ekolojik hayvancılıkla barışığım, ne de AB’dekiyle. Ekolojik hayvancılık denince akla “ekolojik tarım sonucu elde edilmiş ürünlerle hayvanın beslenmesi” geliyor. Affedersiniz ama 2000 yıl önce hayvan nerden patatesi buldu da yedi, ya da pancarı. İneğin normal beslenmesinde pancarın, mısırın ve patatesin yeri var mı? Yok.

 

- Demek Amerika’dakilerin varmış.

 

Orada da yok. İster ekolojik tarımla, ister normal tarımla elde edilmiş olsun hayvana pancar verilmesi yanlış. Zaten hayvanın sütünün kötü olmasının sebebi hayvanın, karbonhidratı zengin, onu yağlandıran tarzda, mısırla beslenmiş olması.

 

O yüzden ekolojik hayvancılık dediğimizde yasalarımızın buna göre organize olması gerekiyor. Tanımlamamız gereken, türe özgü beslenme. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız. Bütün doğada kendiliğinden yetişen yeşillikler omega-3 ağırlıklı yağ içerir. İnsanların eliyle ekilenler omega-6 içerir.

 

HAMSİYİ HANGİ YAĞDA KIZARTACAĞIZ

 

- Ne fark var arasında?
-. İnsan vücudunun her hücresinde hücre zarı vardır. Bu hücre zarı lipo protein katmanla sarılı. Yani bir yağ bir de protein. Bu hücre zarındaki yağ ana madde olarak omega-3′tür. Tek tük omega-6 da içerir. Biz yeşillikten uzaklaştıkça ve hayvanımızı da yeşillikten uzaklaştırdıkça elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insanın her gün 1 gram omega-3 alması gerekiyor. Omega-6 yağ asitleri ile omega-3 yağ asitleri vücudumuzda aynı enzimlerle metabolize edilir. Biz ayçiçeği yağı, soya yağı gibi yağlarla beslenip çok omega-6 aldığımız için artık omega-3′e enzim kalmıyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçeği yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

Bütün yağlar, yağ asitlerinin karışımıdır. Onlar da 3′e ayrılır. Doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri, çoklu doymamış yağ asitleri. Çoklu doymamış yağ asitleri ikiye bölünür, onlar da omega-3 ve omega-6′dır. Bundan 40-45 yıl öncesi omega-6 kolesterolü düşürüyor diye tüm topluma söyledik. Ayçiçeği ve mısırözü yağlarını tükettirdik. Fakat sonra anladık ki bu yağlar iyi kolesterolü de, kötü kolesterolü düşürdüğü oranda düşürüyor. Bizim kolesterol açısından sağlıklı olmamızdaki unsur iyi ve kötü arasındaki dengedir. İkisini birden düşürürse denge bozulmamış olduğundan herhangi bir iyilik elde etmiş olmuyoruz.

 

DEPRESYONUN ÇARESİ

 

- İkisi arasında denge mi, fark mı önemli?
- Oran önemli. Omega-6′yı o kadar fazla alıyoruz ki, almış olduğumuz azıcık omega-3′ü de değerlendirmeden vücuttan hemen atıyoruz. Omega-3 olmayınca hücre duvarına veremiyorsunuz. Hücre duvarı da omega-3′ten oluşuyor. Vücut da asıl malzemeyi bulamadığı zaman gecekondu yapar gibi ne bulursa onla hücreyi onarıyor. Omega-3 yerine, omega-6 yağ asidi olan araşidonik asidi kullanıyor. Ama bu asit bütün stres komalarının hammaddesi. Gecekondunuzu el bombasıyla örmüş oldunuz. Dışardan biri taş atsa havaya uçacak.

 

- Ama o zaman da ben size stres ilaçları satacağım.
- Tabii. Omega-3′ten zengin beslenen toplumlarda depresyon çok az oranda görülüyor. Zihinsel performans artıyor. Beynimizdeki toplam yağ asidinin yarısı omega-3 olmak zorunda. Ama biz vücudumuza bunu sunamıyoruz.

 

ÇAY VE ZEKA

 

- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?
- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye’nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye’nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var. Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin haklıydı.

 

Türkiye’de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.
- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?
- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.
- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği söyleniyor.

 

“ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!”

 

- Üç saat. Ben tekrar omega-3′e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3′ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp “inme” veya “enfarktüs” olmasına yol açıyor.

 

Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6′yı çok tükettiğimiz için omega-3′ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.

 

- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı?

 

- Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega-6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

 

“ANNEMİN YEMEKLERİ BAŞKAYDI”

 

- Acaba “tadı güzel” dediklerimiz bize dışardan dayatılan bir kavram mı? Güzel nedir?
- Eşinizle ilk evlendiğinizde yemek yaptığınız zaman size itiraz etmedi mi, “benim annem böyle yapıyor” diye?

 

- Ben güzel yemek yaparım..
- Ona rağmen itiraz etti. İnsan çocukluğundan alıştığı damak tadını arıyor. Belki dünyanın en kötü aşçısı annesi, ama insan neye alıştıysa onu arıyor.

 

- Eski çağlardan bu yana insana dair güzel-çirkin kavramı bile ne kadar çok değişmiş. Biz ona böyle bir değer yüklediğimiz için güzel oluyor. Toplumda da dayatılan değerler var . Kola ya da hamburger için “bak bu güzeldir” deniyor çocuklara.
- Ben o yüzden üniversitelerde konferans vermeyi tercih ediyorum. Çünkü; onlar yakın zamanda anne baba adaylarıdır.

 

SPOTLAR(ÖNEMLİ BİLGİLER)

 

“Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.”

 

“Türkiye’de gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten.”

 

“Yapay yem üreticileri ‘biz dünyayı nasıl doyuracağız’ yalanıyla, hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor.

 

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı donmuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün asitlenmesine yol açar.

 

Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

 

Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama aradaki fark yüzde 10-15′i geçmiyor.

 

Elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insan her gün 1gram omega-3 alması gerekiyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçek yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

 

Zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor.



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Bir Gidişi İzlemek..>
  25.Nis.2014 Cum 12:48:48

 

   Bugün kendime baktım. Ne komik, dün sana bakıyordum. Şimdiyse bakacak tek kişi benim. Yeni uyanmıştım, isteksizce kalktım yataktan. Ağır ağır banyoya doğru yürüdüm. Musluğu açtım, ellerimi lavabobaya dayayıp hafifçe eğildim sonra gözlerimi kaldırdım ve yine kendime baktım. Hiç aldırmadan gördüğüm yüze, ellerimi suyun altına tuttum ve avuçlarıma dolan suyun parmaklarımdan yavaşça taşmasını seyrettim. Her anı yavaşça yaşamaya çalışıyor gibiydim. Suyu yüzüme götürdüm ve sertçe çarptım. Sonra tekrar ve tekrar… Musluğu kapatırken, burnumdan akan bir damla su yere düştü. Sonra yüzümü kurulayıp yere eğildim ve o bir damlaya uzun uzun baktım. Sen gibiydi. Tüm yüzümü yıkamış olan su, az önce minnet duyduğum su şimdi sana benziyordu. Alnımdan kayarak burnuma inen, sonra orda bir süre bekleyip ağırlaşınca kendini yer çekimine bırakan su damlası… Sen de böyle yapmamış mıydın? Sana minnet duyarken, seni kendi rızamla kurulamaya karar vermişken, birden kayıp gitmedin mi benden? Bilerek yer çekimine bırakmadın mı kendini? Şimdi o bir damla sudan ne farkın olabilirdi ki? Su yere düştü, yayıldı, buharlaşmayı bekliyordu ölmek için, ama biliyordu ki asla ölmeyecek; buhar olacak sonra tekrar su… Sırf sana kızdığım için suyu öldürmek istedim. Ve banyodaki tuvalet kağıdından bir parça koparıp yerdeki bir damla suyu sildim. Sonrada çöpe attım. Bilmiyorum öldü mü, ama ben sonuçta ölücek düşüncesiyle bunu yaptım bunu. Sen sandım. O berraklığı nasıl sen sandım? Bilmiyorum. Sadece, yanılgı diyebiliriz buna; yalnızca tek yönlü düşünceden kaynaklanmış, diğer tüm güzellikleri örtecek kadar kötü bir terk ediş senaryosuna bağlı olarak gelişen bir yanılgı. Hah! Ne komik, dün sana bakarken, bugün kendime bile zor bakıyorum.
Bugün kendime baktım. Ne komik, dün sen bana bakarken, bugün ben bana bakıyordum. Öğlen olmuştu. Salondaki kahverengi koltukta oturuyordum. Müzik dinlerken aklıma geldin. Ya da aklımda olduğunu hatırladım. Bunun gibi bir şey işte. Sonra rahatladım. Birden içime tarifi imkansız bir huzur doldu. Nedenini bilmiyordum ama o an, herşey olması gerektiği gibi, düşüncesi yerleşti kafama. Sonra yine geri geldi terk edilmişlik duygusu, yalnızlık sendromu, hüzün, depresyon belirtileri vb. Yine de içimdeydi o garip huzur. Sanırım meleklerim tarafından S.O.S yardım çağrısına cevap gelmişti, bilmiyorum. Bu yardıma teşekkür mahiyetinde arkama yaslandım ve sigaramı yaktım. Uzun bir nefes çektim sigaramdan ama nefesimi bırakmadım. Biraz kalsın dedim, sonra yavaşça bıraktım nefesimi. Pilates yaparken öğrettikleri nefes alma tekniğini şimdi sigara dumanıyla uyguluyordum. Gerçekten keyif vericiydi. Kül tablasına koydum sigaramı sonra ona uzun uzun baktım. Ben sigara içmezdim ki, nereden bulaştı bu saçma alışkanlık bana? Sigarayı sana benzettim. Görünürde hiç zarar vermiyormuş gibi durup insanın içini kemiren bir fare gibi. Hemen bitmeyecekmiş gibi dururken, sen içmediğinde bile rüzgarla kendi kendini tüketen, ölüme ve sonlara hevesli bir gardiyan gibi. Sen gibi… İçtikten sonra ağızda bıraktığı kötü tada rağmen bir tane daha yakılan sigaraya benzettim seni. Kokusundan rahatsız olduğundan ve içmek olmaktan utandığından, sigaranın tüm izlerini yok etmek için önce cam açımaya sonra dişlerini fırçalamaya ve sonunda da külleri çöp kutusuna atmaya benzettim seni. Seni nasıl bu kadar aşağılayabildim? Bilmiyorum. Sadece kızgınlık diyebiliriz buna. Öyle gelip geçmiş olmanın verdiği kızgınlık, tıpkı kısa film festivallerinde izlediğin bir kısa filmin uzun olmasını dilerken çektiğin hayal kırıklığına bağlı olan, içten gelen, saf bir kızgınlık gibi. Off! Ne kadar dramatik. İlk gördüğümde umursamadım, şimdiyse ’hep görmek için nelerimi vermezdim’ diyorum kendime. Dün sana bakabilirken, bugün sana bakmayı diliyorum.

   Kendime bakıyorum. Sonra kendimden sıkılıp aynadan uzaklaşıyorum, salona geçiyorum camın önüne oturuyorum. Akşam vakti… Birkaç martı uçuyor pencerenin önünden bilmediğim yerlere doğru. Güneş battı batacak. Ay gökyüzünde ama silik görünüyor. Hem ay hem de güneş görünüyor aynı anda. Ne kadar muhteşem. Zıtlıklar bir arada, ’sen ve ben’ gibi..



ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Bir müddet sabredeceğiz, sonra..>
  25.Nis.2014 Cum 12:42:25
Ufak bir düzenleme ve küçültmeyle daha okunur hale getirmişizdir umarım , okunması gerekli bir yazı.. Unuttuğumuz duyguları canlandırırız belki kim bilir..


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >BUGÜN İÇİN SÖZÜM BU...>
  25.Nis.2014 Cum 10:57:30


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Bir müddet sabredeceğiz, sonra..>
  25.Nis.2014 Cum 10:52:30
Prof. Dr. Mehmet Baydemir kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. 
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: “Nazif Bey mi?” dedi. “Evet, Nazif Bey!” diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla “Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.” dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. “Ya, öyle mi…?” diyebildi sadece. 
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. 
Kendisini toparlayıp: “Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?” diye sordu. “Evet var, oğlu Selim Bey….”. Titrek bir sesle “Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?” dedi. 
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, “Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.” dedi ve telefona yöneldi.. 
Sonra “Kim diyelim efendim?” diye sordu. 
“Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.” cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. 
Daha sonra mütebessim bir çehreyle, “Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.” dedi. 
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, ‘Buyurun!’ dedi. 
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, “Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.” dedi. 
“Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.” dedi, genç iş adamı. 
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: “Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl…
Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.” dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
 “Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.
” Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: “Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.
” Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. 
Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: “Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?” Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla “Evet” dedi. 
Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. “Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.” dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve “Sizi karşıma Allah çıkardı.” dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. “Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?” dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak “Bizdeki emanetinizi vermek için…” deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. “Emanet mi?” dedi. 
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine “Gelebilir misiniz?” deyip telefonu kapattı. 
Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. 
Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. 
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. 
Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. 
Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, “Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.” dedi. 
“Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. 
Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 
‘Sana bunun için burs vermedim.’ diyerek bana istikamet verdi. 
Ona her namazımda dua ediyorum.” dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. 
Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. 
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. 
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti: “Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…” Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: “Bir müddet sabredeceğiz, sonra…
” İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. 
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. 
Üçüncü cümlede: “Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…” diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. 
Sonunda dayanamayıp, “Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.
” Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: “Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. 
Oldukça iyi bir hayatımız vardı. 
Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. 
Ozenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. 
Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. 
Yemekleri artık annem yapıyordu. 
Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. 
O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin… 
Şaşkınlık içinde, ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sormuştum. 
Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. 
Annemin ağlayışına mukabil babam: 
‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, ‘Alışacağız.’ dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. 
Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. 
Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. 
Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. 
Annem bezgin bir sesle: ‘Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.’ diye haykırdı. 
Bunun üzerine babam: ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi. 
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. 
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.’ dedi. 
Yürümeye başladık. 
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. 
Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. 
Geride kaldığımı fark etmemişti. 
Biraz sonra fark edince bana döndü. 
İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. 
Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. 
Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, ‘Yoruldum.’ dedim. 
Babam oldukça sakin bir şekilde: ‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi. 
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. 
Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. 
Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. 
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. 
Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. 
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: ‘Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.’ Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. 
Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. 
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. 
Her birimize bir paket getirmişti. 
Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. 
Bizi bir araya topladı. ‘Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?’ dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. 
Sözlerini kesmek zorunda kaldı. 
Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. 
Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. 
O sırada da ağlıyordu. 
Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. 
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. 
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. 
Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. 
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. 
Babam nihayet kendisini topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. 
Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime ‘bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. 
Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.’ demiştim. 
Bugün ise, Allah’ın yardımıyla, borcumu bitirdim. 
Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.” dedi. 
Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. 
Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. 
Bu çoraplar her gün bana:
‘Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancın alacaklılarının hakkıdır.’ diyor”. 
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. 
“Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. 
Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.” Selim Beye döndü ve “Siz ne yapardınız?” diye sordu. 
Selim Bey kendisine has tebessümü ile: “Bir müddet zeytin yerdim, sonra…” dedi ve gülümsedi. 
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. 
Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. ‘Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.’ dedi. 
Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. 
Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. 
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. 
Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. 
“Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu… 
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. 
Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. 
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum;
lâkin bu sefer de size ulaşamadım. 
Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. 
Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb’im bilir. 
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. 
Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.”
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. 
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. 
Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. 
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. 
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi...


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >Utangaçlığı Yenmenin Yolları>
  24.Nis.2014 Per 18:41:53
DawsonCreek :

teşekkürler formsisi  güzel yazı ,

yannız benim sorun şu ki 87 yaşındayım pardon 67, hala utanğaçım, bekarım nabcem


Yolu yarılamışsın Dawson, al vitesi boşa yokuş aşağı sürmeye devam artık birşey kalmamış boşver sen 


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Merak Edilenler >Yeni Rakı mı ? Tekirdağ mı ? Ezme mi ? Haydari mi ?>
  24.Nis.2014 Per 18:40:26
ExCeLLeNcEsS :
Naturel Spring Water ( Doğal Kaynak Suyu )

  Doğal kaynak en sevdiğim 


ForumCC

ForumCC resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >BUGÜN İÇİN SÖZÜM BU...>
  24.Nis.2014 Per 18:37:54
<<1...4567891011121314 15161718192021222324>>