Hayat bir salıncaktır.
Ona doğduğumuz andan itibaren bineriz
ve sallanmaya / yaşamaya başlarız.
Küçükken çok hızlı sallanamadığımız için pek bir şey göremeyiz dünyaya dair.
Bu yüzden mi yoksa bildiğimiz tek şey olduğu için mi bilinmez
ama sürekli ağlarız.
Ellerimiz ilk olarak gözyaşını keşfeder.
Sonra ellerimizi keşfederiz gözlerimizle, sonra ayaklarımızı.
Ayaklarımızı keşfedince daha bir hızlı sallanmaya / yaşamaya başlarız.
Fakat henüz sallanmaya dair pek bir şey bilmediğimizden
düşecek gibi oluruz salıncaktan kimi zaman.
Ama korkmamalıymışız; düşe kalka büyüyecekmişiz çünkü.
Bir ara bir de bakarız ki düşmeden daha hızlı sallanmayı öğrenmişiz.
Çok seviniriz ve hemen incelemeye koyuluruz dünyayı, insanları.
Fakat dünya çok şaşırtır bizi.
Zira salıncakla ön tarafa doğru gittiğimizde, yeşilliklerle bezeli,
mavilerle süslü, tertemiz bir dünya ile karşılaşırken;
arka tarafa doğru gittiğimizde ise, ucu bucağı görünmeyen binalarla,
zehirli olduğunu sonradan öğreneceğimiz gazlar çıkaran
arabalarla ve fabrikalarla ve tabii oldukça kirlendiği gözlenen
bir dünyayla karşılaşırız.
Bir daha arka tarafa doğru sallanmak hiç istemeyiz.
Fakat sallanmanın / yaşamanın vazgeçilmez kuralıdır bu;
bir ön tarafa gitmelisiniz, bir arka tarafa.
Ama yine de salıncağımızın temiz olan dünyaya
yada dünyanın temiz yanına doğru kurulması ile teselli bulurken,
salıncakları kirli tarafa bakan arkadaşlarımızı esefle izleriz.
Bir yandan da düşünmeden edemeyiz; neden dünyayı da bizim gibi,
bir leğene koyup da yıkamıyorlar? diye..
Ancak sonradan anladığımıza göre kirli olan dünya değil,
insanların yürekleri imiş!..
Bunu anlayınca insan olduğumuzdan utanırız.
Sonra yavaş yavaş insanlarla ilişki kurmaya başlarız.
Önce arkadaşlığı öğreniriz ve arkadaşlı hayatın daha zevkli
ve anlamlı olduğunu fark ederiz.
Çünkü beraber sallanıyoruzdur ve birimiz
sallanmaktan / yaşamaktan yorulunca diğerimiz
onun salıncağını da sallamaya başlıyor
ve böylece de tek başına sallanırken / yaşarken ki yorulup da
yere düşme tehlikesi ortadan kalkmış oluyor.
Ama bu durum da çok uzun sürmüyor.
Çünkü ?arkadaş? dediğimiz bazı insanlar bizi sallarken
öylesine haşin davranıyorlar ki sürekli yere düşüyoruz.
Fakat bu düşmeler de pek diğerlerine benzemiyor.
Yani diğer düşmelerimiz de sadece dizimiz yada dirseğimiz kanarken,
bu tür düşmelerimiz de (Yani arkadaş düşürmelerinde) yüreğimiz kanıyor!..
Bunu görünce de insanlarla arkadaşlık kurmaktan vazgeçiyoruz
ve tek başına sallanmaya/yaşamaya devam ediyoruz.
Sonra sevmeyi öğreniyoruz;
İhanete uğruyoruz.
Sonra dostluğu öğreniyoruz;
Aldatılıyoruz.
Sonra kardeşliği öğreniyoruz;
Boş veriyoruz.
Sonra sevdalanmayı öğreniyoruz;
Beceremiyoruz.
Sonra ümit etmeyi öğreniyoruz;
Beceremiyoruz.
Sonra gülmeyi öğreniyoruz;
Beceremiyoruz.
Sonra mutlu olmayı öğreniyoruz;
Beceremiyoruz.
Sonra korkmayı öğreniyoruz;
Korkuyoruz, alabildiğine?.
Sonra?.
Sonunda hep korksak ta; hep seviyoruz, hep dost oluyoruz,
hep kardeşliğin o erişilmez tadını boş veriyoruz, hep hayal kuruyoruz,
hep sevdalanıyoruz, hep gülüyoruz inadına, hep mutlu olmayı deniyoruz
ve hep korkuyoruz. Çünkü bunları öğrenirken artık salıncağı da son hızla
sallamaya başlamışız ve her an düşme tehlikesi geçiriyoruz.
İki yüzlülükleri, yüzsüzlükleri, çıkarcılıkları, nemelazımcılıkları,
sevgisizlikleri, kalpsizlikleri gördükçe düşecek gibi oluyoruz
ama yine de iyi şeyler de görüyoruz.
Mesela umut; insanlar bıkmadan usanmadan, aralıksız umut üretiyorlar.
Bunu nasıl becerdiklerini bir türlü anlayamıyoruz.
Sonra mesela hayal kuruyorlar. Gerçi hayalle karın doymuyor ama
yüreklerin doyduğu kesin.
Bir de sabrediyorlar; öyle ki şaşılacak derecede ve aşırılıkta sabırlılar.
Biz ise ağlıyoruz. Bildiğimiz ilk şey olan
ve nedense sürekli baş vurduğumuz bir davranış olan ağlamayı
bir türlü bırakamadık. Her halde biz de bir tür ağlama tiryakiliği başladı.
İşte böyle; bir öne bir arkaya sallanıyoruz ve kötü şeyleri gördükçe
düşecek gibi oluyor, iyilikleri, sevgi kırıntılarını gördükçe de umutlanıyoruz
|