ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
12 Mayıs 2024, Pazar 03:34   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  cctugaycc> Forum Mesajları
    cctugaycc'e ait Toplam 96 Forum Mesajı var
<<12345 678910>>


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Sevgisiz Düş Yağmurları>
  22.Nis.2010 Per 18:20:28

İlişmiş oturuyorum denizimin kenarına
Yalnızlığımı düşlüyorum
Ordayım diyorum kendime
Sözlerindeyim şarkıların
Arzularındayım aşkların
Ter damlalarınının biriktiği mendildeyim,
Özgür dumanında yelken açtığım
Sigara dumanımın falındayım,
Düşünüyorum işte uzaklarda
Cezasız mükafatıma kızgınlıktan
Telaşeyi seyrediyorum
Düşünceli, kimliksiz, kılıklı
sevinç maskeli yüzlerden,
Uğultular
Boşa konuşulduğu sanılan
Geçit töreni yapıyor resitallerime

Düşünüyorum işte
Düşünüp seyrediyorum
Uzaklaşırken motor homurtuları
`Sandviç` diyen seslerin ardından
`Boğaza, boğaza..! ` bağıran hıçkırıklardan
Çay bahçemden
Batı müziğine hançer vuran arabeskten
Geçmiş aşkların faslından
Sevebileceklerimden işte
Umamadığım ümitlerimden



Düşünüp seyrediyorum işte
Bir kulaçlık mesafemin karşı sahilinde
Gemi ışıklarının gölgesinde
Hokkasız mürekkep seslerinin konuştuklarında
Düşünde vapur düdüklerinin
Sağanağı altında yıldızların
Süzgecinde beyin tellalımın
Düşünüyorum işte düşünemediklerimi
Düşünüp de çözemediklerimi
Göğe saplı minare ışıklarında
Hiç susmayacak ezan seslerinde
Denizimde
Dalgaların buğusunda
Yunus balığının sevgisinde
Çiğnenmekten bıkmamış sahilimde
Ayakların çiğnediğindeyim
Çiğneyip de tükürmediklerinde
Yok olanlarda düşünüyorum
Özlemlerde
Kedi patisinin konuşturduğu topraklarda
düşlerin hırpalandığı çimenlerde

Düşünemediklerimi düşünüyorum
Sevgisiz çiçek tarlalarında
Demli çayın demsiz tavında
Okyanus kokulu uzun saçlarında sevgilimin
Kırık kalplerin resitalinde
Denizin ufka takılı ışıklarında
Işıkların saklandığı yitik anılarda
Huzur bulduğum yazdıklarımda
Işıkların boğulduğu koridorlarda
Sahillerde bağlanmış insan seslerinde
Yıllanmış şarap kokularında

Düşünüp kahrediyorum
Üşüdüğüm çarşaf kıvrımlarında
Sarınıp yattıklarımda yaz akşamlarına
Duyamadıklarımda
Özleyip de göremediklerimde
Sözlenmiş sözlerimin derinliğinde
İmgelenmiş ahlarımın tellaklarında
Sevinemiyorum işte
Düşünüp de bulamıyorum
Arıyorum
Aramaya başladığım bu kadarlığı..


Mehmet Akif Şenel



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Az Konuşuyorum>
  22.Nis.2010 Per 18:19:13

Zor geliyor seninle konuşmak bana
her karşılaştığımızda
önce sunacağım kelimeleri
akıl kitabımdan seçip
gönül denizinde yıkayıp
seher yelinde
yaz güneşinde kurutup
ütüleyip kolalayıp
pembe gülün yağını ud esansıyla karıştırıp
kokulayıp
sana hazırlıyorum
bak ben de bu kokuları kullanıyorum



Özür dilerim sen aldırma bana
az konuşuyorum
gözlerime bak ki göreceksin
seni çok seviyorum ve
sana gönül dolabımda
kar beyazı cümleler hazırlıyorum
sen aldırma bana az konuşuyorum.


Mehmet Akif Tiryaki



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Deniz Tutuldu Aya>
  22.Nis.2010 Per 18:18:23

Kavuniçi yakamozlarını seyrettim denizin,
ay bakıyordu denize,
lacivert suların üzerinde



Ay kavuniçi... Yarımdan biraz büyükçe;
Maltepe ile Kınalı arasına uzanmış
haziranın yedisinde,
yakamozlar bu gece kavuniçi.
Ay baktı denize,
lacivertti deniz;
Baktı aya,
deniz tutuldu aya.


Mehmet Akif Tiryaki



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Fetihlerle Gelişen Sanat....Madendeki Cevher>
  22.Nis.2010 Per 16:07:50

Osmanlı maden sanatı, diğer sanat dallarında olduğu gibi, başlangıçta Selçuklu kültür mirasını devralır; bu nedenle imparatorluğun pek çok ülke ve ulusu birleştiren yapısına uygun bir yol çizerek, çeşitli eğilimleri kaynaştıran bir pota olmuştur. Bilhassa, Selçuklu maden sanatından tanıdığımız kakma tekniğinin 14. yüzyılda geniş şekilde uygulanması, dönemin göze çarpan özelliğidir. Kakma tekniği, daha sonraki yüzyıllarda Osmanlı maden ustalarınca bu denli yoğun biçimde uygulanmamıştır.

FETİHLERLE GELİŞEN SANAT

Osmanlıların bir dünya devleti olma yoluna girdikleri 15. yüzyıl, özellikle İstanbul’un 1453’teki fethi, diğer pek çok alanda olduğu gibi, maden sanatında da bir dönüm noktasını oluşturur.

Özellikle altın ve gümüş madenleri açısından zengin Balkan topraklarının fethiyle Osmanlılar hem hammadde kaynaklarına, hem de köklü bir geçmişe sahip maden sanatçılarına kavuşmuşlardır. Memlûk etkisi, bu dönemin tipik bir eser grubunda, altıgen piramidal gövdeli kandillerinde görülür. Delik işi, kabartma ve kazıma teknikleriyle işlenmiş, rumî ve hatayîlerle bezenmiş bu kandillerin günümüze gelen örneklerinin sayıca çokluğu, bunların 15. yüzyılın ikinci yarısında bolca yapıldığını gösterir. Bu dönemin madeni eserleri arasında şamdanlar da önemli bir yer tutar.



OSMANLI’NIN SANAT OKULU: EHLİ HİREF

Günümüze kalan Osmanlı madeni eserleri arasında Sultan II. Bayezid dönemine ait olanların fazlalığı dikkati çeker. II. Bayezid’in değerli eşya tutkusu, tarihçiler tarafından israf olarak nitelendirilse de sanata olumlu etki yaptığı; yeni eserler yaratmak, sanatçıların korunma ve teşvikinde itici bir güç oluşturduğu da bir gerçektir. Osmanlı sanatının her dalı için bir okul işlevi gören Ehli Hiref teşkilatı bu dönemde kurulur.

Bunlardan madeni eser yapanlar kazgancıyan; her türlü kuyumculuk ve altın işi yapanlar zergeran; altın kakmacılık ve süsleme yapanlar kûftgeran ve zernişan; kıymetli taşların yontulup yerleştirilmesinde çalışanlar hakkâk adı altında toplanmaktaydı. Ehli Hiref teşkilatındaki bu bölüklerin hepsi, maden sanatı süsleme tekniğindeki çeşitlilikten ötürü rol almıştır.



DEĞERLİ TAŞLARIN GÖSTERİŞİ

Özellikle de Tebriz ve Mısır’ın fethi sonrası, imparatorluğun çeşitli yerlerinden farklı gelenek ve sanat anlayışlarını İstanbul’a getiren ustaların çalışma ve işbirliği sonucu, 16. yüzyılın ortalarında, belirgin etkilerden arınan Osmanlı maden sanatı, kendi özgün biçimini bulmuştur. Bu yüzyılda yapılan kazıma, kabartma, telkari, delik işi, savat, kakma ve kaplama teknikleriyle süslü eserlerin üzerinde genellikle birkaç süsleme tekniği birden uygulanmıştır. Ancak bu dönemin genel karakterini en iyi yansıtan bölüm, kuşkusuz murassa (değerli taşlarla süslü) madeni eserlerdir.

Bu dönemde büyük bir gelişme gösteren taş kakma tekniği ile, madeni yüzeyler ve kılıç, hançer, kitap kapları, yeşim paftalar, doğal kristal, hatta porselen üzerine değerli taş yerleştirmek moda olmuştur. 16. yüzyılın bu gösterişli biçimiyle tezat teşkil edecek, sadece uyumlu oranları ve iyi işçilikleriyle göze çarpan sade örnekler de vardır. Gene bu döneme ait, sadece bir madalyon, kartuş veya köşebendin içinin süslendiği örnekler, iki tezat üslup arasındaki orta çizgiyi oluşturur gibidir.



DOĞANIN CANLILIĞI

17. yüzyıl süsleme motiflerinde, 16. yüzyıl klasik biçimlerinin yanı sıra, çiçekler de görülmeye başlanır. Batı etkisiyle ortaya çıkan bu motif, Türk üslubunda işlenmiş çiçek motifleriyle kompoze edilmiştir. Dönemin, çoğunlukla kazıma tekniğiyle bezenmiş bakır eserlerinde örgü frizleri, hayat ağacı, Mührü Süleyman, balık gibi geleneksel motiflerin yanı sıra, dönemin gümüş eşyasından tanıdığımız nar çiçekler, lale gibi natüralist desenlere de rastlanır. 18. yüzyılın başında kısmen geleneksel kalıplara bağlı kaldığı görülen Osmanlı maden sanatı, 17. yüzyılın natüralist üslubunu devam ettirir.

Batı’ya dönük form ve motif arayışlarının yanı sıra, klasik geleneği sürdüren bir eğilim de vardır. Geç 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl maden sanatı, tümüyle Batı zevkini yansıtacak bir görünümdedir.



‘TÜRK ROKOKOSU’

16. ve 17. yüzyılın klasik Osmanlı biçim ve motifleri, yerlerini Avrupa’dan ithal edilen Barok ve Rokoko form ve desenlerine bırakmıştır. Bu dönemde, Batı ürünlerini taklit etmeye çalışan Osmanlı maden sanatının özellikle kazıma tekniğinde başarılı olduğu ve dönemin revaçta malzemesi olan kahve takımları, ibrik, tepsi, maşrapa, ayna gibi parçalarda iyi örnekler yarattığı görülmektedir. Osmanlı maden sanatının ‘Türk Rokokosu’ doğrultusunda yarattığı eserleri incelerken, bir zevk değişimini de görürüz. Kakma eserlerde ve kuyumculukta klasik dönemin yakut, zümrüt, lâl gibi renkli taşlarının yerini yontulmuş elmas, inci almakta; minecilik rağbet bulmaktadır. Ustalık isteyen ‘kalem işi’ kabartmanın yerini, ‘kalıpla çakma’ almıştır.



Hâlâ kullanılan çiçek kompozisyonları ise, devrin modası gereği, büyük fiyonklu, girlandlı gösterişli sepetlerle bir arada yapılmaktadır. 19. yüzyıl Osmanlı dünyasının değişen siyasi ve ekonomik yapısı, elbette Osmanlı sanatını da etkiler. Saraydaki Ehli Hiref teşkilatının giderek zayıflaması ve 19. yüzyılda tamamen ortadan kalkması, mali sıkıntılar, Osmanlı sanatındaki parlak evreleri sona erdirir. Devletin giderek artan bir sıklıkta Hazine’deki altın, gümüş, hatta bakır eşyayı eritmek üzere Darphane’ye yollaması, eritilerek yeniden kullanılabilen madeni malzemeye dayalı Osmanlı maden sanatından günümüze kalan eserlerin, kaynakların sözünü ettiği zenginliği yansıtamaması sonucunu doğurmuştur. Sadece çoğu türbe ve camilere vakfedildiği için elde kalan eserler ile Saray Hazinesi’nde korunabilen malzeme, Osmanlı sanatının bu dalındaki üslup ve işçilik zenginliğini göstermektedir.



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Sarayda Çocuk Olmak>
  22.Nis.2010 Per 16:06:03
Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidarın pay sahipleri olan şehzadelerin ve hanım sultanların giysileri, Saray koleksiyonunun bütününü özetleyen bir birikime sahip.

ŞEHZADELER VE HANIM SULTANLAR

Osmanlı hanedan politikasıyla yönetilen imparatorluğun üst düzeydeki görevlileri, sarayda, Harem-i Hümayun’da ve buna bağlı Enderun’da özenle yetiştirilen saray ağaları arasından seçilirdi. Hanedanda doğan padişah kızları (hanım sultanlar), erkekler (şehzadeler) iktidarın pay sahipleriydi. Doğumlarında (Veladet-i Hümayun) hazırlanan beşik alaylarıyla halka takdim edilirlerdi.

Hanım sultanlar çoğu zaman şehzadelerin sünnet düğünleriyle birlikte düzenlenen çok görkemli şenliklerle evlenirlerdi. Damadın görevinin önemine göre hanım sultanların statüsü artardı. Evlenen padişah kızları başlangıçta eşlerinin görev yerine birlikte gider ve ziyaret için bile olsa Saray’ın iznini almadan merkeze gelemezlerdi.

16. yüzyıl sonuna kadar şehzadeler sancağa gönderilerek o bölgenin yönetiminde bulunuyorlar ve böylece ülke yönetimine hazırlanıyorlardı. Şehzadelerin sancağa çıkması onların yetişkinliklerinin göstergesi, politik kariyerlerinin başlangıcı sayılırdı. Sancağa çıkış üst düzey devlet ricalinin katılımıyla resmî bir törenle olurdu. Şehzadeler tören kaftanlarını giyer, mücevherlerle bezeli eyerler vurulmuş atlar üzerinde maiyetiyle yola çıkardı.

16. yüzyıl sonuna kadar yapılan seferler sırasında şehzadeler ordu kanatlarına komuta ediyor veya merkeze çağrılıp babalarının yerine vekalet ediyorlardı. Zaman zaman şehzadelerin etrafında oluşan yönetici sınıfın, özellikle lalaların (şehzade danışmanı) etkisiyle, tahtı ele geçirmek için bazen padişahla bazen diğer şehzadelerle şiddetli taht kavgaları yaşanıyordu. Bunu önlemek amacıyla
16. yüzyılın sonundan itibaren şehzadelerin sancağa gönderilmemesi ve şehzadelikleri süresince çocuk sahibi olmamaları kararı alınmıştı.

İÇ GİYİMDEN KAFTANLARA

Sarayın kıyafet koleksiyonuna bakıldığında, 1550’yi bulan giyim kuşam içinde, yüz civarında çocuk giysisi bulunur. Bunlara; zıbın denilen iç çamaşırları, donlar, çocuk bezleri, iç entariler, dış kaftanlar, şalvarlar, baş giyimleri ve pabuçlar da dahildir. Son devre ait kıyafetler çok azdır, bunlar da satın alma yoluyla koleksiyona katılmıştır.
Osmanlılarda kadın, erkek ve çocuk kıyafetlerinde, ölçülerinden başka fark yoktur. Kıyafet, iç giyimin üzerine giyilen altta şalvar, üstte bürümcük gömlek, iç entarisi ve dış kaftandan oluşur.

Çocukların iç giyiminde, pamuklunun tülbent gibi en ince, patiska gibi sık dokunmuş olanından dikilmiş zıbınlar başta gelir. Bunlar, içleri genellikle bir tabaka pamukla kapitone edilmiş; basit çamaşırlardır. Uçkurla bağlanan, kullanımı kolay çocuk donları ise ince tülbentten dikilirdi.

Mevsime göre; ağır ipekli kumaştan dikilen kaftanların içine kürk kaplanır veya günlük kaftanlar pamukla kapitone edilirdi. Törenlerde giyilen ağır ipekli kaftanlar yere kadar uzun boyları, gene yere kadar inen ve omuzlardan geriye atılan kollarıyla dikkati çeker.
Osmanlılarda baş giyimi çok önemlidir. Ev içinde ve dışında hiç kimse başı açık gezmezdi, bu toplumda affedilmeyen bir hata idi. Geceleri bile yatarken gecelik takkeleri giyilirdi. Padişahlar genellikle dilimli, renkli uzun tepeliklerin etrafına sarılan tülbentlerle büyüyen sarıklar giyerdi. Küçük şehzadeler de, başlarında kocaman sarıklarla gezerlerdi. Bu başlıklar çok değerli, mücevherli sorguçlarla süslenirdi. Saraylı kadınlar ise başlarına, kısa basık fesler, altı dar üstü geniş veya tam tersi özellikte hotozlar giyerlerdi. Saraylı kadınların statüleri bu baş giyimlerine taktıkları mücevherlerle belirlenirdi. Hanedan içinde doğan kız çocukları da küçüklüklerinden itibaren böyle mücevherlerle donatılırdı.

BÜYÜMÜŞTE KÜÇÜLMÜŞLER

Çocuk giyimleri, büyükleri gibi 16. ve 17. yüzyıllar boyunca değişmeden devam etmiştir. 18. yüzyılda daha basit kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. 19. yüzyıl başlarında kıyafetlerin kesimlerinde fazla değişiklik olmamakla beraber, kullanılan süsleme malzemesinin artığı görülür. Avrupa’dan gelen geniş yaldızlı harçlar, bükme ipek kordonlar, oyalar ve danteller elbiseleri süsler. Entarilerin ön etek uçları, yırtmaçları, kol ağızları ve kol yırtmaçlarına konan bu harçlarla kesimin detayları belirginleşmiş, abartılı bir görünüş kazanmıştır. Bu devirdeki padişahların yetişkin kızlarının gücü artmış, dışarıdaki terzilerle kalfaları aracılığıyla bağlantı kurarak dikiş diktirmişlerdir.

Yüzyılın ilk yarısının en önemli olaylardan biri hiç şüphesiz 1828 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıdır. Bu operasyonu gerçekleştiren II. Mahmud, bir kıyafet devrimi yaparak yeni kuracağı ordunun kıyafetini de Batılı tarzda değiştirmiş; askerin başına fes giydirilmiştir. Bir müddet sonra pantolon ve ceketten oluşan üniforma tarzındaki kıyafetler çocuk giyimine de hakim olmuştur.

Çocuk giyim kuşamı büyüklerin giysilerinin küçük ölçülerde olanıydı. Kumaş malzemesi, deseni, kesimi, dikiş özellikleri bakımından, 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar ki saray giyim kuşam koleksiyonunun bir özetini çocuk giysilerinde izleyebilirsiniz.













cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Bir Tasarımcı ve Bilim Adamı...Mimarlar Mimarı SİNAN>
  22.Nis.2010 Per 16:05:16
Ömrünün sonuna kadar araştıran, deneyen ve yenilikler ortaya koyan bir tasarımcı ve bir bilim adamı olan Sinan, bugün bile evrensel değerlere sahip bir mimari yaratmıştır.


Sinan, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün en üstün olduğu bir dönemde, sanatın en üst düzeyde olduğu bir evrede, bütün bu birikimi mimarlık alanında tek isim olarak temsil edebilmiş bir mimardır. Tasarladığı yapıların büyük çoğunluğunu ve en seçkinlerini o zamanın başkenti İstanbul’da gerçekleştirir. Bu eserleri adeta bir mimarlık yarışmasına katılırcasına, yeniliklerle dolu olarak geliştirir ve topografyanın en uygun yerlerine yerleştirerek kent siluetine büyük katkılarda bulunur. Böylece İstanbul, en özgün yapı örnekleriyle sanki bir açıkhava müzesine dönüşür.

BİR PERGELİN İKİ AYAĞI GİBİ

Kayseri Sancağı’nın Ağırnas Köyü’nde kesin olarak bilemediğimiz bir tarihte (1494-1499 arasında bir yıl olabilir) doğar Sinan. Osmanlı kapıkulu sınıfına asker yetiştiren Acemi Ocağı’ndayken dülgerliği ister; ustalarını dikkatle izleyerek inşaatlarda çalışır. Kendisi bu çalışmalarda “tıpkı bir pergelin sabit ayağı gibi kararlı” olduğunu ifade eder. Diğer yandan “pergelin gezen ayağı gibi başka diyarları gezmeye özendim” der. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yeniçeri olarak Belgrad (1521), Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana (1529), Alman (1532), İran ve Bağdat (1534-35) seferlerinde bulunur. Keşif amacıyla Van Gölü’nü geçmek için malzeme ve alet sıkıntılarına rağmen toplu tüfekli üç kadırga inşa eder. Daha önceki savaşlarda da yeteneğini gösterdiği mühendislikteki başarıları nedeniyle ‘Haseki’ rütbesine getirilir. 1538’deki Karaboğdan (Moldovya) seferi sırasında, Prut Nehri üzerine kısa bir sürede inşa ettiği köprü, kendisine büyük bir başarı kazandırır; aynı yıl Mimarbaşı Acem Alisi’nin ölümü üzerine ‘Mimarbaşı’ olur.
Katıldığı seferler sırasında gördüğü Doğu ve Batı’daki çeşitli kültür eserleri, karşılaştığı acele çözüm bekleyen sorunlar, askerlikte edindiği disiplin, denetim ve örgütlenme bilgisi, Sinan’a büyük bir görgü ve deneyim kazandırmış, tasarım ve yöneticilik yeteneklerini geliştirmiş olmalıdır. Elli yıl gibi uzun bir süre mimarbaşı olarak çalışan Sinan, bu dönem içinde 477 yapı tasarlar, tasarımlarını denetler, inşa eder ya da onarır. Sinan’ın yaşamını incelediğimizde yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyip, bıkıp usanmadan düşünen, araştıran ve yenilikler ortaya koyan bir yaratıcının öyküsüyle karşılaşırız.


CAMİLERİN MİMARI

Sinan, Osmanlı mimarlığında en önemli mekân olan camilerin tasarımına önemli katkıları olan bir mimardır. Mimarbaşlığa getirildikten sonra yaptığı ilk cami olan Haseki (1539), dönemin geleneksel bir mekânını yansıtır, herhangi bir yenilik ortaya koyamaz. Ancak bundan sonra hemen ele aldığı Üsküdar’daki Mihrimah Camisi (1540?-48), kubbeyi üç yandan saran yarım kubbeleriyle bir sıçrama noktası olur; yapıyı bitirmeden de Şehzade Camisi’ne (1543-1548) geçer. Sinan, dört dayanaklı, tek kubbeli yapılardan başlayıp, yarım kubbeler ekleyerek mekânı zenginleştirmiş ve giderek orta mekânı yükselterek yapıyı bir piramit içine almıştır. Şehzade Camisi, dört yarım kubbesiyle kare tabana oturan merkezi kubbenin en gelişmiş örneğidir. Camide, dört ayağı destekleyen payandalar, içeride ve dışarıda bir tasarım elemanı olarak ustaca kullanılır. Oysa payandalar sadece destek amacıyla kullanılsaydı çok kaba durabilirlerdi. Sinan, bu payandaları daha sonra Süleymaniye ve Selimiye camilerinde de kullanır.

Süleymaniye’den sonra Sinan, Edirne’de gördüğü Üç Şerefeli Camisi’nin etkisiyle altıgen şema üzerinde pek çok deneme yapar. Bu denemelerde, daha önce devamlı uygulamaya çalıştığı merkezi simetrik mekân şemasından farklı olarak mekânın enine yayıldığını görüyoruz. Sinan’ın fark ettiği bir başka durum ise altıgen şemada, dikdörtgen mekânın, kubbe ve yarım kubbelerle sorunsuz olarak örtülmesidir. Her ne kadar altıgen şemayı sevmiş görünüyorsa da Sinan’ın, zaman zaman tekrar kare plana döndüğünü izliyoruz. Ancak her dönüş yenilik ve atılım doludur.

Sinan, arayışlarına devam etmeyi hiç bırakmaz. Sekizgen tabana oturan kubbesiyle Rüstem Paşa Camisi, yeni bir tasarımın ürünüdür. Denediği bu şema, Edirne’deki Selimiye Camisi’nde olgunluğa ulaşır. Osmanlı mimarlığının çok sevilen bir eseri olduğu kadar, Sinan’ın da en beğendiği yapı olan Selimiye Camisi ile Ayasofya’yı geçme arzusuna gerçekten ulaşmıştır. Taşıyıcı sistem güvenli, mekân anıtsal bir kubbe altında yalın ve bütündür. Altıgen ve sekizgen şemaların hem mekân, hem taşıyıcılık bakımından Ayasofya ile benzerliği yoktur. Selimiye’de anıtsal boyutlarda kullanılan sekizgen şema ile Ayasofya artık simge yapı olmaktan çıkmıştır.


BİR TASARIMCI VE BİLİM ADAMI

Osmanlı döneminde mimarlar devlet protokolünde çok önemli bir yer almamasına rağmen Sinan’ın konumu çok farklıdır. Üç sultanın yanında pek çok saray erkanı için de yapı tasarlayan Sinan’ın, sevilen ve beğeni toplayan bir mimar olduğu bellidir. İstanbul’a su getirmesi için Sultan Süleyman tarafından görevlendirilen Sinan, çok zor ve bilgi gerektiren bu işi başarı ile tamamlar ve sultanın takdirini kazanır. Sultan Süleyman’ın Süleymaniye gibi kendi adına yaptırdığı büyük bir caminin açılışını Sinan’a yaptırması bu takdirin en belirgin ifadesidir.
“Resmini çizip inşa ettiğim cami, mescit ve öbür önemli yapıları on üç bölüm halinde yazıp benzersiz bir risale oluşturdum, adını da ‘Tezkiretü’l Ebniye’ koydum. Umut ederim ki, kıyamete dek ona göz gezdirecek temiz yürekli dostlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır dualarıyla anarlar, inşallah” der Sinan. Onun hayatı ve eserleri hakkında kendi anlattıkları sıradan bir kişinin insanca davranışlarını gösteren anılar niteliğindedir. Ama eserlerine bakıp çok uğraş ve bilgi isteyen karmaşık tasarım ve uygulamalarını Batı’yla karşılaştırdığımızda çok sayıda eseri inanılmaz kısa sürelerde kusursuz olarak gerçekleştirmiş bir bilge kişi karşımıza çıkar.

Sinan geleneğe körü körüne bağlı değildir. Dışa açık, analizci, gördüklerinden doğru dersler ve ilhamlar alan, onları kendi görüşleri doğrultusunda senteze ulaştıran bir tasarımcı ve bilim adamıdır. Ömrünün sonuna kadar araştıran; deneyen; topografya, kompozisyon, mekân, kütle ve strüktür sorunlarına yeni çözümler arayan ve gelişmiş, değişik örnekler sunan Sinan, Osmanlı ve hatta İslam mimarisinin simgesidir.
















cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Posta Pullarında TÜRK HAVACILIK TARİHİ>
  22.Nis.2010 Per 16:04:22
Geçmişte posta gönderilerinin üzerine yapıştırılan kimi pullar, bugün Türk havacılık tarihini yansıtan minik birer belge niteliğinde...
























cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Sokakların Renkli Sesi: OSMANLI DÖNEMİNİN GEZİCİ ESNAFLARI>
  22.Nis.2010 Per 16:03:01
Osmanlı döneminin gezici esnafı yani sokak satıcıları, bağırışları ve renkli görüntüleriyle mahallelerin ayrılmaz bir parçasıydı.


Osmanlılar özgün kurumlar, örgütler oluşturmada çok ustaydılar. Esnaf loncaları da bunlardan biriydi. Bütün esnaf loncalara ayrılır, her birinin başkanı, kâhyası, ustası, kalfası ve çırakları olurdu. Kendi içinde yerleşmiş törelerine, göreneklerine, geleneklerine uyarak büyük bir disiplin içinde çalışırlardı. Çırak almak, çırağın kalfalığa yükselişi, kalfalıktan ustalığa geçiş bazen bir hafta süren eriştirme törenleriyle yapılırdı. İstanbul’un Kağıthâne, Veliefendi, Çırpıcı Çayırı gibi ünlü gezinti yerlerinde çeşitli oyunlar, gösterimler düzenlenirdi.
Osmanlı döneminde şenliklerde, düğünlerde ya da ordu sefere çıkarken, soytarılar, dansçılar, maskeli oyuncular, dev boyutlu kuklalar çeşitli oyunlar gösterirlerdi. Bu sırada tüm esnaf da iş yerlerini arabaların üzerine yükler, canlı bir biçimde uğraşlarını sergilerdi.


Osmanlı’da esnaf, kendi içinde disiplinli çalıştığı gibi, dışarıdan da çok sıkı bir kamusal gözetim ve denetim altındaydı. Eksik tartı ve ölçü kullananlar, bozuk mal satanlar teşhir cezasına çarptırılırdı.


BİR KENTİN SESİ VE RENGİ

Evliya Çelebi, on büyük ciltten oluşan ‘Seyahatnâme’sinin birinci cildinde esnafa 200 sayfa ayırır; 57 kümede 1109 esnaf türü sayar. Bunların içinde oyuncular, soytarılar, çeşitli hüner sahipleri, hatta toplumdışı ve suç sayılabilecek uğraşları bulunanlar da vardır. Böylece her şey kayıt altındadır. Evliya Çelebi esnafı, gezici esnaf ile dükkânı, işyeri olan esnaf diye de ikiye ayırır.


Gezici esnaf diye tabir ettiğimiz sokak satıcıları, sesleri ve görüntüleri ile esnafların en renkli grubunu oluştururdu. Bu yüzden hemen her kentte bir dizi resimleri yapılmıştır. Öyle ki Paris’te ‘Cris de Paris’ (‘Paris Bağırtıları’) diye bir iskambil destesi hazırlanmış, her kağıdın üzerine bir sokak satıcısının resmi ve nasıl bağırdığı basılmıştır. 1798-99 yıllarında Türkiye’de bulunan Viyanalı ressam Andreas Magnus Hunglinger da, ülkesine dönmeden önce İstanbul’daki gezici esnafın bir dizi gravürünü yapmış, bunları 1800 yılında yayımlamıştır. Hunglinger, satıcıların bağırışlarını resimlerin altına kendi yazımıyla Türkçe olarak belirtmiştir. Bu satıcıların arasında kimler yoktur ki... Kirazcı, Çilekçi, Karanfilci, Sütçü, Yoğurtçu, Kaşkaval Peynircisi, Kaymakçı, Baklacı, Muhallebici, Yelpazeci, Şerbetçi, Buzcu, Çiçek Suyu (gül suyu olabilir) Satıcısı, Ciğerci, Balıkçı, Şekerci, Şalcı, Salepçi, Bozacı, Tülbentçi, Tavukçu, Şekerci, Simitçi, Baca Temizleyicisi gibi…


Bugün artık sokak satıcıları yoklar. Günümüzde sokakların sesleri ve renkleri hızla azaldı. Küçük bir kısmı hâlâ işlerini sürdürüyorlar da, arada bir “Simitçiiii”, “Bozaaa”, “Esskicii” bağırışlarını duyabiliyoruz. Gerisi ise resimlerde, gravürlerde, siyah beyaz fotoğraflarda, anılarda...


















cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Osmanlı Para Keseleri>
  22.Nis.2010 Per 16:02:14
Osmanlı kültüründe önemli bir yeri olan para keseleri, atlasından iğne oyalısına, ipeğinden püsküllüsüne kadar bin bir çeşitti...

Doğanın bir parçası olan insan; canlı, kıpır kıpır, hareket eden bir ortam içinde ilk çağlardan beri yaşamını sürdürürken, daima gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini bin bir çeşit şekiller bularak çizdi, boyadı, yonttu, dokudu, işledi, ördü, giyindi, süslendi, birçok objeyi süsledi... Ve yaşamına duygusal, sanatsal bin bir anlam kattı. Konumuz olan Osmanlı devrinin küçücük ‘para keseleri’ de aynı eylemin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor.

SEVGİNİN NİŞANESİ
Kese; madeni paraların konulduğu ağzı bağlanıp çözülen, günlük yaşamda kullanılan küçük bir torbacıktır. Bu para kesesinin yanında ondan daha küçük mühür kesesi ve yuvarlak saat kesesi üçlü bir takım olarak hazırlanırdı. Bunun yanında sigara içenlerin bir de tütün kesesi vardı.
Bu keseleri erkekler günlük yaşamlarında üzerlerinde taşırlardı. Para kesesi, tütün kesesi, bele sarılan kuşak arasına veya giysi ceplerine sokulurdu. Zarif gençler, deriden yapılmış tütün keselerinin bağcıklarını bileklerine geçirirlerdi. Mühür kesesi ise ince bir kaytan ile boyna asılırdı. Önemli bir mühür taşıyan kişiler, gece mühür keseleriyle yatarlardı. Kese içine konan saat ise, madeni bir zincirle boyundan geçirilip cebe veya kuşak arasına yerleştirilirdi. Bu gümüş veya altın zincir ile kese içindeki saat, erkeğin süs takısı yerine geçerdi. Böylece, yaşam içinde fonksiyonel rolü olan keseler, aynı zamanda bir süs objesi gibi gururla kullanılırdı. Keselerin yapımında görülen ilginç sanatsal bezemeler, kadının el becerisinin, inancının, geleneğinin, erkeğine duyduğu sevginin bir nişanesi gibiydi. İşte bu renkli, süslü kesecikler, sanki paranın, mührün ve saatin gücüne, önemine karşılık sanatın ve maneviyatın da önemli olduğunu vurguluyorlardı. İnsan bunları her kullandığında, maddeyle duygunun ve sanatın bir arada oluşunun zevkine varıyordu.
ALLI PULLU KESELER
Osmanlılarda kese 1500-1600’lerde bir para birim ölçüsüydü. Ve çok eskiden beri Anadolu’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda esnaf arasında yardım sandığı rolünde, ‘esnaf kesesi’ denilen altı ayrı kese bulunurdu: Atlas Kese, Yeşil Kese, Örme Kese, Kırmızı Kese, Beyaz Kese, Siyah Kese. Bu keselerin alacak verecek, yardımlaşma ile ilgili farklı rolleri vardı. Hepsine ayrı ayrı akçe, altın para ve evrak konurdu.
Artık geçmişte kalan bütün bu kesecikler, yaşamla ilgili ne güzel mesajlar iletiyorlar... Kaplumbağa, kuş, kartal, horoz figürleri; bitkiler, dallar, yapraklar, tohumlar, renk renk çiçekler; ay yıldızlar, çizgiler, dalgalar, desenler, teller, pullar, boncuklar, Osmanlıca dörtlükler, tuğralar... Doğanın verilerine, insanın yaratıcı katkıları girince gözler önüne işte böyle güzel, görsel bir sanat şöleni seriliveriyor.
Sıraladığımız bu keselerden bir kısmı, tığ, şiş ve iğne oyasıyla, renkli ipek ve pamuk iplikleriyle genellikle kandil şekli verilerek örülürdü. Ayrıca keselerin ağız çevresi çeşitli oyalarla süslenir; keselerin dibine ve kese bağcıklarının iki ucuna çok güzel çiçek motifleri örülürdü. Papatya, boru çiçeği, gül, karanfil veya minik minik, renk renk püsküller bağlanırdı.
Kandil formundaki keselerin dip kısmındaki motiflere ‘badem’ denir. Üstte, ağız kısmındaki iki bordüre ‘kuşak’ adı verilir. Kesenin orta yerindeki süslemeye de ‘göbek’. Örgü keselerin içinde üst sınıfın kullandığı en lüks keseler ise altın gümüş simle örülenlerdir. Bunun yanında atlastan, desenli ipek kumaşlardan yapılanlar da şık keseler arasında yer alırdı. Renk renk boncuklu, kıpır kıpır hareketli keseleri kentlerden köylere kadar erkekler de kadınlar da severek kullanmışlardır.
İĞNE OYASIYLA BİR BAŞKA GÜZEL

Bütün bu çeşitlemelerin içinde iğne oyasıyla yapılan keseler ayrı bir zarafet örneğidir. İğne oyalı keseleri, gelinler, genç kadınlar kuşaklarına, bel kemerlerine asarak küçük, şık abiye bir çanta gibi kullanırlardı. Ayrıca bu keseler, bir çiçek demeti gibi yakın akrabalara gelinin çeyiz armağanı olarak da verilirdi. Çeyiz sergisinde, sanatsal değeri yüksek keseler, kadın el sanatlarının küçük güzel bir dalı olarak değerlendirilirdi. Bebelere armağan olarak örülen minicik iğne oyalı keselere bir altın para konarak bebenin omzuna, yastığına, beşiğine iğnelerlerdi. Kız bebeğe pembe, erkek bebeğe mavi veya kırmızı kese vermek gelenektendi.
Düğün törenleri sırasında şehirlerde ve köylerde damatlara armağan olarak verilen keseler ise çok süslü ve gösterişli olurdu. İçine de altın veya gümüş para konurdu. Şehirlerde üst sınıftan damada hediye olarak hazırlanan kırmızı atlas keselerin üzerine altın ve gümüş sırma ile dival işi nakşedilirdi. Ay yıldız, tuğralar, çiçekler, dallar, budaklar, hepsi iyi temennilerin sembolleriydi. Orta sınıfın damat keseleri de genellikle yeşil çuhadan yapılırdı ve kesenin çevresindeki çuha ince ince kesilerek çayır çimen ve çiçek şekilleri verilerek süslenirdi. Üzeri de renkli ipek iplikleriyle zincir işiyle bezenirdi. Çayır çimen sevginin, muhabbetin, mutluluğun sembolüydü. Köy damatlarına siyah kumaş üzerine pul ve boncukla bezenmiş, ağız kısmı kartal motifli, kenarları oyayla süslü, aralarına kuru karanfiller serpili keseler düğün sırasında armağan olarak verilirdi. Kuru karanfiller de kesenin parfümüydü. Ve bu kartal şekli verilerek yapılan keseler, damadın güçlü, varlıklı olması isteğini dile getirirdi.
‘KESENE BEREKET’...

İşte böyle yüzyıllardır yaşam içinde kullanılan keseler 20. yüzyılda kentlerde kullanılmaz oldu. 1980’lerden sonra, madeni para keselerini köylülerin bir kısmı da bıraktılar. Çünkü kağıt para arttı ve cüzdanlar keselerin yerini aldı. Ama keseler dilimizde deyimlerde devam ediyor: ‘Kesene bereket’, ‘kesen doluysa çık ortaya’, o kesesini doldurmaya bakar’, ‘kesesi boş küfesi boş’, ‘kesenin ağzı açılmaya görsün’, ‘hadi hadi bol keseden atma’, ‘akarın varken keseni doldur’, ‘kesesinde akrep var’, ‘kesenin dibi göründü’ ve diğerleri... Masallarımızdaki altın, gümüş keseler de hâlâ süsler hayalleri... Rüya tabirlerine göre rüyada kese görmek, işlerinizin iyi gitmesi sonucu bol para kazanacağınıza işarettir. Dolu kese görmek de, ömrünüzün sonuna dek rahat ve zengin bir hayat süreceğiniz şeklinde yorumlanır. Bir kese deyip geçmeyelim... Burada dile getirmeye çalıştığımız keseler, günümüzün şık gece çantalarına model olarak da değerlendirilemez mi? Onların üzerinde yüzlerce yılın getirdiği kadın el sanatlarının kültür birikiminin güzel, heyecan verici örnekleri var...


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >İlginç Videolar, Fotoğraflar, Grafikler, Sunumlar >Yılanlara Söz Geçirebilmek>
  22.Nis.2010 Per 15:32:02




































<<12345 678910>>