ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
7 Mayıs 2024, Salı 00:42   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  wooy> Forum Mesajları
    wooy'e ait Toplam 353 Forum Mesajı var
<<12345678910 11121314151617181920...36>>


wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Komik Şeyler >Padişahın MSN i Olsa...>
  28.Kas.2007 Çar 09:14:38
fiogf49gjkf0d
Paylaşım ve Yaratıcılık İçin Tebrik Ederim, Emeğine Sağlık ( Bak Yorum Yazdım Hee Bağlantım Kopmasın Hee Silerim Heee )


wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >Üstteki Üye İle Nereye Gitmek İstersin?>
  28.Kas.2007 Çar 09:06:56
fiogf49gjkf0d
Evden Durağa Kadar Eşlik Ederim


wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Cumhuriyet Gazetesi Güzelleri>
  28.Kas.2007 Çar 09:02:55
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

Nehircim Paylaşımın İçin Teşekkürler, Yanlız Sevginin Yorum Anlayışı Senin Başlığı Gölgede Bırakıyor Haberin Olsun

 

Sevgin Allah Belanı Kahır Etmesin Senin



wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >Güncel haberler >İlaç Endüstrisi ve Sahtekarlık;>
  27.Kas.2007 Sal 10:14:48
fiogf49gjkf0d

 

 

Nuri Kayışın

“Neşter Bazen Yanlış Keser” adlı kitabından.

 

Bazı doktorların hastalara yanlış teşhis koymasının arkasında mesleki yetersizlik mi, dikkat ve özen eksikliği mi, yoksa bir kısım ilaç firmaları mı var? Söz konusu firmaların ilaçlarını reçetelere bol keseden yazmak için mi doktorlar yanlış teşhis koyuyorlar acaba? Dünyada kâr yüzdesi en yüksek sektörün ilaç olması anlamlı değil mi? Üzerinde ciddi şekilde tartışılması gereken sorular bunlar. Artan ilaç tüketimi bir yandan sağlığımızı tehdit ederken, diğer yandan Türkiye ekonomisini de olumsuz yönde etkiliyor çünkü.

        Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cankat Tulunay’ın verdiği bir konferansı adeta ağzım açık dinlemiştim.

        Prof. Dr. Tulunay, ilaç endüstrisi ve tıp konusuna değiniyor ve insanı dehşete düşüren şeyler anlatıyordu.

        Örneğin, ilaç firmalarının hastalık icat ettiğini ve bu hastalıklara uygun ilaçları piyasaya sürdüğünü belirtiyordu.

        2005’te internetin arama motoru Google’da “ilaç endüstrisi ve sahtekarlık” yazıldığında 133 bin sayfa çıktığını anlatan Prof. Dr. Tulunay, 2007’de aynı denemeyi yaptığında 6.5 milyon sayfa ile karşılaştığını söylüyordu.

        Profesörün şu tespitleri de son derece dikkate değerdi:

        “Yapılan araştırmalar, klinik tanı ve tedavi dallarında çalışan kişilerin yüzde 90’ının ilaç firmalarından bir şekilde para aldıklarını ortaya koymaktadır.

        İlaç sektörü kârlılığı en fazla olan yatırım alanıdır. Sektör yatırım yaptığı her bir dolar karşılığında 17 sent alırken, diğer sektörlerde bu oran 3,6 sent dolayındadır.

        ABD’de 10 ilaç firmasının yıllık net kârı 35.8 milyar doları bulmaktadır. Tüm dünyada ilaç sektörü 600 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşmıştır.”

        Prof. Tulunay’ın Türkiye’deki ilaç harcamalarına ilişkin verdiği bilgiler de “vay canına!” dedirtecek cinstendi:

        “Türkiye, koruyucu hekimliği unutmuştur. Sağlık harcamaları yönünden 191 ülke içinde 22.inci sırada bulunmaktadır. Türkiye’de aşırı bir ilaç tüketimi vardır.

        Söz ilaçlardan açılmışken, Prof. Tulunay’ın şu sözleri de pek çok şeyi anlatmaya yetiyordu:

        “Türkiye’de her 100 kişiden 80’inin ağrısına yanlış teşhis konuluyor. Hastalar boş yere ağrı çekiyor. Oysa doğru teşhis ve tedaviyle ağrılar yüzde 90 dindirilebilir.

        Ağrılara yanlış teşhis konuyor ama buna karşın ağrı kesici ilaç tüketiminde hızlı bir artış var. 2004 yılında 62 milyon kutu ağrı kesici tüketilirken bu rakam 2005’de 92 milyon kutuya ulaştı. Basit ağrı kesicilerden 72 milyon kutu satıldı.”

        Bu bilgiler ışığında şu sorulara yanıt aramak her yurttaşın görevi gibi geliyor bana:

ü Türkiye’de ilaç sektörü nasıl çalışıyor, kimlere nasıl ve ne şekilde “hediye” dağıtılıyor?

ü Doktorlar, bazı ilaçları reçetelere yazabilmek için hastalık icat ediyorlar mı, var olmayan hastalıklar için de ilaç yazıyorlar mı?

ü İlaç firmaları ile doktorlar arasındaki saadet zinciri konusunda devletin ilgili kurumları ne yapıyor?

ü Her yıl lüks otellerde düzenlenen tıp kongrelerini ilaç firmaları meden finanse ediyor ve yine her yıl yüzlerce doktor neden yurt dışı gezilere götürülüyor?

 

 

wooy  ®



wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Sıcak Bir Merhaba Ne Güzeldir>
  26.Kas.2007 Pzt 17:13:27
fiogf49gjkf0d

CC de Bizleri En Sıcak Merhaba İle Karşılıyan Kimdir Diye Sorsam Nehir den Başkası Gelirmi Aklınıza?

Teşekkürler Nehir Yüreğine Ve Emeğine Sağlık..



wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >!!! Son Dakika !!! >Kürt Ve Ermenilerden Hollywood Atağı>
  26.Kas.2007 Pzt 09:32:32
fiogf49gjkf0d

Kuzey Iraklı Kürtler ve Ermeniler, sinema filmleriyle, uluslararası propaganda atağına başlıyor

Banderas a Barzani yi oynaması için teklif

Ankara da Mevlana yı belgesel yaptıracak

Hollywood yapımı çok büyük bütçeli filmlerle propaganda başlatma hazırlıklarında son aşamaya gelen , Kuzey Irak Kürtleri ile Ermeniler show dünyasının gücünden yararlanmak için bütün kozlarını ortaya koydular.

Hollywood yapımı sinema filmlerinde , Kuzey Irak Kürtleri de bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için propaganda yapacak . Ermeniler ise sözde Ermeni Soykırım iddialarını vurgulayacak. ABD de yayın yapan internet portalı Turkishny.com ın haberine göre, Ermeni ve Kürtler in konuyla ilgili hazırlıklarında son aşamaya gelindi.

KÜRTLER HOLLYWOOD FİLMLERİ İÇİN KESENİN AĞZINI AÇTI

Kuzey Irak Yönetimi , Hoolywood da sinema yoluyla başlatacağı tanıtım atağında, Kürtlerin Saddam döneminde başta Halepçe katliamı olmak üzere yaşadığı çeşitli olayları konu ala filmlerle , uluslararası kamuoyunda Kürtlere sempati duyulmasını sağlanacak. Yaklaşık 30 kadar Hollywood yapımcısını şu ana kadar Kuzey Irak a davet eden Kürt özerk yönetimi , Hollywood filmleri için kesenin ağzını da açmış durumda. Milyonlarca dolarlık bütçelerle yola çıkan yapımcılar, Ömer Şerif, Antonio Banderas başta olmak üzere birçok ünlü sinema yıldızıyla geçtiğimiz aylarda görüşerek, Kürt lider Molla Mustafa Barzani nin hayatının anlatılan Peşmerge filminin çekimi için kolları sıvamış, Kürt asıllı Mısırlı yönetmen Ali Bedirhan , Peşmerge filminde oynaması için ünlü aktör Antonio Banderas ı ikna etmek için yoğun bir çaba başlatmıştı.

AMAÇ HOLLYWOOD FİLMLERİYLE DÜNYADA KÜRT SEMPATİSİ YARATMAK

Bazı Amerikalı yapımcılar, Kuzey Irak taki Kürt yönetiminin uyguladığı uzun vadeli bir taktikle, dünyada bir Kürt sempatisi yaratma hazırlığında olduğunu belirterek. Show dünyasını en iyi şekilde kullanarak propaganda yapmak istiyorlar. Kuzey Irak lı Kürtler bu konuda yoğun bir çaba içerisine girdiler. Kürtlerin çıkarları doğrultusunda Hollywood u en iyi şekilde kullanacaklar. diye konuştular.

ASIL HEDEF BAĞIMSIZ BİR KÜRT DEVLETİ İÇİN KAMUOYU YARATMAK

Hollywood da çekilecek filmlerde, Kürtlerin bir taşla bir kaç kuş vurma hazırlığında olduğunu belirten Amerikalı yapımcılar Bu uzun vadeli bir beyin yıkama yöntemidir. Belli stratejiler hedeflenerek düşünülmüştür, Hollywood yapımı bir kaç iyi sinema filminde Kürt propagandası yapılması Türkiye yi önümüzdeki yıllarda çok zor duruma düşürebilir şeklinde konuştular. Kuzey Irak yönetiminin aslıda yapmak istediğinin ileride kurulması düşündükleri bağımsız bir devlete uluslararası bir kamuoyu yaratmak olduğunu vurgulayan Hollywood kaynakları Türkiye nin yıllardır dünyanın en etkili propaganda aracı olan Show Business i ihmal ettiğini vurgulayarak Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler, Alan Parker ın yönettiği sinema filmi Midnight Ekspres bıraktığı kötü izleri silmek için hala uğraşıyor. Etkili bir sinema filmi en büyük silahtır, Türkiye henüz bir Atatürk projesini bile hayata geçiremedi. Yılların vurdum duymazlığı sürüyor, ancak bu kez bunun bedeli Türkiye için çok ağır olabilir. şeklinde konuştular.

HOLLYWOOD FİLMLERİNDE KÜRTLER HEP KAHRAMAN OLARAK GÖSTERİLECECEK

Irak gibi kan gölü ve savaşın tüm şiddeti ile sürdüğü bir ülkeye yaklaşık 30 kadar Hollywood yapımcısını getirmenin çok başarılı bir iş olduğunu vurgulayan yapımcılar, Artık, Hollywood da Vietnam filmleri gibi bir dizi , Irak filmleride yapılacaktır. Hollywood da bu filmlerde de Kürtler hep Amerikan askerlerine yardım etmiş acı çekmiş, barışcıl bir bölgenin halkı olarak gösterilecektir, duygu sömürüsü yapılacaktır, Kürtler birer kahraman olarak tanıtılıp, bölgelerinde yarattıkları huzur ve istikrar vurgulanacak, ve filmlerde hep Kürtlerin artık hep bir şeyleri hakettikleri vurgulanacaktır. Peşmerge filminin çekilmesinin ardından, bir çok Hollywood yapımı film bir biri ardına vizyona girecek. Hollywood yapımı filmlerde, Kuzey Irak lı kürtlerin Amerikan halkına verdiği destek birer kahramanlık öyküsü haline getirilerek, Amerikan halkının Kürktlere olan sempatisi arttırılacak. Saddam Hüseyin döneminden başlayarak, Halepçe katliamında bölgede yaşayan Kürt halkının çektiği acıların konu edildiği Hollywood filmlerinde de Kürtlerin çektiği acılar ve verdikleri mücadele ile bağımsız bir devleti hak ettikleri vurgulanarak, sinema yoluyla Bağımsız bir Kürt Devleti propagandası yapılacak. diye konuştular.

ERMENİ LOBİSİNDEN HOLYWOOD A 100 MİLYON DOLAR

Ermeni lobisi, sözde Ermeni soykırım iddialarına uluslararası destek sağlmak amacıyla 100 milyon dolar nakit parayı Hollywood yapım şirketlerine aktararak, kendi tezlerinin savundukları bir kaç sinema filminin yapımı için hazırlıklarını tamamlamak üzere, Hollywood un bulunduğu Kaliforniya da Ermenilerin yoğun olarak yaşamasının avantajını en iyi şekilde kullanmaya hazırlanan Ermeni Lobisi, Hollywood yapım şirketlerinde çalışan binlerce Ermeni kökenli Amerikalı nın da desteğiyle, büyük bütçeli ve ünlü aktör ve aktrislerin de yer aldığı sinema filmleriyle sözde Ermeni soykırımı iddialarını daha geniş kitlelere taşımaya çalışıp uluslararası kamuoyunun desteğini almaya çalışacak. Hollywood kaynaklarından elde edilen bilgiye göre, sinema proje kapsamında Hollywood yapımcılarına 100 milyon Dolar nakit bir para aktarılacak. Hollywood kaynakları Bu para Hollywood için oldukça büyük bir meblağ, 100 milyon Dolar nakit 250 ? 300 milyon dolarlık bir proje demektir, bu bütçelerle yola çıkan Ermeniler in birden fazla sinema filmi çekme hazırlığında, yapımcılarda para kazanır, Ermeniler de en iyi şekilde sözde Ermeni soykırımı propagandası yaparak amaçlarına ulaşırlar . diye konuştular.

MUSA DAĞINDA KIRK GÜN YENİDEN ÇEKİLİYOR

Sözde Ermeni soykırımı iddialarını destekleyen en önemli edebi eserlerden biri olarak kabul edilen, 1930 larda yayınlanan , Franz Nobel in Musa Dağında Kırk Gün adlı romanının , sinemaya yeniden uyarlanması için yapılan hazırlıklar ise artık son aşamasında. Avusturyalı bir Yahudi olan Franz Werfel in 1929 da Suriye nin başkenti Şam a yaptığı bir gezi sırasında, bölgedeki Ermenilerle konuşarak yazmaya başladığı roman. 1933 te Viyana da yayımlanmıştı. Kitap satış rekorları kırararak 18 ayrı dilde yayımlanmıştı. 1983 High Investments Films tarafından sinemaya uyarlanılan romanın filmi ise tutulmamıştı. Sylvestor Stalonne ile birlikte hareket eden ABD deki Ermeni lobisi filmi yeniden Holyywood da daha geniş bir bütçeyle çekmek istemiş, Stallone da bu filmle ödül alacağını iddia etmişti. Kaynaklar, filmde tutucu bir Hristiyan olarak bilinen oyuncu Mel Gibson ile başrol oynaması için antlaşmanın an meselesi olduğunu belirterek, Mel Gibson ın Ermenilere duyduğu sempati nedeniyle bu teklife çok sıcak baktığını belirttiler.

wooy  ®



wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >!!! Son Dakika !!! >TÜRKİYE NİN KORE SAVAŞI NA KATILIŞI VE SAVAŞIN TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ>
  24.Kas.2007 Cmt 17:19:59
fiogf49gjkf0d

TÜRKİYE NİN KORE SAVAŞI NA KATILIŞI VE SAVAŞIN TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ

       KORE SAVAŞI NIN ÇIKIŞI

      İkinci Dünya Savaşı nda Sovyetler Birliği nin Japonya ya savaş ilanı üzerine Amerika Savunma Bakanlığının "38 nci paralelin kuzeyindeki Japon kuvvetlerinin Sovyetlere, güneyindekilerin de Amerikan Komutanlığına teslim olmaları" önerisi üzerine Sovyet kuvvetleri 12 Ağustos 1945 te Kuzey Kore yi, Amerika kuvvetleri de 8 Eylül 1945 te Güney Kore yi işgal etti. 38 nci paralelin ara hattı olarak ilan edilmesi üzerine Kore artık güney ve kuzey olmak üzere ikiye bölündü.


Birleşmiş Milletler Bayrağı

Türk Bayrağı

Güney Kore Bayrağı

      Kore anlaşmazlığı, 25 Haziran 1950 sabahı Kuzey Kore nin, Güney Kore askerlerinin 38 nci paralel boyundaki sınırı geçtiklerini ileri sürerek, sınırı teşkil eden 38 nci paralel boyunca saldırıya geçmeleriyle sıcak savaşa dönüştü. Bu durum karşısında Amerika nın isteğiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 25 Haziran 1950 de toplantıya çağrıldı. Güvenlik Konseyi, Kuzey Kore nin Güney Kore ye saldırmakla barışı bozmuş olduğuna karar verdi.

       Birleşmiş Milletlerin saldırıyı durdurmak ve anlaşmazlığı barış yoluyla çözmek amacıyla yaptığı girişimleri hiçe sayan Kuzey Kore, taarruzu başlatarak Seul ü ele geçirdi. Bunun üzerine 27 Haziran 1950 de Birleşmiş Milletler, üyelerini Güney Kore Cumhuriyeti ne yapılan saldırıyı karşılama ve bu bölgedeki milletlerarası barış ve güvenliği geri getirecek yardımlarda bulunmaya çağırdı. Aralarında Türkiye nin de bulunduğu on altı devlet Birleşmiş Milletlerin çağrısına cevap verdi ve bu devletlerin gönderdiği yardımlardan Birleşmiş Milletler Kuvvetleri teşkil edildi. Kore deki Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin Başkomutanlığına 24 Temmuz 1950 de Amerikalı General Douglas Mc Arthur atandı.

      TÜRKİYE NİN KORE SAVAŞI NA KATILIŞI

       Birleşmiş Milletlerin yaptığı çağrı, Türkiye nin de içinde bulunduğu durum dikkate alınarak TBMM nin 30 Haziran 1950 tarihli oturumunda gündeme getirilerek kabul edildi.

       25 Temmuz 1950 de alınan karar doğrultusunda; Genelkurmay Başkanlığı Kore ye gönderilmek üzere; bir komutanlık karargâhıyla, üç piyade taburundan ve gerekli yardımcı birliklerden meydana gelen bir tugay ile 241 nci Piyade Alayını görevlendirdi. Yurdun çeşitli yörelerinde bulunan birliklerden oluşturulan tugayın komutanlığına Tuğgeneral Tahsin Yazıcı, kurmay başkanlığına Yarbay Selahattin TOKAY, 241 nci Piyade Alay Komutanlığına Albay Celal DORA atandı.

Tuğgeneral Tahsin YAZICI
Albay Celal DORA

       Kore ye gitmek üzere oluşturulan bu birlikler Ankara Etimesgut ta toplandı.

       Ankara dan Kore Savaşı na gitmek üzere İskenderun a hareket eden Mehmetçiği uğurlama töreninde son derece duygusal anlar yaşandı. Törende kimler yoktu ki annesinin kucağında henüz bir yaşını doldurmamış bebekten, değneğine dayanarak torunlarını savaşa gönderen seksenlik ninelere kadar her yaştan insan, Kore yolcularının anaları, babaları, hayat arkadaşları, nişanlıları, evlatları...

       İskenderun da da askerî, mülkî erkân ve halk bando eşliğinde Türk Tugayını törenle uğurladı. 25, 26, 29 ve 30 Eylül, 2 Ekimde hareket eden gemiler Süveyş Kanalı-Kızıldeniz-Mendep Boğazı-Seylan Adası nın merkezi Colombo-Singapur-Filipinler ve Formoza Adası deniz yolunu izleyerek 21 günde Kore nin güney doğusunda bulunan Pusan Limanına ulaştı.

       Gemileri terk eden her kafile kamyonlarla tren istasyonuna, oradan da vagonlara bindirilerek limanın 85 km. kuzeybatısındaki Taegu şehrine hareket etti.

       KORE DE YAPILAN MUHAREBELER

       Türk Tugayı 8 nci Amerikan Ordusuna bağlandı. Tugaya "North Star- Kutup Yıldızı" kod adı verildi.

       7 Kasım da Türk Tugayına ilk olarak Seul ün 46 km. kuzeybatısındaki Munson bölgesinin emniyetini sağlama görevi verildi. Tugay öncelikle 25 nci Amerikan Tümeninin geri bölgesini emniyete aldı ve Tümenin Sunchon bölgesinde toplanmasını sağladı.

       Bu sırada Tugayın 9 ncu Amerikan Kolordusunun ihtiyatını teşkil etmek üzere 22 Kasım da Kunuri ye hareket etmesi bildirildi. 26 Kasım günü Kunuri de toplanmasını henüz tamamlamamış olan Türk Tugayına Tokchon bölgesinde bulunan 9 ncu Kolordunun ve 8 nci Ordunun sağ yanını korumakla görevlendirildi. Tugay plân gereği 27 Kasım sabahı Tokchon istikâmetinde sarp ve ormanlık bir arazide ileri yürüyüşüne devam ederken 9 ncu Kolordu Komutanlığından bir emir aldı.

       Emre göre; Tugay Tokchon a gitmeyerek önceki gece konaklanılan Wawon un doğusunda kalacak ve yolu burada kapatacaktı. Emirde ayrıca Tugayın takip ettiği yolun kuzeyindeki Chongsangni de bir alay kuvvetinde düşman görüldüğü bildirildi. Bu durum karşısında Tugay Wawon boğazına dönmek ve Tokchon-Kunuri yolunu Wawon Boğazında kapama kararı verdi.

       28 Kasım 1950 sabahı başlayarak devam eden Çin Ordusunun taarruzu akşama kadar devam etti. Düşmanın kuşatma hareketi başarıyla karşı konularak geçici olarak durduruldu.

       28/29 Kasım gece yarısı ani saldırıyla karşılaşıldı. Düşman bu saldırıyla Sinnimni ye ve bu köyden Kaechon a giden yola hakim oldu, 1 nci ve 2 nci Taburların arasındaki irtibatı kesti. 29 Kasım günü Tugay komutanı ilerde kalan bu kuvvetlerin geriye çekilmeleri için Sinnimni ye bir taarruz yaptırdı. Amerikan birlikleri de bu taarruza yardım etti. Sonuçta Sinnimni geri alınamadı ancak bu hareket ilerideki tepelerde bulunan birliklerin geri çekilmelerine yardım etti.

       29/30 Kasım gecesini çarpışarak geçiren Türk Tugayı 30 Kasım günü Kunuri ye ulaştı. Türk Tugayı 28 Kasım 1950 de Wawon da bir gün, 28/29 Kasım 1950 de Sinnimni bölgesinde bir gece, 29 Kasım 1950 de Sinnimni-Kaechon bölgesinde bütün bir gün düşman kuvvetlerine karşı fedakarlıkla savaştı ve ağır zayiat verdi. Sonuçta 8 nci Amerikan Ordusuna düzenli olarak çekilme için gerekli zamanı kazandırdı. Türk Tugayı böylece zorluklarla dolu ilk muharebe görevini şerefle yerine getirmiş oldu.

       Türk Tugayı 6 Ocak 1951 de Chonan da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra Sarı Denizden Japon denizine kadar uzanan savunma mevziinin bir kısmını elde geçirmekle görevlendirildi. Bu görev için 24 Ocak ta Chonan dan hareket eden Türk Tugayının yapacağı muharebenin mahiyeti, tertibat ne olursa olsun düşman mevziine cepheden taarruz etmekti ve netice süngü ile alınacaktı. Sonuçta 26 Ocak 1951 de Kumyangjangni kasabası, 156 rakımlı tepe ve 25 Ocak 1951 de de düşmanın direnek halinde tahkim ettiği 185 rakımlı tepe ele geçirildi.

Alay Gözetleme Yerinden 185 Rakımlı Tepeye Yapılan Taarruzu İdare Ederken

       Bu büyük bir başarı idi ve Türk Tugayı na bu başarılı muharebelerinden dolayı Amerikan Kongresince Mümtaz Birlik Nişanı ve beratı verildi. Ayrıca Güney Kore Cumhurbaşkanınca, bu başarılarından dolayı Türk Silahlı Kuvvetlerine Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı verildi.

Orgeneral Wolker Kahramanlarımıza Madalya Takarken
Sancağa Nişan Takıldıktan Sonra

       1950-1951 yıllarında kesin sonuç alınamadı ve taraflar karşılıklı olarak savunmaya geçerek taarruz harekatını durdurdu.

       1950 yılında Kore ye giden 1 nci Türk Tugayı Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı 1951 yılında Tümgeneralliğe terfi ettiğinden, 16 Kasım 1951 de görevini 2 nci Değiştirme Tugayı Komutanı Tuğgeneral Namık Arguç a devir ve teslim etti.

       Türk Silahlı Kuvvetleri 20 Aralık 1951 de ihtiyata alındı. 2 nci Değiştirme Tugayı 24 Şubat 1952 de ordunun doğu kanadında mevzilenen 10 ncu Amerikan Kolordusunun emrinde 8 ay düşman mevzileriyle temas halinde ve daimi düşman ateşi altında savaştı. 2 nci Değiştirme Tugayı Ağustos 1952 tarihinde Kurmay Albay Sırrı Acar komutasındaki 3 ncü Değiştirme Tugayı na görevi devretti. 20 Ağustos 1952 ve 3 Mayıs 1953 tarihleri arasında ihtiyata alınan Türk Tugayı, tahkimatın tamamlanması işleri ve eğitimle meşgul oldu. Bu arada mütareke müzakereleri de devam ettiğinden cephede büyük oranda muharebeler olmadı.

       28 Mayıs 1953 te yapılan muharebelerde Türk Tugayı muharebe ileri karakol mevzilarinin savunulması ve kaybedilen yerlerin geri alınması ile görevlendirildi. Bu muharebelerde 151 şehit, 239 yaralısı olan 3 ncü Kore Değiştirme Tugayı yurda döndükten sonra 28-29 Mayıs muharebelerinden dolayı "liyakat nişanı" ile taltif edildi.

       6 Temmuz 1953 te 3 ncü Değiştirme Tugayının yerini 4 ncü Değiştirme Tugayı aldı.

       Kore Savaşı ancak 27 Temmuz 1953 te Sovyetlerin Amerika nın yapmış olduğu önerileri kabul etmeleri ile son buldu.

       Türk Tugayı savaşın sona ermesinden itibaren Kore de kalmaya devam etti. 1960 yılında bir bölüğe indirildi ve 1965 yılında ise sembolik anlamda bir manga bırakıldı. O da daha sonra yurda döndü.

       Kore Savaşı 1922-1950 yılları arasında savaşa katılmayan Türk Silahlı Kuvvetleri için önemli bir imtihan niteliği taşımış ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin üstün muharebe yeteneğine sahip olduğunu göstermiştir. Türk ulusu batı bloğunun hürriyet ve demokrasi mücadelesinde güvenilir bir müttefik olduğunu kanıtlamış ve bu bloğun ortak savunma sistemi olan NATO ya dahil olmuştur.

       Savaşın başından itibaren stratejik noktalarda görev alan Türk tugayları kendisine verilen görevleri en iyi şekilde yerine getirmiş ve katıldığı muharebelerde; 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit,. 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp vermiştir.

       462 Türk şehidi Güney Kore de Seul-Pusan Kasabası yakınlarındaki Tanggok mezarlığı içerisinde bulunan Pusan Şehitliği nde bulunmaktadır.

       Bu savaş, Türk askerinin yalnız kendi memleketi için değil dünya barışını koruma adına vatanından binlerce kilometre uzaklarda da ne büyük fedakarlıkla savaştığını Üsteğmen Mehmet Gönenç örneğinde olduğu gibi canı pahasına savunmada bulunduğunu dünyaya göstermiştir. Tüm şehitlerimizi şükranla anıyoruz...

 

wooy  ®



wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >Kopulası Şeyler >Askersin Dağa Çıktın ve Teröristler Önünü Kestiler (Unisex)>
  24.Kas.2007 Cmt 16:45:55
fiogf49gjkf0d
Dönüp Peeg e Sıkardım 2 Tane (:


wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >!!! Son Dakika !!! >ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN>
  24.Kas.2007 Cmt 15:49:00
fiogf49gjkf0d

"Gezmem Tozmam, Lüks Yaşamam, O Parayla Çocuklar Okusun"

35 haneli bir köy. Çocuklar, mesela cam bardağı bile bilmiyorlar. Anneleri benimle yaşıt, hatta benden küçük. Kız çocuklar beşinci sınıfı bitirince evleniyor. Başımız açık olduğu için bize kafir gözüyle bakılıyor...

BİA Haber Merkezi - İstanbul

Emine ÖZCAN
 

Diyarbakır daydık, "Öğretmen Evi"nde kalmaya karar verdik. Ben ve arkadaşıma üç yataklı bir oda gösterdiler, eşyalarımızı yerleştirip yemek yemeğe çıktık.

Odaya geri döndüğümüzde Seda yla karşılaştık. Bizim üçüncü yatağı ona vermişler. Seda 25 yaşında, dalgalı saçları omuzlarını çevreliyor, yüzü çok güzel, şık giyimli...

Tanışma merasiminden sonra muhabbet koyulaşıyor. Meğerse Seda, Siirt in bir köyünde öğretmenmiş. Henüz bir yıl olmuş tayini çıkalı. Balıkesirli. Biz soruyoruz. O anlatıyor.

Nasıl geçiyor? Alıştın mı?

Geldik öyle, alıştık buralara.

Kaç öğrencin var?

47.

Çok değil mi? Okula ve derslere ilgililer mi?

Çok ilgililer derse karşı. İlgisiz olanları da var; onlar da ailelerinin okutmayacağını biliyorlar. Kız çocuklarının çoğu beşinci sınıfı bitirince evlenecek, çok belli.

İlkokulu bitirince evleniyorlar demek, yani 13-14 yaşında.

Tabii, bir ya da iki sene bekliyor, daha fazla değil. Benim annem 21 yaşında evlenmiş, hep der ki ‘çok küçük evlendim, ben sizi o kadar küçük yaşta evlendirmeyeceğim’. Anneme ‘burada evlenenler 12, 13yaşında’ diyorum; şaşırıyor ‘kızım nasıl olur öyle şey, sokakta top oynayan çocuklar, nasıl ev kadınlığı yapabilir’ diyor. Öğrencilerimin anneleri benimle yaşıt, neredeyse benden küçük. Ben yirmi beş yaşındayım, yirmi yaşında annesi olan var.

Okulumuz çok küçük, bir tek sınıfımız var; müdür odamızı da geçici sınıf yapalım dedik ki çocuklar iyi yetişsin. Gerçekten bu çocuklar çalışıyorlarsa, biz bunların aileleriyle çatışırız. ‘Destek olur, çocukları okuturuz’ dedik. Gerekirse masrafını da karşılamaya hazırız, ben lüks yaşamam da, gezmem tozmam da o çocuklar okur.

Bir de öğretmen istedik, 86 öğrenci, baş edemiyoruz, çok geri kalıyor bu çocuklar, bize öğretmen gönderin dedik. Geçici bir öğretmen verdiler. Birinci sınıfları ayırdık, oraya koyduk. Dördüncü ve beşinci sınıflar bendeydi, öyle güzel eğitim veriyordum ki onlara, her şeyleri ile ilgileniyordum. İkinci ve üçüncü sınıflar da ayrıydı, tam güzel olmuştu yani. Sonra o öğretmeni de geri aldılar bizden; şimdi tekrar bir, iki ve üçüncü sınıflar bir araya geldi.

İki kadın öğretmensiniz, değil mi?

Evet, iki kadınız. Öğrencilerimiz okuma yazma bile bilmiyorlardı. Zaten bazı çocuklar problemli, özellikle kız çocukları. Çünkü kızlara fazla önem vermiyorlar; hasta bile olsalar kimsenin umurunda değil ki. Onlar için önemli olan erkek çocuk.

Beslenme şartları mı etkili oluyor?

Hiçbir şey yok. Yazın yedikleri domates, ekmek; kışın yedikleri peynir, pekmez. Bıkmışlar zaten, köyde üzüm ve pirinç yetişiyor. Sadece pirinci biliyorlar; çorba, yemek falan bilmiyorlar.

Yemek yemeyince sağlıklı gelişemiyorlar değil mi?

Çok zeki çocuklar var, ama ilgi olmadığı için çok geri kalıyorlar. Okulumuz çok küçük, çok sıkıntı çekiyoruz diye yeni okul istedik. Milli Eğitim ‘siz yeri alın, biz okulu yapacağız’ demiş. Köylü arsayı almış. Ama okul yaptıramıyorlar.  Geçen gün iki kız öğrencim sordu: ‘Öğretmenim yeni okul yapılacak mı’ diye, ben de Milli Eğitim Müdürü ile birkaç gün önce görüştüğümü ve aldığım cevaba göre yapılamayacağını söyledim. Baktım, boyunlarını büktüler. Birisi "Öğretmenim eğer yeni okul yapılmazsa Asiye ile beni okula göndermeyecekler" dedi.

Neden yapılmazsa göndermeyecekler?

İkinci kademe olmayacak. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar okutabiliyoruz. Sonrası için taşımalı olarak ilçeye gidiyorlar. Ama aileler çocuklarının arabayla okula gitmesini istemiyor. Halbuki servis evin kapısından alıyor, okulun kapısına bırakıyor; okulun kapısından alıp evin kapısına bırakıyor.

Servis ücreti çok diye mi göndermiyorlar?

Servis hizmetini devlet karşılıyor. Aileler tutucu. Uğraşmak istemiyorlar. Bir kadının yirmiye yakın çocuğu var. Bir kadın on sekiz tane çocuk doğurmuş, o kadar çocuğa nasıl baksın? Bir tarlası var, bir bahçesi var, üzüm yetiştiriyor, pirinç yetiştiriyor. Bir ya da iki çocuğu olsa güzel yaşatır ama çok fazla çocuğu var.

Çok çocuk itibar duyulması gerekilen bir şey köyde. Bir kadın ne kadar çok çocuk doğurursa o kadar iyi bir kadın oluyor. Bir komşumuz var. Kadın bizimle yaşıt, belki bir yaş büyük, dört tane çocuğu var, çocuk istemiyor, her ay iğne yaptırıyor. Kaynanası göndermiyor, onun her iğne günü yaklaştığında ya hasta oluyor ya bir iş çıkarıyor. Dört taneye çocuk demiyorlar. Bakamıyorlar ama korunmayı günah sayıyorlar, ‘Allah veriyor, biz ona nasıl engel olabiliriz’ diyorlar.

Sen ayrıca kadınlarla da ilgileniyor musun, anlatıyor musun?

Sürekli konuşuyor, anlatıyoruz. Ama değiştirmek çok zor. Gençlere anlatıyoruz da, yaşı otuz, otuz beşe gelmiş olanlara anlatamıyoruz. Bizim yapabileceğimiz en iyi şey öğrencilerimizi iyi yetiştirmek.

Siz yaşamınızla da onlara çok şey öğretiyorsunuzdur

Biz onları özendirmeye çalışıyoruz. Bize özensinler, çocuklarını bari okutsunlar. Ama bize kâfir gözüyle bakıyorlar, çünkü başımız açık. Ben namazımı da elimden geldiğince kılmaya çalışırım, Kuran ımı da okumaya çalışırım ama kapalı değilim. Dinle de ilgilenirim.

Köy kaç haneli?

Küçük, otuz beş haneli bir köy. Çocukların her şeye ihtiyacı var. Mesela bir cam bardağı bile çoğu belki bilmiyor.

Mesela resim dersi yapabiliyor musun?

Yapamıyorum, çünkü boya yok. Çoğunun resim defteri yok. Çok çabuk bitiriyorlar resim defterlerini, çünkü çok seviyorlar resim yapmayı.

Türkçe bilmeden okula gittikleri için çok zorlanıyorlar mı?

İşte onun zorluğunu çok yaşıyoruz. Ben Kürtçe bilmiyorum, öğretmen arkadaşım biliyor. O yüzden daha iyi anlaşıyorlar. (EZÖ/NZ)


BİA Haber Merkezi-Emine ÖZCAN


wooy

wooy resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >Güncel haberler >Suyun müşterisi değil sahibiyiz!>
  24.Kas.2007 Cmt 10:15:17
fiogf49gjkf0d
Suyun müşterisi değil sahibiyiz!
   

İSKİ’nin zamlarla ilgili gerekçeleri sizce ne kadar gerçekçi?

İSKİ iki gerekçe koydu. Birincisi, “Tasarruf” idi. İkincisi de “Yatırımların arttırılması amaçlı” dedi. Meclis kararındaki fiyat listesine bakarsanız, ‘müşteri grupları’ yazar üzerinde. Bu tanımlama zaten zihniyeti net olarak ortaya koyuyor. Üç müşteri grubuna ayırmışlar, 20 metrekübü lüks tüketim sayıyorlar. Sadece evsel kullanıcıları tasarruf maksatlı sınıflandırmışlar. Çok daha fazla su kullanan sanayide böyle bir sınıflandırma yapılmamış. Yani düşünün ki 20 metrekübün üzerinde su kullanıyorsanız kâr hedefli bir ticari işletmeyle yaklaşık aynı parayı ödüyorsunuz. Sanayi 4.30 liradan alıyor, siz de 4 liradan alacaksınız.

Zaten tasarrufla kastedilen insanları sağlıklı yaşamla ekonomik nedenler arasında sıkıştırmak. Bir insanın sağlıklı yaşayabilmesi için İller Bankası Yönetmeliği’ne göre minimum 150 litre su kullanması gerekiyor. Türkiye ortalaması da 111 litredir. Türkiye ortalamasının daha altında bir su kullanımını gerektiren bir zam tarifesi yapıyorlar. 4 kişilik bir ailede kişi başına 83 litre, 6 kişilik bir ailede kişi başına 55 litre su tüketimini aşmamak gerekiyor. Yollarda görmüşsünüzdür, “Daha az duş alın!” gibi billboardları süsleyen çok saçma, altı doldurulamayacak cümleler var. Siz bu kadar az su kullanımını insanlardan ekonomik nedenlerle talep ederseniz, bu insanların hastane masrafları artacak. Yani aslında hiç bir şeyden tasarruf edilmeyecek. Tabii ki hastaneleri de, hastaları da müşteri olarak gören bir zihniyetle yönettikleri için bu onların avantajına. Bunlar gerçekten birbirini tetikleyen ve onlar açısından programı bütünleyen örnekler.

İkinci gerekçeleri, yeni yatırımların yapılması. Zaten bize ödediğimiz vergilerin yol, su, elektrik yatırımı olarak geri döneceğini söylüyorlardı. Şimdi, su fiyatlarını arttırarak yeni yatırım yapacağız demek gerçekten komik. Zaten kamu hizmeti, zaten bana ait olan bir şeyin kullanımı. Şimdi görüyoruz ki artık kamuya karşı kâr hedefleyen bir sistem haline getiriyorlar. Bunun özelleştirilme öncesinde yapılması gerçekten dikkat çekici.

“Az kullananlardan daha az ücret alacağız” deniyor. Bu gerçekten yoksulları biraz olsun kollar mı?

Bu kenti yönetenler, kentin sosyo-ekonomik ve kültürel özelliklerini net olarak bilmeliler ve politikalarını ona göre koymalılar. Evet bu kentte milyonlarca yoksul insan yaşıyor ve hiç de öyle 3-4 kişilik ailelerde yaşamıyorlar, 6-7 kişi bir odayı paylaşan aileler var ama size su saatine göre bir uygulama getiriliyor. Sizin o evde kaç kişi, hangi koşullarda yaşadığınızın hiçbir önemi yok. Su zammı, ekonomik seviyesi yüksek olan insanları hedeflemiyor. Zira onlarda hane nüfusu daha az. Yani bu zam eşitlik ilkesine aykırı.
Kaldı ki, size şunu söylüyor Belediye: “Eğer çok para ödemek istemiyorsan sağlıklı yaşamayı kafandan çıkar. Zaten ben sağlık reformuyla senin elinden hastanelerini aldım, suyu da elinden alıyorum. Ötekileştiriyorum ve yok sayıyorum seni.” Bu, yoksulları bir yerlere götürüp “Hiç gözüme görünme demek” gibi bir şey.

Dünya Bankası suyun maliyetinin tam olarak müşterilerden alınmadığını ve zararına hizmet götürüldüğü, oysa suyun çok değerli bir şey olduğunu söyleyerek belediyeleri eleştiriyor. Bu ne kadar haklı bir eleştiri?
Bu neoliberal politikaların bir parçası. Dünya Bankası’nın 40 tane kredisinden 12 tanesi suyun özelleştirilmesine dayanıyor. Su değerli bir şey, kabul ediyorum. Su hayattır ama bize ait bir şeydir. Bize ait olan bir şeyi tekrar bize satıyor olmanız da kabul edilemez. Kaldı ki KİT’lerin kâr etme ya da zarar etme diye bir amacı olamaz. Kamu hizmeti veriyorsunuz, bir şirket yönetmiyorsunuz.

Bir de suyun kalitesi meselesi var. Örneğin şebekeye deniz suyu verme meselesine dair somut bir gelişme var mı?

Bir gazeteye göre İstanbul Durusu’da denizden içme suyu elde etme tesisi kurulacakmış; ama su havzasında. Çok komik değil mi? Su havzasına, deniz suyundan içme suyu elde etmek için tesis kuruyorsunuz. Gazeteden aradılar; orman arazisinin tesis edildiğini söyleyerek “Ne diyorsunuz?” dediler. “Kargalar gülmesin diye ormanları da kesmeleri gerekiyor haliyle” dedim. Denize güveniyorlar ama şöyle bir sorun var; bu teknik çok yüksek maliyetli. Ayrıca bir birim su alabilmek için 0.5 birim suyu atmak zorundasınız ve o atık, aldığınız sudan daha kirlidir. Bunu tekrar denize mi vereceksiniz? Bunu su havzasında yapıyorsanız, hazır burada bir göl var deyip oraya mı vereceksiniz. Şöyle bir tehlikesi de var; Karadeniz endüstriyel anlamda Türkiye’nin sahip olduğu en kirli denizdir. Sizin denizlerinizde tek sorun tuz değil ki. Hepsini kirlettiniz.

Peki deniz suyuna mecbur değil miyiz?

Bu ülkede su havzalarını rant alanı olarak gören ve inşaata açan bir anlayış süregeldi. Su havzalarının korunmasına dair yönetmelikteki koruma bandı 300 metreden 100 metreye çekildi AKP tarafından. Suyun miktarının önemi kalmadı çünkü havzalardaki suyunuz kirli. Bu nedenle arıtma tesisleri gibi ciddi işletme maliyetleri olan birimler var. Şimdi denizlere el atıyorlar. Deniz suyundan içme suyu elde etmek mümkün ama su havzalarınızı korumadan böylesine pahalı bir yöntemi tercih etmek akıl kârı değildir.

Ankara’daki su krizinde, “Belediyeler bu işi yapamıyor” gibi söylemler oluştu. Tüm bunlar büyük kentlerde suyun özelleştirilmesine dair bir sürecin işlediğinin işareti olabilir mi?

Tüm dünyada şöyle bir süreç izlemiş: Önce lobiler gelmiş hükümetlerle görüşmüşler. Ardından susuzluk söylentileri, uygulamaları başlamış ve hemen sonra da özelleştirmeler olmuş. Özelleştirmelerden sonra da insanların sağlıkları bozulmuş, suya ulaşamamışlar, Gana’da iç savaşlar çıkmış, Fransa’da kolera salgınları vs… Şimdi aynı şey burada gündeme geliyor. Su fiyatlarını arttırarak burada bir rant olduğunu gösteriyorlar.
Yani burada lobilerin iştahını kabartacak ciddi bir kârlılık oranı söz konusu. Haziran’da “Suyumuz yok, biz yapamıyoruz” deyip akarsuları özelleştirmeyi gündeme getirmişlerdi. İlk akla gelen soru şu: “Eğer senin suyun yoksa bir özel firma niye gelip bunu işletmeye talip olsun? Varsa sen niye işletmiyorsun?” Şimdi “Dünyada su sektörü 1 trilyonluk bir pazar” diyorlar. Türkiye’yi bu pazarda biraz daha allayıp pullayıp, janjanlı gösterip pazarlama taktiğiyle yaklaşıyorlar şu an.

Zaten Türkiye’de su hizmetleri özelleştirilmeye başlandı. Sadece bu denli gözümüzün önünde değildi. Sizin sayaç okumalarınızı, bakım onarımlarınızı özelleştirdiler. Fark ettirmeden su hizmetlerini kamu hizmetleri olmaktan çıkarmaya başlamışlardı.
Susuzluk söylentileriyle beraber gündeme gelen denizden içme suyu elde etmek gibi yöntemler de bu işin tamamen özelleştirilmesini getiren yöntemler. Çünkü bunu özel firmalara ihale edecekler. Özel firmalar yap-işlet modeliyle bu ihaleleri alacaklar ve size ait olan suyu, size satacaklar.

Suyun özelleştirmesi süreci can yakmaya başlamadı mı aslında. İSKİ’nin taşeronlarının yol açtığı kazaların sayısı fırladı. Acaba aynı can alıcı kazalar, çeşmemizden akan suyun başına gelir mi?

Biz nükleere karşı çıkarken ironik anlamda bir argüman kullanmıştık: “Senin çöpün patlıyor, nükleer santral senin neyine!”. Bu da benzeri bir durum. Dilara öldüğünde Belediye Başkanı şöyle bir açıklama yaptı: “Bizim çok şantiyemiz var ve bunların hepsini kontrol etmemiz mümkün değil. Müteahhit firmanın da kontrol mühendisleri var, onlar kontrol etmeli.” Yani siz kadıyla davalıyı bir tutarsanız olacağı budur. Biz hep tekil ölümler yaşadık ki çok önemli iş kazalarıydı, İSKİ hep ölümlerle anılmaya başlandı. Bir de siz içme suyunu özelleştirirseniz, bu sefer artık insanlar için musluktan akan su da risk haline gelecek.

Türkiye 2009 yılında Dünya Su Forumu’nun (DSF) ev sahipliğine hazırlanıyor. DSF suyun metalaşmasını, kamu hizmetleri olmaktan çıkmasını savunuyor. Forum öncesi su merkezli hareketlilik neden artıyor?

Hükümet ya da yerel yönetimler ellerinden geleni yaptılar bugüne kadar, işte bu son adım DSF. Artık gelecekler ve görücüye çıkacağız. Biz, ÇMO olarak DSF’ye karşı birlikte mücadeleye etmeye, 2009’a kadar bu konuda sesimizi çıkarmaya, suyun bize ait olduğunu, su hizmetlerinin asla özelleştirilemeyeceğini duyurmaya çalışıyoruz. DSF tehlikeli bir oluşum. Su lobilerinin bağlı olduğu, onların kendi piyasalarını belirlediği bir oluşum. Bu nedenle Türkiye’de toplanacak diye sevinemiyoruz. Hatta özelleştirmenin son adımı diye düşünüyoruz. 2009’a kadar hükümet ve belediyeler istenen programı yetiştirecekler zannederim.

2009’a kadar suyumuz için çok kavga çıkacak yani...

Çok öncesinde “Su bir savaş nedeni midir?” diye bir tartışma başlamıştı bazı gazetelerde. Oysa ki tarihe baktığınız zaman su hep barışı desteklemiş. Fırat’tan su alan ülkeler sırf o suyu paylaşabilmek adına barış anlaşmaları yapmışlar. Ama şimdi birdenbire suyu savaş nedeni olabilecek bir konuma getirip oturttular ilk önce, ardından da susuzluktu vs… Eskiden ilkokulda bize, “Biz su zengini bir ülkeyiz, üç tarafımız denizle çevrili” falan denirdi. Şimdi bütün bunlar unutuldu. Büyük bir kıtlığın ortasında bırakıldık. 95 öncesi kişi başına 8000 metreküp su düşerken şimdi 1400’lere düştü...

Küresel ısınmanın hiç mi suçu yok bunda?

Küresel ısınma bu ülkedeki nedenlerin yanında öyle masum kalıyor ki, söylemeye dilim varmıyor. Siz o kadar kötü yönettiniz, o kadar hor kullandınız, o kadar fazla peşkeş çektiniz ki küresel ısınma bunların yanında çok masum.

Peki ÇMO bu kavgaya nasıl hazırlanıyor?

Birincisi, ÇMO tek başına bir şey yapamaz bu konuda. ÇMO kamuya, nelerin olduğunu, dünyada hangi örneklerin yaşandığını, bizim ülkemizde de oyunun öteki ülkelerin ayak izlerine basarak ilerlediğini anlatıyor. Su hizmetlerinin özelleştirilmesi daha gündeme gelmeden biz sesimizi yükseltmeye başlamıştık. “Su hizmetlerinin özelleştirilmesi gündeme gelecek, zaten yan hizmetleri özelleştirdiler hiç farkına varmadan” diyerek kamuoyunun ilgisini çekmeye ve bu konuda bir mücadele hattı oluşturmaya çalışıyoruz. Hukuksal mücadele yollarını kullanmaya çalışıyoruz. Su zamlarının iptali için de dava açtık. Ama burada asıl hedeflediğimiz, kamunun kendisinin bunun farkına varması ve hep beraber mücadele edebilmek.

Su bize ait bir şey, sırada hava mı var? Hava ve su bizim yaşam kaynaklarımız ve bu kadar kolay elimizden almamalılar. Bu, hep beraber yapabileceğimiz bir mücadele. Yenilir miyiz sorusunun yanıtını bilmiyorum ama teslim olmayız, olamayız.

 

wooy ®

 

<<12345678910 11121314151617181920...36>>