ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
11 Mayıs 2024, Cumartesi 09:27   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  cctugaycc> Forum Mesajları
    cctugaycc'e ait Toplam 96 Forum Mesajı var
<<123456 78910>>


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >İlginç Videolar, Fotoğraflar, Grafikler, Sunumlar >Dünyanın En Yüksek Yürüyen Merdiveni !>
  22.Nis.2010 Per 15:31:01
Dünyanın en yüksek yürüyen merdiveni Japonya`nın Osaka şehrinde bulunuyor.





















cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Spor >Genel Spor Muhabbeti >Motor Tamirhanesinde Başlayan Bir Hikaye / Bir Dünya Şampiyonu Kenan SOFUOĞLU>
  22.Nis.2010 Per 15:24:51
Zevk için yarışan bir motosikletçiyken, dünya şampiyonu unvanını kazanan ilk Türk motorsporcusu Kenan Sofuoğlu, piste her çıktığında başka bir başarıya imza atıyor.



Genç yaşamının hemen hemen yarısını adamış olduğu bir başarıyla tanıyoruz biz onu. Yani, şampiyonluk kürsüsüne çıktığı günün fotoğrafıyla. Ancak Kenan Sofuoğlu ismini zikretmek için, o tek ana adanmış 24 yıldan bahsetmek gerek. Genç sporcunun tarihine bakınca; hırs ve yetenek, sonsuz aile desteği, üç kardeşin dayanışması, pazarlama taktikleri ve nihayetinde sponsor markalar gibi gittikçe uzayan bir liste karşımıza çıkıyor.

Hikâyesi, babasının Adapazarı`ndaki motor tamirhanesinde başlıyor aslında. Ailenin diğer fertleri gibi motor sesine âşık, hız tutkunu olan Kenan Sofuoğlu, motorlarla haşir neşir bir çocukluk geçiriyor. Motosiklet şampiyonalarına katılan ağabeyleri gibi o da bu spora çok erken yaşlarda merak sarıyor. Özel izinle yarışlara katılmaya başladığı 16 yaşından beri de parlak kariyerinin basamaklarını çıkmaya devam ediyor. 2001 yılında Türkiye Supersport ikincisi olduktan sonra hedeflerini yüksek tutmayı tercih ederek, 2002 yılında Almanya`ya yerleşiyor. Avrupa pistlerine ilk kez adım attığı bu tarihte, Yamaha Cup şampiyonluğuyla kısa sürede dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Bugüne dek motosiklet yarışlarında Türkiye ve yurtdışında birçok şampiyonluk elde eden Sofuoğlu, yurtdışında 50, Türkiye`de ise 650’den fazla kupa kazandı. Ve bugün, Avrupa`nın önemli takımlarının peşinde koştuğu, Dünya Supersport Şampiyonası`nda birbiri ardına yarış kazanan bir sürücü olarak yeni şampiyonluk hedeflerini planlıyor.


Kenan Sofuoğlu`nun dönüm noktalarından bahsedebilir misiniz biraz; iki tekerin üzerine çıktığınız ilk gün ya da babanızın yarışmanız için vekaleti imzaladığı an bunlardan biri miydi?

Benim için dönüm noktası aslında Almanya`da katıldığım ilk Yamaha Cup`ta sonuncu olmam ve daha sonraki ilk yarışta hırsım ve azmimle piste çıkıp birinciliği almamdı. Bu deneyim, bugünkü dünya şampiyonu ünvanına basamak olan en anlamlı dönüm noktasıydı.

16 yaşında, Türkiye Motosiklet Federasyonu`nun özel izniyle girdiğim ilk yarışı da diğer bir dönüm noktası olarak atlayamayacağım.

F1`in İstanbul`a gelişi, sizin başarılarınız, Dakar`da düzenli olarak bir Türk ekibinin yarışması gibi pek çok etken, motorsporlarına olan izleyici ilgisini artırdı. Motorsporlarının daha da ilerlemesi açısından ülkemizdeki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Motorsporlarına bakış son üç yılda Türkiye için gerçekten çok değişti. Tabi ki İstanbul Park`ın yapılmasının bunda büyük payı var. Eskiden sadece televizyonlarda izleyebildiğimiz dünya çapındaki organizasyonlar artık ülkemizde düzenleniyor. Dolayısıyla da, daha büyük bir kitlenin ilgisini çekmeye başladı. Ancak yine de yolun çok başındayız. Örneğin, üç gün süren MotoGP yarışlarını toplam 35 bin kişi izlerken, aynı yarışa İspanya`da 120 bin kişi geliyor. Bu da aslında tanıtım tarafındaki eksikliğimizi gösteriyor. Öyle ki, dünya şampiyonu olmam Avrupa`da büyük yankı uyandırdı. Bu boyutta bir başarıya imza atmış olmamı sık sık dile getiriyorlar.

Vazgeçme noktasına geldiğiniz anlar oldu mu hiç?

Almanya`daki ilk yarışımda, Yamaha Cup`ta sonuncu olduğum zaman “Baba biz bu işi bırakalım ve memlekete dönelim” dedim. Babam ise, asla pes etmememi ve sonuna kadar girmem gerektiğini söyleyerek, yarışlara devam etmem konusunda beni ikna etti. Bugünkü başarımı elde etmemde büyük payı var.


Sponsorlar, motorsporları açısından büyük önem taşıyor. Yurtdışı ve Türkiye`deki sponsorluk anlayışını karşılaştırdığımızda nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?

Size bu konu ile ilgili şöyle bir örnek vermek istiyorum. 2006 dünya Supersport şampiyonu takım arkadaşım Charpentier, ülkesi Fransa`dan birçok kişisel sponsorluk almış durumda. Belki bunda, bizim global olarak rekabet eden markalarımızın olmamasının etkeni büyük olabilir. Ben son üç yıldır dünyada bir yerlere geleceğimin işaretini vermiştim. Ne zaman ki dünya şampiyonu oldum, o zaman destek olmak isteyenlerin sayısı arttı. Bildiğiniz gibi bazı reklamlarda oynadım. Global markalarla yaptığım kişisel sponsorluk anlaşmaları, yavaş yavaş dünya standartlarına ve benim istediğim boyutlara geliyor.

Kros motosikletlerle de yarıştınız. Arazi sürüşünün, pistteki sürüş tekniğinizin gelişmesinde nasıl bir etkisi oldu?

Her kategorinin ayrı bir tekniği vardır. Kros biraz daha fazla arazi koşulu ve engellerle yapılan bir yarıştır. Sorunuzun cevabı ise; tabi ki evettir. Her türlü motosiklet kullanımı sokaktaki insan için bile bir tecrübedir.

Motosiklete binmek dışında, kondüsyonunuzu artırıcı bir antrenman programınız var mı?

Evet, kondüsyonumu artırmak için düzenli olarak alet çalışıyorum. Kilo almamam ve fit olmam gerekiyor. Sadece kafanız ile değil fizik gücünüzle de yarışıyorsunuz. Dolayısı ile kafa sağlığınız gibi vücudunuzun da dinç olması gerekiyor. Eğer bulunduğum yerde spor yapacak bir ortam yoksa yürür ya da koşarım. Yani spor yapmadan duramam.


Mekanik bilginizin iyi olduğunu duyuyoruz, bu bilgiler yarışların daha çok hangi aşamasında işe yarıyor?

Isınma ve antrenman turlarında hissettiğim sıkıntıları hemen mekanikerlerle tartışarak ideal hale getirilmesini sağlarım. Mekanik bilgimin bana yarış öncesi çok faydası oluyor. Böylelikle de hazır bir motorla yarışmama yardımcı oluyor.

Şampiyonluğa devam etmenin ötesinde gelecek için, Türkiye`de motorsporları kültürüne hizmet edecek bir proje hayaliniz var mı?

Evet. MotoGP akademi gibi bir okul düşünüyorum. Bizim de İtalya ya da İspanya`daki gibi yarışan sporcularımız neden olmasın? Olması için gelecekte bir yarış okulu akademisi açmak istiyorum. Bununla ilgili planlarım ve projelerim var. Ancak motosikleti kullanan ve motorsporlarını seven bir toplum olabilmemiz için güvenli sürüş eğitimleri vermeyi de düşünüyorum.





cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Spor >Genel Spor Muhabbeti >Çimlerle Serenat....GOLF>
  22.Nis.2010 Per 15:24:09
Aşk gibidir golf. Ciddiye almazsanız tadının çıkmadığı, yenilginizi fazla ciddiye alırsanız da kalbinizin kırıldığı...




Bakımlı çimleri olan göz alabildiğine uzanan dev bir arazi... Sporcunun elinde özel bir sopa. Tüm dikkati, yerdeki beyaz minik topta. Konsantrasyon dorukta. Ardından sopanın havada geniş bir kavis çizip yerdeki topla buluşması. Ve şiddetli çarpma sonucu topun metrelerce uzaktaki çukurun içine yuvarlanması. İşte size golf...

YASAKLI SPOR

Beş asır önce İngiliz aristokrasisinden dünyaya yayılmış golf. Söylenti o ki, İskoçyalı denizciler karaya ayak bastıkları zaman ellerine geçen sopaları, yolda buldukları taşlara vura vura oynayarak gidermiş. Bu durum, İngiliz soyluların ilgisini çekmiş. Zamanla saray bahçelerindeki çim arazilere taşınır bu ‘sopa-taş’ oyunu. Yuvarlak taşların kalın sopalarla deliklere sokulması ile oynanan golf, askeri faaliyetleri engellediği gerekçesiyle II. James tarafından 1457 yılında yasaklanır.

Kral IV. James ise bu oyunu çok sever. 1502’de yeniden oynanmaya başlanan golf, zamanla saraydan halka iner. 1552’de İskoçya’nın St Andrews şehri Başpiskoposu yayımladığı bildiri ile golf turnuvasının ilk kez bu kentte yapılmasına izin verir. İlk kadın golfçü ise 1567`de İskoç kraliçesi Mary Glof olur. Golf, olimpik kimliğine ise 1900 Paris Olimpiyatları’nda kavuşur.



60 MİLYON TUTKUNU VAR

Golf bugün dünyada, 13 milyonu lisanslı, 50 milyonu da lisanssız 60 milyonu aşkın kişi tarafından, toplam 27 bin sahada oynanan bir spor. En fazla golf sahası ve oyuncusu ABD’de. Amerika’da 16.900 golf sahası ve 4.5 milyon oyuncu var. Onları 1303 saha ve 484 bin oyuncu ile Avusturya, 1268 saha ve 371 bin oyuncu ile Avustralya takip ediyor. Sevilmesinin ve yaygın olarak oynanmasının temel nedeni ise, sağlıklı ve çevreye en az zararlı sporlardan birisi olması. Ayrıca 7’den 77’ye her yaştan kadın erkek tarafından yapılması ise bir başka çekici tarafı.
Golf, spor dünyasında ise çok özel ve çok ‘cool’ bir spor dalı.



TÜRKİYE ATAKTA

Türkiye golf konusunda çok elverişli bir iklim, arazi ve su varlığına sahip. Bu spor, Türkiye’de yeni yayılmaya başlamasına rağmen dev adımlarla ilerleyen bir süreçte. Özellikle Antalya`nın Belek beldesi gerek eşsiz kültürel, tarihsel ve doğal yapısıyla gerekse de nitelikli golf sahaları ve tesisleri ile dünya golf turizmi için büyük potansiyel. Türkiye’de golf tesisleri çoğunlukla sahile yakın, ultra modern konaklama tesislerinin içinde. Alışveriş, eğlence ve tarihsel dokuların bulunduğu yerlerin yakınında. Yani bu tür yerler, hem tatil hem de spor yapmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Uluslararası kriterlere göre Türkiye’de dokuz saha ve altı yüze yakın oyuncu var. Golf, Türkiye’de öyle yoğun ilgi görmeye başladı ki, bir iki yıl içinde Antalya’nın yanı sıra İstanbul, Ankara ve Muğla’da uluslararası standartlarda dokuz sahanın daha açılması planlanıyor.


NASIL OYNANIR?

Golfe başlamadan önce rahat bir pantolon giymek gerek. Üstüne de mevsimlerden yazsa t-shirt, kışsa kazak... Asıl malzemeler ise, golf sopası çantası, çivili ve normal olmak üzere iki tip golf ayakkabısı, eldiven, üç driver, bir putter, bir pitch wedge, bir sand wedge, sekiz iron tipi 14 tane golf sopası. Elbette bu sporu yapabilmeniz için de, pek çok doğal ve yapay engelin bulunduğu, uzunluğu 100 metre ile 600 metre arasında değişebilen 9 veya 18 delikli bir saha gerekiyor.

Partnersiz tek başına oynanabilen golf, uluslararası yarışmalarda yaklaşık 70 hektarlık, 18 delikten oluşan bir alanda ortalama 70 ile 72 vuruşla oynanıyor. Başlangıç vuruşunda top, tee (golf pimi) üzerine konur. Oyuncu üzerinde sayıları 350 ile 500 arasında değişen noktacık bulunan topa bunun üzerinde vurur. Deliğin mesafesi 228 metreye kadarsa üç vuruş, 229-434 metre arasındaysa dört vuruş, daha uzunsa beş vuruşluk hakkı vardır. Oyunu, en az vuruş yaparak bitiren oyuncu kazanır. Golf sporunda iki oyun biçimi uygulanır: Stroke play (vuruş oyunu) ve stablefort (puan oyunu).
Stroke play`de topu en az vuruşla deliğe sokan oyuncu kazanır. Stablefort`ta ise her oyuncu turnuvada yer alan bütün öteki oyuncularla mücadele eder ve her çukurdan aldığı puanlar toplanır; en çok puanı yapan oyuncu kazanır.



KURALLAR ÇOK SIKI

Golf, rahat bir oyun gibi görünse de aslında çok büyük disiplin gerektirir. Her şeyin olduğu gibi bu sporun da uyulması gereken kuralları var. Eğer gömlekle ya da kot pantolonla golf sahasına girmeyi düşünüyorsanız, sakın buna yeltenmeyin. Golf ayakkabısı olmadan sahaya girmek de hoş bir durum değil. Ve daha birçok kural... Vuruş sırasında diğer oyuncular konuşamaz ya da vuruş yapana yakın duramaz. Diğer oyuncuların hattına basılmaz. Bayrak direği, topun gireceği deliği zedelemeyecek biçimde dikilir. Oyuncu kum engelini terk etmeden önce kumda kendisinin neden olduğu bütün çukur ve izleri kapatmak zorundadır.




AŞK TADINDA

Golf, spor olmasının yanı sıra aynı zamanda bir turizm biçimidir. Çünkü sporcuya değişik sahalarda oynamak ayrı bir tat verir. Bu nedenle golf oynayanlar iyi de birer gezgindir. Golf ayrıca her yaşta insanın yapabileceği bir spor. Yeşil bir alanda 4-5 saat boyunca en az altı kilometre yürümek, yarışma sırasında 100-150 vuruş hareketi yapmak sağlık açısından da çok faydalı. Aynı zamanda zihinle de oynanan bir spordur golf. Oyun sırasında konsantre olmak çok önemli; çünkü aklınız başka yerdeyken vuruş yapabilmeniz mümkün değil. Golf sporunun sadece yüzde yirmisi mekanik ve teknikten oluşur. Kalan yüzde sekseni felsefe, eğlence, romantizm, inat, çevrecilik ve sohbettir. Tabii ki yenilince de trajedidir. Bir başka deyişle de “Bir aşk hikâyesi gibi... Ciddiye almazsanız tadının çıkmadığı, yenilginizi de fazla ciddiye aldığınızda kalbinizin kırıldığı bir oyun”dur aslında golf...



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Spor >Genel Spor Muhabbeti >Üç Bantın Sihirbazı......Semih Saygıner>
  22.Nis.2010 Per 15:23:26
Bilardoda ‘dünyanın bir numarası` olan Semih Saygıner, geliştirdiği teknikler ve kendine has tarzıyla kazanmadık kupa bırakmıyor. Yaptığı işte dünyanın en iyisi. Bir şampiyon. Dünya Bilardo Federasyonu tarafından 2003 yılında “dünyanın en iyi bilardocusu” seçilen bir isim. Kazanmadığı kupa yok, üstelik de rakiplerine ezici bir fark atarak. Ama “fazla kupanın göz çıkarmayacağını” düşünüyor. Bilardo literatürüne geçen 40 vuruşu var; özel formüllü. Avrupa liginde Portekiz`in Porto kulübünde ama Türkiye adına yarışan bir sporcu. Günde sekiz saat antrenman yapıyor; haftada dört gün spora gidiyor. Ortaokul mezunu, ama yedi dil biliyor. Çünkü insanlarla kendi dillerinde diyalog kurmayı seviyor. İnsanın sadece kendi kalbine değil, başkalarınınkine de dikkat etmesi gerektiğini düşünüyor; kimseyi kırmamaya çalışıyor. Onun yaşamı pek çok gence örnek olacak bir başarı öyküsü. Bir insanın isterse ve severse her şeyin üstesinden gelebileceğini, başarıya ulaşabileceğini gösteriyor. Pes etmeden çalışarak, yeteneklerini kullanmasını bilerek ve kendine güvenerek zirveye ulaşmanın adı o: Semih Saygıner...




Kendinizi nasıl aşıyorsunuz? Şu anda dünya şampiyonu olduğum zamankinden farklı oynuyorum. Diyorlar ki, “Neyi değiştirdin, ne yapıyorsun?” Daha iyi nasıl sonuç alabilirim diye değişik vuruşlar deniyorum. Saatlerce antrenman yapıyorum. İşin teknik boyutunun dışında psikolojik boyutu da var. Sahada psikolojik bir savaş yaşanıyor. İnsanın ne düşündüğü, heyecan ve korkularını yenmesi çok önemli. Bir taraftan haftada dört gün spora giden, kendine bakan bir adamım. “Ben nasılsa şampiyonum, kimse de beni yenemez” diye olaya bakarsan yenerler. Muhammed Ali`nin bir sözü var:

“Bu kadar büyük başarımın tek bir sebebi vardı. Maçlarıma iyi hazırlanmam”.



Üç bantın kralı olarak anılıyorsunuz. Masada stratejik hesaplamalar yapıyor musunuz? Sadece antrenman yaparken kuruyorum. Ama o kadar hızlanmış ki o mekanizma, anında görüyorum ne yapacağımı. “Deha dediğiniz şey yüzde 1 yetenek, yüzde 99 çalışmaktır.” Çalışmak şart ve çalışırken de kendini geliştirmek önemli. Bilardoyu satranca benzetirler zaman zaman. Ama aslında çok önemli bir fark var. Satrançta düşündüğünüz en önemli hamleyi herhangi bir kimseye oynattırabilirsiniz. Ama bizde düşündüğümüzü hayata geçirmek ancak toplara can vererek, toplara hükmederek olur. Bu da işin zaten spor tarafı. Önce bedenimizi terbiye ediyor, terbiye ettiğimiz bedenle de topları terbiye ediyoruz.

Sizinki büyük bir başarı öyküsü. Sizi hayata bilardonun bağladığını söylüyorsunuz. Bilordo size neler kattı? Yaşadıklarımdan ötürü potansiyel bir suçlu olabilecekken, dünyanın zirvesinde bir sporcu oldum. Bunun nedenini karakteristik özelliklerimin dışında, bilardonun kendi iç dinamiğinde olan unsurlar da aradım ve bazı sonuçlara vardım. Bilardo insanı özeleştiriye itiyor. Bilardoyu hiç bilmeyen adam bile ıstakayı ilk eline alıp vurduğunda ve başarısız olduğunda “ben yapamadım” der. Beyniniz bilgisayar gibi çalışmaya başlıyor. Maç esnasında masaya gelip pozisyonu gördüğümde nereden vuracağımı biliyorumdur topa. Fakat yine de çevresinde dolaşıp kontrolleri yaparım. Çünkü farklı bir açıdan baktığım zaman başka bir pozisyon görebiliyorum. Dolayısıyla bilardo olaylara değişik açılardan bakmayı da insana öğretiyor. Bilardo bir salon sporudur ve salon insanı olmayı öğretir insana. Salon insanı olmak nedir? Ayrı dilden, dinden, ırktan olsan da aynı mekânda bir arada yaşamayı öğrenebilmek demek. Biz barışçıl, salon insanı olmayı başarabilmiş insanlarız.




Peki siz bilardoya neler kattınız?

Bu spora farklı bir boyut getirdiğim kesin. Hollanda gazetelerine haber de oldu bu. ‘Üç bantın yeni boyutu` diye. Yeni vuruşlar buldum. Bilardo oyununda vuruşların tolerans farkları vardır. Yani bazı vuruşlar en ufak bir hatayı bile affetmez, sayı yapamazsınız. Öyle pozisyonlar vardı ki, hatasız vurmak neredeyse mümkün değil. Dolayısıyla ben de dahil olmak üzere en profesyonel oyuncular bile yüz vuruştan beşini sayıya çevirebiliyordu. Ben onlara bir formül geliştirerek başarı payını yüzde beşten yetmiş beşe çıkardım. Bir anda dünyada olay oldu.

Tesadüf olduğunu ileri sürdüler. Televizyonda canlı yayında bu vuruşların bazılarını yaptım, anlattım. Artistik bilardo diye bir dal var. Bu alanda yeni bir tarz yarattım dünyada. Diyaloğu seven biriyim. Anekdotlar anlattığım, espriler yaptığım bir ‘one-man show`a dönüştürdüm bu dalı.




Bir bilardocunun gerçekleştirmek istediği tüm hayalleri gerçekleştirdiniz? Başka ne kaldı? Hayal biter mi? Hayalin bittiği yerde hayat biter. Ben sadece bilardo oynayan bir adamdan ibaret değilim. Yaptığım işte, hayata bakışımda hayalleri olan bir insanım. Hayallerimden biri, bu sporun Türkiye`de ciddi anlamda televizyonlara girmesini sağlamak. İnsanların televizyonda, futbol kadar olmasa da bir şekilde, kısa kısa görüntüler de olsa ligleri, maçları takip etmesini sağlamak. Olacağına da inanıyorum. Çünkü Türkiye`de 400 binin üzerinde bilardo masası var. İnsanların ne kadar bilardoyu sevdiğini, uğraştığını çok iyi biliyorum. Bilardonun Türkiye`de olması gerektiği yere gelmesi için her türlü çalışmayı yapmaya hazırım. Bu arada sporculuğumdan da ödün vermem. On sene daha devam etmek istiyorum. Daha kazanacağım çok kupa var.




cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Spor >Diğer Kulüpler >Bir Kulüpten Daha Fazlası / FC Barcelona>
  22.Nis.2010 Per 15:20:36

Valdez… Pique… Puyol… Xavi… Messi… Henry… 98 bin kişilik futbol mabedi Camp Nou’da bu isimler yankılandıkça biraz daha gururlandık. Zira FC Barcelona takımının sahaya girdiği noktada kullanılan sembolik kapı, Türk Hava Yolları’nın logosu ile kaplanmıştı. Maçta her atılan gol, bizlere daha başka bir mutluluk verdi. Zira skor tabelasında Türk Hava Yolları ibaresi 90 dakika boyunca yer aldı. Reklam tabelalarında THY ilanı sürekli dönüyordu. Kısacası 18 Ocak akşamı Nou Camp’a FC Barcelona’nın şiirsel futbolu ile birlikte THY de damgasını vurdu. FC Barcelona, dünyanın en başarılı kulüplerinden biri. Şu anda Chelsea ve Manchester United’ı geride bırakarak UEFA takımlar sıralamasında birinciliğini koruyan Barça’nın en çok konuşulan başarısı ise son sezonda aldığı altı kupa. Katalan kulübün stadyumunun altında bulunan görkemli müzesinde Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, Süper Kupa Şampiyonluğu, İspanya Ligi Şampiyonluğu, İspanya Süper Kupası Şampiyonluğu, İspanya Copa Del Rey Şampiyonluğu ve Kulüpler Kupası Şampiyonluğu kupalarını bir arada görmek mümkün.





FC Barcelona’nın bu benzersiz başarısının ardında birçok neden yatıyor. Bu nedenlerin başında Katalan ruhu geliyor. Her biri yıldız olan oyuncular, takım ruhu içerisinde takımın hizmetinde çalıştıklarının farkında. 1982’den bu yana formasına reklam almayan FC Barcelona, son yıllarda sosyal konulara olan hassasiyetin bir göstergesi olarak UNICEF amblemini formalarında kullanıyor. Tüm bu yaklaşımları FC Barcelona’yı farklı bir kulüp yapıyor. İşte bu yüzden kulübün mottosu “Bir kulüpten daha fazlası…”



Katalan kulübün önemli bir özelliği de tam anlamıyla bir futbolcu fabrikası olması. ‘Centera’ adı verilen altyapısı FC Barcelona’ya her dönem değerli oyuncular vermiş. Bu isimler arasında Victor Valdés, Carles Puyol, Xavi, Andres Iniesta, Bojan Krkic, Lionel Messi ilk akla gelenler… Uygulanan bu strateji bir yandan kulübün yetenekli, gençleri keşfetmesini sağlarken diğer yandan bütçesini dengeli kullanmasına imkân veriyor. Cantera’da tüm genç yetenekler neredeyse as takımla aynı şartlarda antrenman yapıyor ve en iyi teknik direktörlerle çalışıyor. Bu özen, sonunda başarıyı getiriyor. FC Barcelona Başkanı Joan Laporta da altyapının önemini şu sözleriyle vurguluyor: “Takımımızda oynayan oyuncuların neredeyse yüzde 50’si altyapıdan yetişmedir.”



2023 stratejisi kapsamında dünyanın küresel ölçekte en önemli havayolu şirketlerinden biri olma vizyonuyla hareket eden THY, FC Barcelona gibi global bir markayla yan yana gelmenin avantajlarını yaşayacak. THY Genel Müdürü ve İcra Kurulu Üyesi Doç.Dr.Temel Kotil, 20 Ocak’ta Barselona’da yapılan imza töreninde “Dünyanın en büyük takımının kanatları olmaktan mutluluk duyuyoruz” sözleriyle bu anlaşmanın önemini vurguluyordu.

Sponsorluk anlaşması çerçevesinde, Türk Hava Yolları FC Barcelona’nın ‘resmi sponsoru’ unvanı ile FC Barcelona’nın Nou Camp stadındaki reklam panoları başta olmak üzere tüm mecralarında reklam ve logoları ile yer alacak, FC Barcelonalı futbolcularla reklam filmi çekebilecek, tüm dünyada bu sponsorluğun iletişim ve reklamını yapabilecek. Türk Hava Yolları FC Barcelona’yı İspanya dışında gerçekleştirilecek turnuvalara ve kamplara taşıyacak.



Thy Bize Şans Getirdi

Xavier Hernandez i Creus, nam-ı diğer Xavi (Çavi şeklinde okunuyor). Efsanevi FC Barcelona takımının Iniesta ile birlikte orta sahadaki beyni. İnanılmaz kıvrak bir oyun zekâsıyla Manchester United’ın teknik direktörü Sir Alex Ferguson’ı kendisi hakkında “Hayatında aldığı topu başka birine verdiğini sanmıyorum” dedirtecek kadar iyi bir tekniğe sahip.

Xavi tam bir FC Barcelona ‘ürünü’. Zira kendisi Katalan doğumlu, futbola FC Barcelona’nın altyapısında başlamış. Zamanının en iyi altyapı hocalarıyla çalışmış. Daha ilk günlerinde o dönemki takımın efsane orta saha oyuncusu, şu anki teknik direktör olan Josep Guardiola kendisine örnek gösterilmiş. Hatta Guardilola Xavi için; “Bu çocuk sonunda beni emekliye ayıracak” diyecek kadar onu sahiplenmiş. Xavi, FC Barcelona’nın genç takımında da başarılara imza atmış. A takıma yükseldikten sonra da istikrarını korumuş. Gelen transfer tekliflerine dahi “FC Barcelona benim yuvam, buradan ayrılmak istemiyorum” şeklinde cevap veren Xavi, kulüple sözleşmesini 2014 yılına dek uzatmış durumda.



FC Barcelona’nın mottosu; “Bir kulüpten daha fazlası”… Bu ne anlama geliyor Xavi?

Biz Katalanlar kendi yaşadığımız bölgeye, kendi toprağımıza son derece bağlıyız. Bu duygu artık sadece bizlere özel değil, global bir yaklaşım haline gelmeye başladı. FC Barcelona, sosyal uygulamaları benimseyen ve hayata geçiren bir kulüp. Örneğin formamızın önünde tek bir reklam var o da UNICEF reklamı ve bunu bir sosyal sorumluluk olarak görüyoruz. Tüm bunlar bizi bir kulüpten fazlası yapıyor.

Bir yılda altı kupa aldınız. Bu başarının ardında yatan sır nedir?
Bu başarı birçok faktörün toplamından oluşuyor. Çok iyi ve çok yetenekli oyuncularımız var. Görevimizi en iyi şekilde yapmak için çok iyi biçimde çalışıyoruz. Ortamımız çok iyi, soyunma odasında her şey mükemmel, herkes çok iyi anlaşıyor. En önemlisi oyuncularımız çok kaliteli ve bu kalite başarıyı getiriyor.



Bu rekor başarıdan sonra bir sonraki sezona nasıl motive oluyorsunuz. Bir tatmin hissi yaratmıyor mu sizde?

Şunu çok iyi biliyoruz ki futbolda hiçbir zaman durmamak lazım. Biz de duramayız. Maçlar, organizasyonlar devam ediyor ve biz de bunların bir parçası olmak, daha ileriye gitmek zorundayız. Ligler, Şampiyonlar Ligi, kupalar her yıl yeniden başlıyor ve devam ediyor. Çok iyi biliyoruz ki buna ayak uyduramazsak, kazanmaktan yorulursak tekrar başarılı olamayız. FC Barcelona’da tarih yazmak istiyoruz. Umarım daha fazla başarılara imza atarız, tek amacımız budur.



FC Barcelona’da mükemmel bir altyapı sistemi var ve sen de bu altyapıdan yetiştin. Altyapı FC Barcelona’nın başarısında hangi rolü oynuyor ve bu sistem nasıl oluşturuldu?

Gerçekten de FC Barcelona’da altyapının önemi çok büyük. Genç ve yetenekli oyuncular sekiz yaşından itibaren altyapıya katılıyor ve çok iyi antrenörlerle çalışıyor. FC Barcelona’nın bugünkü başarısındaki en büyük faktör, altyapıdan kaliteli bir eğitim alarak yetişen oyuncular.

Son dönemde FC Barcelona çok atak ve dinamik bir futbol oynuyor. Teknik direktör Guardiola’nın sistemini nasıl buluyorsun?
Guardiola ile birlikte oyun sistemi ve taktik ciddi biçimde değişti. Teknik ve taktik olarak farklı bir sistem geldi. Bizleri çok iyi motive etti ve takım olarak çok iyi çalıştık. Bizlere önemli olduğumuzu hissettirdi, o ruhu bizlere aşıladı. Bu da FC Barcelona’yı daha güçlü bir takım haline getirdi.

Birçok yıldızın bir arada olduğu takımlarda uyum sorunu olur. FC Barcelona’da herkes yıldızken bu uyum nasıl yakalanıyor?

Yıldız oyuncular şunu anlamalılar ki, onların asıl görevi takım için çalışmak. Hepimiz takımın hizmetindeyiz. Eğer yıldız oyuncu, bu bilince ulaşırsa daha parlak bir oyuncu olur yoksa git gide yıldızı söner. Eğer bir oyuncu bireysel yıldız olmak istiyorsa gidip tenis veya golf oynaması onun daha hayrına olur.

Futbolun endüstriyelleşmesi son dönemin en önemli konusu. Bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsun?

Şüphesiz ki futbol çok büyük bir iş alanı haline geldi. Çok global bir iş alanından bahsediyorum. Sonuçta bu bir ticaret ve çok büyük bütçeler, çok büyük paralar dönüyor. İzleyiciler, oyunu izlemek için statlara giriş parası ödüyor, televizyon kanalları maçları yayınlamak için ciddi maliyetlere katlanıyor. Sokaktaki insan maçı izlemek için yayıncı kuruluştan hizmet satın almak zorunda. Tüm bunlar futbolun nasıl büyük bir endüstri olduğunun en güzel kanıtları.

Modern futbolda senin pozisyonunda oynayan bir oyuncunun hangi özelliklere sahip olması gerekli?



Modern bir orta saha oyuncusunun öncelikle oyunu çok iyi okuyabilmesi gerekli. Fiziksel olarak çok iyi durumda olması ve her zaman takımın oyununu düşünmesi, takımı iyi oynatması lazım. Bir de top kaybetmemek ve golle sonuçlanacak akıllıca pasları oluşturması gerekiyor.

THY’nin FC Barcelona’ya sponsor olmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Bu bizler için güzel bir haber. Yapılan basın toplantısını da izledim. Başkanımız Joan Laporta THY’nin Avrupa’nın en iyi dördüncü havayolu olduğunu vurguluyordu. Bizim için de böylesi bir işbirliği bir ayrıcalıktır. Biliyorsunuz Abu Dabi’ye de THY ile uçmuştuk.

Yolculuk nasıldı?

Çok rahat bir yolculuktu. Herkes çok iyi davrandı bize. Uçak çok güzeldi. En önemlisi THY bize şans getirdi. Sponsorluğun uzun yıllar devam etmesini diliyoruz.

Türk okurlara son bir mesajınız var mı?

FC Barcelona’ya verdiğiniz destek için çok teşekkür ederim. Futboldan ve FC Barcelona’dan keyif almayı sürdürmelerini temenni ediyorum. Biz bunun için elimizden geleni yapıyoruz. Şu ana kadar bize gösterilen desteğin sürmesini rica ediyorum. Çünkü Türkiye’den gelen bu destek bizi çok mutlu ediyor.



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >Aşk ve Sevgi üstüne >Buraya Kadarmış...G-İ-D-İ-Y-O-R-U-M>
  22.Nis.2010 Per 15:18:04


Gidiyorum
Umut bahçesinden topladığım çiçeklerle
Ardıma bakmadan
Belki tökezleyerek ama gururla başım dik
Geçmişle yapılan hesaplaşmaları zihnimden silerek
Cebimde kalan sevgi kırıntılarıyla sessizce
Sevgisiz bir gönüle istifamı vererek

Gidiyorum
İstenmediğim sevdalardan
Akıttığım göz yaşlarını denizlere katarak
Söylenen yalanları rüzgarlara savurarak
Hızla tırmandığım aşkın everestinden
Buzdan kanatlarımla süzülerek iniyorum sessizce


Gidiyorum
Ellerini, gözlerini, sözlerini, o güzel gülüşünü bırakarak
Kalbinde bana ayırdığın yeri boşaltarak
Sevgimi ellerine veriyorum bir güvercin saflığında
Avuçlarını aç sensizliklere sal beni gidiyorum
 
Hidayet Demir


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Önemli Bilgiler >Bilinçaltının Gizli Dili....R-Ü-Y-A-L-A-R>
  22.Nis.2010 Per 13:41:23
İstatistiklere göre her birimiz bir gecede yaklaşık 4 ila 5 rüya görürüz. Hayatımızın ortalama 5 yılını rüyada geçiririz. Rüya görmediğini söyleyenler, sadece rüya gördüklerini hatırlamayanlardır. Bu, uyku laboratuarlarında bilimsel olarak tespit edilmiş bir gerçektir. Rüyalarımız, şöylesine bir baktığımızda birtakım anlamsız ve bölük pörçük görüntüler gibi gelebilir; ama rüyalarımıza belli bir bilgi birikimiyle derinlemesine baktığımızda asla öyle olmadıklarını görürüz. Rüyalarımız, kendimizle ve yaşamla ilgili çok önemli konuları düşündüğümüz, tartıp biçtiğimiz, kapsamlı bir biçimde değerlendirdiğimiz, en önemlisi kararlar aldığımız anlardır. Bu değerlendirme ve kararlar, uyanık-bilinçli zihnimizle yaptığımızdan çok daha güvenilir ve etkindir; çünkü tüm zihnimizi bir buzdağı gibi düşünür ve bilinçli zihni buzdağının suyun üstünde görünen küçük kısmına, bilinçaltını da suyun altında kalan devasa büyüklükteki asıl kısmına benzetecek olursak, uyanık yaşamımızda zihnimizin sadece bilinçli yanı işlev görürken, rüyalarda bilinçdışı yan işlev görür ve hayatımızda asıl etkin olan da bilinçdışı zihindir. Bilinçaltı, doğuştan getirdiğimiz özümüzdür. Milyarlarca yıllık yaşam deneyiminden devşirilmiş sonsuz bilgelik, zenginlik ve yaratıcılık kaynağıdır. O, bizim hazinemizdir.

Rüyalarınızı Kendi Kendinize Analiz Etme Metodu

Peki, rüyalar bu kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğu halde, neden onları hakkıyla anlamaktan bu kadar uzağız? Neden yaşamımızın bu 5 yıllık dönemi bizim için karanlık? Bu aynı zamanda kendimize, özümüze, sahip olduğumuz doğal zenginliklere de çok uzak olmak demek değil mi? Bunu değiştirmek için yapabileceğimiz bir şeyler var mı? Rüyalarımızı anlamak mümkün mü? Peki ama nasıl?
Rüyalarımızı anlamamamızın asıl sebebi, onlara günlük dilin gözü ile bakmamızdır. Böyle bakınca anlamsız, mantıksız birtakım görüntüler gibidirler. Halbuki, rüyalar bilinçaltının dili ile konuşurlar. Bu dil, aynı zamanda doğanın dilidir. Bu dilin şifresini çözmeyi öğrenmemiz gerekir. Ve bu mümkündür! Bu dilin şifresini çözebildiğimizde rüyalarımızı anlayabilir ve onlar aracılığı ile bilinçdışımızdan gelen bilgelik dolu mesajları görme şansına sahip olabiliriz.
Rüyalarınız hakkında doğru bir değerlendirme yapabilmek için her gün gördüğünüz rüyaları ayrıntılarıyla birlikte bir deftere yazın. Aradan birkaç hafta geçtiğinde kaydedilmiş pek çok rüyanız olacak. Bunları ardı ardına okuyup incelediğinizde birçok ortak nokta içerdiklerini, sizinle ilgili mesajlar verdiklerini hayretle fark edeceksiniz. Yani işin sırrı, rüyaları ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız değil, bir bütünün birbiriyle bağlantılı parçaları olarak düşünmek ve onları bir bir bütün olarak değerlendirmek.

Rüyalar Hakkında Yorumlar

Hz. Muhammed`e inen vahyin rüya ile başlaması ve Kuran-ı Kerim`in birçok ayetinde bazı peygamberlere rüya ile gerçekleşecek birtakım olaylar hakkında işaretler verilmesi İslam alimlerini rüyanın üzerinde yoğunlaşmasını sağlamıştır. Mesela Kur`an-ı Kerim`de Hz. Yusuf`un rüyası, Hz. İbrahim`in, oğlunu kurban etmek hususunda gördüğü rüya ile amel etmesi İslam alimleri açısından bir örnek olmuştur. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname isimli eserinde insan kalp ve ruhunun uyku ve ölümle temizlendiğinden bahsederek şöyle der: "Allah dostları demişlerdir ki; ruhun berzah alemine açılmış iki penceresi vardır: uyku, ilham."
Sigmund Freud rüyayı çocuksu ve akıldışı arzularımızın bir tatmini olarak görür. Rüyalarımızı oluşturan motifleri akıldışı arzularımız ve düşüncelerimiz olarak yorumlar. Ona göre, uykumuzda, gündüzleri varlıklarından haberdar olmadığımız veya olamadığımız dürtülerimiz canlanmaktadır. Bilincimiz tarafından bastırılan ve dışlanan akıldışı nefret, hırs, kıskançlık ve özellikle de çarpık cinsel arzular, rüyalarımızda birdenbire ortaya çıkıverirler. Freud, bu akıldışı arzuları içimizde taşıdığımızı fakat toplumun etkisi nedeniyle onları bastırmakla kurtulamadığımızı iddia etmektedir. Uyku sırasında bilincimiz tarafından uygulanan kontrol azaldığından, bu arzular canlanır ve kendilerini rüyalarımız aracılığı ile belli ederler.
Carl Gustav Jung`un rüya yorumuna yaklaşımı rüyanın amacını sorgulamak ve bilinçaltının belirli bir sembolü neden seçtiğini, rüyayı gören kişiye kendi yaşamı ve yaşamına karşı tutumu hakkında ne göstermeye çalıştığını anlamaktır. Jung sembollerin rüyayı görene özgü bir gücü olduğunu ve dar bir yorumla sınırlanamayacağını iddia etmektedir.

Erich Fromm ise rüyaları unutulmuş bir dil olarak görür, rüya ve hayallerin zihnin en önemli ifadeleri arasında olduğunu söyler. Ona göre rüya sembolleri evrensel, geleneksel ya da rastlantısaldır. Rastlantısal semboller kişiseldir ve bireysel çağrışıma ilişkindirler. Geleneksel semboller tek anlamlıdır. Evrensel sembollerin -örneğin güneş- sıcak ve ışık gibi evrensel anlamları vardır.

Rüya Türleri

Uykumuz gelince yatağa yatar ve gözlerimizi kapatırız. Kısa süre sonra göz kapaklarımız belli belirsiz titremeye başlar. O sırada uykuya dalmış ve rüya görmeye başlamışız demektir. Rüyalar renkli ya da siyah-beyaz olabilir.

1- Yorgun, zihni meşgul, belirli bir konuya odaklanmış kimse uyuduğunda rüyasında karmakarışık şeyler ya da ilgilendiği, önem verdiği konuyu görebilir. Bu tür rüyalar yorumlanmazlar. Örneğin, televizyonda veya başka bir yerde heyecanlı bir sinema izleyen kişi rüyasında aynı şeyleri görebilir. Bu durum sadece etki altında kalmaktır ve gerçek rüya değildir.

2- Kabus veya karabasan denilen rüyadır, genellikle iyi başlar. Uyuyan kimse hoş bir olay ile ilgilendiğini görür ve sonra bu rüya birden korkutucu bir hal almaya başlar. Kabusları, rüyada bir kez görülen korkutucu sahnelerle karıştırmamak gerekir. Kabus gören kişi, rüyada olduğunu hissederek uyanmak ister ama bunu başaramaz veya uyandığını zanneder fakat bu sırada kabus devam eder.

3- Olduğu gibi çıkan rüyalar, genellikle sezgisi güçlü olan kişilerin rüyalardır. Örneğin rüyasında gördüğü bir yakınını kısa bir süre sonra gerçekte görebilir bu kişiler. Buna "Gerçek Rüya" adı verilir.

4- Uyuyan kimse rüyasında birçok şey görür ve sabah uyandığında da bunlardan bazılarını anımsar, bunlar yorumlanabilir. Rüya tabiri denilen şey, dördüncü tür için gereklidir daha çok. Sabah uyanıldığında akılda kalan ve hatta insanı etkileyen rüyalar yorumlanabilir.

Rüyalar Ne Kadar Sürer?

Rüyanın uzun sürdüğünü sanırız ama aslında inanılmayacak kadar hızlı gelişirler. Birkaç dakikalık rüya esnasında bile bize uzun gelen garip, şaşırtıcı ve çok değişik olaylar birbirlerini izler, bu nedenle rüyada zaman kavramı oluşmaz. Rüyanın süresi üzerinde kesin bir sonuca varılamamıştır. Amerikalı bilim adamı B. Klein yaptığı araştırmada gönüllü olarak seçtiği kişileri hipnotize ederek uyutmaya başlamış ve belli bir süre sonra uyandırıp rüyalarını dinleyerek, bir rüyanın 20 saniyeyi geçmeyecek kadar kısa sürdüğünü belirlemiştir.

Renkli rüyalar...

Sibel Yolak


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >İnsanlığa Hediye Edilen Deha....MOZART>
  22.Nis.2010 Per 13:38:19

Yazı yazmayı öğrenmeden çocuk ellerine sığdıramadığı kocaman tüy kalemle konçerto yazan ve daha dört yaşında klavsen çalmaya başlayan Mozart akıl almaz bir yeteneğin, eşine ender rastlanır bir dehanın ve başını eğmeyen bir gayret ve çalışmanın beden bulmuş hali olarak anılır. Beş yaşındayken ilk bestesini yapmış minik yetenek. Yedisinde konçerto ve sekiz yaşındayken de bir senfoni hazırlayan Wolfgang Amadeus Mozart, 36 yıllık yaşamına olabildiğince çok şey sığdırmak için bu kadar acele etmiş olsa gerek. Doğadaki ahengin sesler üzerinde kimlik buluşu olan müziğe dair ilahi bir kabiliyeti yanına alarak sanki geçerken uğramış gibidir dünyaya. Elini çabuk tutmalı, elinde avucunda müziğe dair ne varsa bırakarak başka yolculuklara koyulmalıydı belki de. Pek de tatlı geçmeyen, kendisine mutluluktan yana eli sıkı davranan hayatına inat, bestelerinde sevinci ve coşkuyu hakim kılmıştır.

Minik Mozart Üç Yaşında Piyano Başında…

27 Ocak 1756’da Avusturya’da Salzburg şehrinde doğan Mozart’ın babası saray orkestrasında keman çalan bir müzisyendi. Mozart’ın 3 yaşındayken kendisinden beş yaş büyük kız kardeşi Maria Anna’nın çaldığı parçaları hafızasına yerleştirip kendi kendine çalmaya başladığını görünce oğlundaki bu akıllara zarar yeteneği geliştirmek üzere ona ders vermeye başlar. Aklına gelen melodileri kaydedebilmesi için özel bir defter de verir ona. Minik Wolfgang müziğin cezbine kapılmış, kendisini piyanodan uzakta tutamaz hale gelmiştir. Derslerden sonra piyanonun başına geçiyor, parmak uçlarında yükselerek güç bela görebildiği tuşlara 3 yaşının minik parmaklarıyla dokunuyordu.


Duyduğu bir melodiyi hemen çalabiliyor, bir notaya dokunduğunda çıkan hoş sesle gülücüklere boğuluyor, ardı ardına dokunduğu iki notadan çıkan nahoş ses ise onu ağlatıyordu. Müzikte ardı ardına gelen hangi iki sesin birbiriyle uyumlu olacağını, hangilerininse tatsız bir gürültü yaratacağını sezgisel bir kavrayışla biliyordu.

Keman, org ve klavseni küçük yaşında büyük bir ustalıkla çalan Wolfgang çevredekilerin hayran ve şaşkın bakışlarını üzerinde toplar. Mozart’ın babası küçük oğlunun çevresinde oluşan bu hayranlık çemberini genişletmek ve kendisine Tanrı’nın bir lütfu olan bu çocuk sayesinde para kazanabilmek için Avrupa şehirlerini arşınlamaya başlar. Burada Mozart’la birlikte konserler verir. Çocukluk yıllarını Avrupa kentlerinde müzisyenlik yaparak geçiren Mozart pek çok soylu önünde sanatını icra etme şansına kavuşur. On dört yaşındayken ilk opera eseri olan ‘Lucia Silla’ Milano’da çalınır. Olağandışı başarısı üzerine kendisine ‘Altın Mahmuz’ nişanı ve şövalyelik beratı verilir.

Pahalıya Mal Olan Yetenek

Mozart, bir notanın sekizde biri kadar akort değişikliğinde meydana gelen ses değişimini fark edebiliyordu. Doğuştan sahip olduğu ahenk duygusuyla bir müzisyen değil, müziğin kendisi olmuştu adeta. Armoni duygusuna ters düşecek kötü sesler karşısında duyduğu acı ise bayılmaya kadar varabiliyordu.

Mozart mucizevi yeteneğinin bedelini çocukluk yaşlarından itibaren ağır ödemek zorunda kaldı. Kendisini babasına para ve ün kazandırma telaşı içinde bulan Mozart’ı zor şartlar altında şehir şehir gezmek önce çocukluğun zevkli ve tasasız günlerinden çabucak sıyırıverir ve sonra babasıyla birlikte para kazanma derdi içine savurur. Hassas bedeni kimi zaman aç ve susuz, kimi zaman da barınaksız kaldığı zor yolculuk şartlarına dayanmakta güçlük çeker, her geçen gün biraz daha kuvvetten düşer Mozart. Geçirdiği tifo, çiçek ve mafsal romatizması gibi hastalıklara rağmen beste yapmayı sürdürür. Bestelerinde, yaşayamadığı çocukluğun hasretini çeken bir neşe ve coşku kendisini gösterir.

Yaşadığı çağın yaygın müzik zevkinin ötesinde eserler veren Mozart’ın dehası, olağanüstü yaratıcılığı kabul görmüştür görmesine ama çevresi bu yeteneğinin hakkını vermek yerine kötüye kullanmak isteyenlerle çevrilidir. Soylular bu yeteneği çevrelerinde kendilerine bir üstünlük sağlama aracı haline getirirler.
Bir müzisyen olarak hizmetinde bulunduğu Salzburg Başpiskoposu Kont Colleredo’ya göreyse müzik feodal sistemin bir parçası, müzisyen de üniformalı bir hizmetçi statüsündedir. Bu durumda soylulara hizmet etmek, böylesi yakıştırmalara maruz kalmak özgür yaradılışlı ve feodal düzen aleyhtarı Mozart için katlanılamaz bir durumdur. Piskoposun hizmetinden ayrıldığını bildirişi o zaman için büyük bir başkaldırı niteliği taşır.

Soylular onun bestelerini dinlemek için birbirleriyle yarışsalar da Mozart’ın benliği müzikle öylesine bütünleşmişti ki, önüne açılan ün ve kariyer kapılarının oyununa gelmedi hiçbir zaman. Çocukluğunu yaşayamadığı için hasret kaldığı oyunları nükte, neşe ve coşku dolu besteleriyle yakalamaya çalıştı. O hep müziğin küçük dahi çocuğu, müzik de onun ölüme durmuş hayatının yegane ifadesiydi. Müzik dersleri ve halk konserleri vererek, para karşılığı ısmarlama besteler yaparak yaşamını kıt kanaat sürdürdü Mozart. Maddi sıkıntılar içinde geçen yaşamına ve çelişkiler dünyasına verilebilecek en güzel cevap notaların Mozart’ın ellerinde büründüğü eşsiz ahenk olsa gerekti.

Bir Fincan Kahvenin Hatrı ve Türkler

Mozart’in Mehter müziğinin tınılarından, kullanılan vurmalı ve üflemeli çalgılarından yararlandığı görülür. En sevilen eserleri arasında yer alan Türk Marşı da Mozart’ın Türklere yakınlığının önemli bir kanıtıdır. Türk kahvesinin Mozart’ın en sevdiği içecekler arasında olduğu da kulağa gelenler arasında.
Korsanlar tarafından kaçırılarak Osmanlı Sarayı’na satılan Avrupalı bir kızın sevgilisi tarafından geri alınmasını konu edinen Saraydan Kız Kaçırma adlı eseri de Türk müziği ve kültürüne duyduğu ilginin başka bir göstergesi.


Ölüm Gününe Yetişmesi Gereken Beste

Ölümü yaşamanın amacı ve insanlığın gerçek dostu olarak gören Mozart eserlerini bir anlamda bu dostla yarışırcasına bir hızla vermek istedi. “Figaronun Düğünü”, “Don Giovanni”, “Cosi Fom Tutte” ve “Sihirli Flüt” operalarını, “Prag” ve “Jupiter” senfonilerini ve son derece dokunaklı eseri “Requiem”i yaşamının son yıllarında besteledi.


Ölüm duası olarak bilinen Requiem’in bestelenişinin ilginç bir hikayesi vardır. Genç yaşta ölümün çekiciliğine tutulan ve onun karşısında dingin bir teslimiyetle duran Mozart’ın evinin kapısı bir gün koyu renkli giysiler giymiş ve yüzünü gizleyen gizemli biri tarafından çalınır. Mozart’ın eline tutuşturduğu imzasız mektupta kendisine Requiem’i bestelemesi söylenir ve karşılığında da oldukça yüksek bir ücret önerilir. Ancak bu esrarengiz kişinin bir şartı vardır: Mozart mektubu verenin kimliğini araştırmamalı, sadece rica edileni yapmalıdır. Mozart, zihnini kaplayan ölüm fikriyle artık ecelinin yaklaştığını düşünür. Kendisini ziyarete gelen bu kişi de Tanrı tarafından gönderilen bir uyarıcı ve ölüm habercisi olmalıdır. Bu düşünceye kendini iyiden iyiye kaptıran Mozart, Requiem’i çok yaklaştığını düşündüğü ölüm günü gelip çatmadan tamamlamak üzere büyük bir süratle çalışmaya koyulur. Ancak yakalandığı Sifilis hastalığı, yenmeyi başardığı pek çok hastalığın aksine yakasını bırakmaz. Ölüm, ölüm marşının tamamlanmasına izin vermeden 36 yaşında gelir alır Mozart’ı.

Mezarının nerede olduğu bilinmeyen Mozart’ın ölümünün de yaşamı kadar sırlarla dolu ve hazin olduğu söylenir. 5 Aralık 1791’de Viyana’da ölen Mozart’ın cenazesi altı kişinin katıldığı bir cenaze duasının ardından şiddetli yağmur nedeniyle aceleyle fakirler için ayrılan bir mezarlığa defnedilmiş. Yıllar sonra mezarı bulmak için yapılan araştırmalar ise yanıt vermemiş.

MOZART İÇİN NE DİYORLAR?

> Mozart müzik evreninde güzelliğin ulaşabileceği en yüksek noktayı temsil eder. Tchaikovsky
> Mozart müzik sanatında ulaşılmazlığın simgesidir. Şiirde Shakespear’in olduğu gibi… Onun sanat evreninde belirişi açıklanması olanaksız bir mucizedir. Goethe
> Mozart müziği kaynağını gizemli bir merkezden alır. Sağa ve sola, yukarı ve aşağıya doğru sınırların nereye kadar uzanacağını bilir. Ve sonunda ılımlı bir ölçüyü ve dengeyi yaratır. Karl Barth
> Mozart’ın müziği melekleri gökyüzünden yeryüzüne doğru çekecek kadar ayartıcı bir güzelliğe sahiptir.Franz Alexander von Kleist
> Gençliğimde Mozart’ın müziğine hayran oldum. Olgunluk çağlarımda bu müzik beni yeise ve ümitsizliğe düşürdü, yaşlılık anlarımda ise beni teselliye ve huzura kavuşturdu. Gioachino Rossini
> Mozart eserlerinde başıboşluk ve kontrol, öz disiplin ve hassasiyet, basitlik ve kaos arasında tatlı bir denge sağlar. Müziğin özgürce akmaya bırakıldığı bir kaynağa yol verendir Mozart. Ve bu kaynakta Mozart’ın gayri ihtiyari olarak, saf ve zarif bir biçimde bir yansımasını görürsünüz. Bu asla taklit edilemeyecek bir durumdur. Aaron Copland
> Mozart sizi Tanrı’nın varlığına inandırır. Çünkü böylesi bir kabiliyetin yeryüzüne inmesi ve bu dünyaya sınırsız sayıda şaheser bırakması şansın bir eseri olamaz. George Solti
> Mozart sükuneti, melankoliyi, trajik bir şiddeti mükemmel bir lirik doğaçlamada birleştirir. Ve hepsinin üzerinde kendi ruhu yükselir. Evrensel sevginin, merhametin, hatta ızdırabın ruhudur bu. Öyle bir ruh ki hem hiç bir zamana ait değildir, hem de tüm zamanları kucaklar. Leonard Bernstein
> Mozart’ın konçertolarını dinlerken notaların kusursuz kristalliği ağaçtan dökülen yapraklar gibi düşer üzerime.Virgil Thompson

> Mozart’ın müziği ne o güne kadar yapılan müziği esir alan inancın sonu gelmez nefesini, ne de kendinden sonraki müziği çevreleyen şiddetli idealizmi temsil eder. O inançla şüphe arasında kurulu ve bize yeni dünyalar keşfettiren zarif bir köprüdür.Joseph Solman


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Benzemez Kimse O`na....Müzeyyen SENAR>
  22.Nis.2010 Per 13:36:36
1936 yılının Aralık ayı... Kapıda bekleyen büyük otomobile binen genç kız, Dolmabahçe Sarayı’na yol alır. Devrin tanınmış kişileri büyük salondaki masanın etrafına sıralanmış, ortada ise Atatürk... Heyecanını gizlemeyi beceremeyen genç kız, Atatürk’ün sağ tarafındaki sandalyenin ucuna ilişir. Elindeki repertuvar defterini alan Atatürk, sayfaların arasında gezinip beğendiklerini işaretler ve genç kıza “Haydi bakayım, oku da dinleyelim” der... Tatyos Efendi’nin hicazkâr şarkısı henüz 18 yaşında gencecik bir sanatçı olan Müzeyyen Senar’ın sesiyle Dolmabahçe Sarayı’nda yankılanır: ‘Mâni oluyor halimi tâkrire hicâbım/ Üzme yetişir üzme firâkınla harabım’...
Yıllar sonra Atatürk’ün huzuruna çıktığı o günü Radi Dikici’nin kaleme aldığı, hayatını anlatan ‘Cumhuriyetin Divası-Müzeyyen Senar’ adlı kitapta şöyle anlatır: “Birden kendimi çok mutlu hissettim. Gözümün önünde sadece Ulu Önder, ben ve şarkılar vardı.”


BURSA’DAN ÜSKÜDAR’A
Atatürk’ün hayranlıkla dinlediği Türk Sanat Müziği’nin yaşayan en güçlü sesi Müzeyyen Senar’ın öyküsü 1918 yılında Bursa’da başlar. İsmet ve Hilmi’den sonra ailenin üçüncü çocuğu olan Senar, doğduğu günden itibaren annesi Zehra Hanım’ın billur gibi sesiyle söylediği birbirinden güzel şarkılarla uykuya dalar.

Henüz altı yaşındayken dönemin türkülerini ezbere bilir. Öyle ki annesiyle birlikte katıldığı düğünlerde ve aile toplantılarında onun cıvıl cıvıl sesi duyulur. Ancak o küçücük yaşında bir talihsizlik yaşar... Nazardan mı bilinmez bir sabah uyandığında konuşamaz, kekeme olur... Derdini bin bir güçlükle anlatır, ancak şarkı söylerken bu sorunu asla yaşamaz. Hatta kendini ifade etmek için bile bu yola başvurur. Hayatı, 12 yaşında annesinin ardından İstanbul’a gelmesiyle birlikte değişir.


Sesinin güzelliği ve musikiye olan kabiliyeti İstanbul’da da hemen fark edilir. Ve musiki eğitimindeki ilk adımı, 1931’de Anadolu (Üsküdar) Musiki Cemiyeti’ne girerek atar. Ardından eğitimine Şark Musiki Cemiyeti’nde devam eder. Önünde bambaşka bir sayfa açılan Müzeyyen Senar, dönemin en önemli bestekârlarıyla da tanışma fırsatı bulur; Mustafa Nâfiz Irmak, Osman Nihat Akın, Selahattin Pınar, Yesari Asım Arsoy ve daha niceleri...

RADYO YILLARI
Sonradan sonraya büyük kitleler tarafından tanınmasını sağlayacak olan radyonun kapısından içeri 1932 yılında girer. Henüz
14 yaşındadır. Mikrofona ancak ayağının altına konulan kutular sayesinde yetişebilen Senar, radyoda gönülleri fethetmekte geç kalmaz. Ve ardı ardına musikinin birbirinden değerli eserlerini öğrenir. Aynı mesaiyi paylaştığı Safiye Ayla, Selma Hanım, Lale Belkıs, Nimet Hanım, Hikmet Rıza ve Feriha Hanım gibi dönemin en önemli sanatçılarından öğrendikleri ile yeteneğini geliştirir. Bir zaman sonra radyodaki güzel sesine hayran olunan çocuk yaştaki sanatçının sureti de merak konusu olmaya başlar. Gazinocular, Senar için birbiri ardına devreye girer. İlk defa İbrahim Dervişzade’nin Belvü Gazinosu’nda halkın karşına çıkar. Senar, daha 15’indedir ve sahneye çıkmak için yaşını büyütmesi gerekmiştir…
İlk taş plağını çıkartması da aynı dönemlere rastlar. Sanat kariyeri açısından oldukça hızlı geçen bu başlangıç yıllarında Selahattin Pınar vasıtasıyla Sadettin Kaynak ile tanışır. Sadettin Kaynak’ın Müzeyyen Senar için ayrı bir yeri olur. Çünkü Üstat, bundan böyle bestelediği eserlerini ilk kez, emin adımlarla yoluna devam eden bu genç kıza okutacaktır. 1938 yılında yeni açılacak Ankara Radyosu’nda çalışmak üzere Mesut Cemil Bey’den teklif alır. Ve Senar’ın Ankara yılları başlar.


SAHNEDE SENAR RÜZGÂRI
Sanatçının bu dönemlerde yaptığı işlerden biri de Arap filmlerinin şarkılarını söylemektir. Bu konudaki ilk çalışması ‘Leyla ile Mecnun’ adlı filmdir. Filmin orijinalinde Ümmü Gülsüm’ün söylediği şarkıların yerine yenileri bestelenir Senar için. Film şarkılarına sonraki yıllarda da devam eder; ‘Selahaddin-i Eyyübi ve Boz Aslan’, ‘Binbirinci Gece’, ‘Balıkçı Osman Bağdat’ta’, ‘Harrunürreşid’in Gözdesi’ ve ‘Kahveci Güzeli’ gibi pek çok filmin şarkılarını seslendirir. ‘Kerem ile Aslı’, ‘Nasreddin Hoca Düğünde’ ve ‘Ana Yüreği’ gibi filmlerde de oyuncu olarak görülür.

Ankara Radyosu’nda çalıştığı dönemi çok sevse de İstanbul özlemi içine düşer bir kere... Kristal Gazinosu’ndan aldığı teklifi değerlendirerek bu özleme son verir. Derken ardı ardına gazinolarda program yapmaya başlar. İstanbul’un dört bir yanında Müzeyyen Senar rüzgârları eser. Maksim Gazinosu, Tokatlıyan Oteli, Çakır’ın Gazinosu, İstanbul Gazinosu, Tepebaşı Gazinosu derken ününe ün katar. Müzeyyen Senar, bir ilki de gerçekleştirir o yıllarda. İlk yurtdışı konserini 1947’de Paris’te verir. Lido’da verilen konserin Türk basınında yankısı büyük olur. Yurda dönüşünde büyük bir coşkuyla karşılanır.


Senar, gazinolar ve radyo dışında turnelere de ağırlık vererek Anadolu’nun dört bir yanına gider ve kendisini gönülden seven halkla kucaklaşır. Geçen yıllara rağmen halkın gösterdiği sevgi eksilmez.
Sanatçının repertuvarına dillere pelesenk olan yeni şarkılar eklendikçe bu sevgi halkası da giderek genişler. Zaman akıp gider. Derken, Bebek Gazinosu’nda 1983’de yaptığı programların ardından sahnelere veda eder. Ara sıra özel günlerde sahneye ve televizyon programlarına çıkarak kulakların pasını siler.

Türk Sanat Müziği’nin 91 yaşına merdiven dayayan divası zarafetinden ve sesinden bir şey kaybetmeden yaşamını sürdürüyor. Sesiyle ölümsüzleştirdiği ‘Ormancı’, ‘Benzemez Kimse Sana’, ‘Gurbette Ömrüm Geçecek’, ‘Sevmekten Kim Usanır’, ‘Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır’, ‘Sen Sanki Baharın Gülüsün’ gibi sayısız şarkı hâlâ dilden dile dolaşıyor. 18 yaşında Dolmabahçe Sarayı’nda yankılanan o billur ses, sonsuz bir ırmak gibi çağlamaya ve gönül tellerini titretmeye devam ediyor.










cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Aşkın En Hakikatli Sesi..... Sezen Aksu>
  22.Nis.2010 Per 13:35:39
Sezen Aksu, şarkıları, besteleri ile hayatımıza nüfuz edeli 30 yıl oldu. Ve biz hiçbir zaman söylediği şarkıları dinlemekten bıkıp usanmadık.



O zamanlar televizyon siyah beyazdı ve aşk hakikaten aşktı. İlk görüntüsünün evlerimize ulaştığı 1970’li yıllardan bu yana 30 yıl geçti. Ancak bir çocukta rastlanabilecek denli parıltılı güzel gözleriyle mi, yoksa içinin olanca gücüyle dışa vurduğu sesiyle mi büyüledi bizleri bilemiyoruz. Ama o zamandan bu zamana yaşantılarımızın pek çok evresinde Sezen Aksu yanımızda oldu. Şarkıları da aşklarımızın yakın tanığı… ‘Sen Ağlama’ ile çok geceler geçirdik. “Ağlama” dediğinde de ağladık, “Gülümse” dediğinde de. Ağlamak da hakikaten güzeldi. İnsanı yüreğinden yakalayan, yaralayan derin hüznü herkese sirayet edebilecek kadar içtendi. ‘Yaşanmamış Yıllar’ı söylediğinde biz de dönüp hayatlarımıza baktık. Yaşanmamış yıllar olmasın diye. Masum olmadığımızı biliyorduk gerçi, ama onun şarkısıyla bu gerçeklik aklımıza kazındı. Sevilmeyi sevdi, ama şöhretin ağırlığı altında ezilmemek için tedbirler alarak kendini korumanın yollarını en başta keşfetti.

Özel hayatı onundu. Hemen herkes bunu kabullendi. Karşımızda huzur bulmayan bir ruh vardı ve yaşadığı evlilikler, aşklar, sevgiler, olaylar hiç tükenmeyecek, hayatı hiç durmadan yeniden üretecekti. Sezen Aksu giderek hem ortak bir paydamız oldu, hem de uzun ve zorlu yollarda bize yarenlik etti. Popüler müziğe burun kıvıranları bile dize getirdi, kendini ve şarkılarını dinletti, dinletiyor.



ŞARKI SÖYLEYEREK BÜYÜDÜ

13 Temmuz 1954’te Denizli’de doğan sanatçı, öğretmen bir anne babanın çocuğu. İzmir’de büyüyen Aksu, yakın arkadaşlarının tanıklığına göre hep şarkı söyleyerek büyüdü. Farklılığını ise o sıralar hareketliliği perdeliyordu. Gençken daha da zor zapt edilebilen bir ateşle yandığının büyük bir ihtimalle farkında değildi. Derdinin üretmek olduğunu bilmeksizin çeşitli işlere daldı. Dans, tiyatro ve resim kurslarının yanında bir güzellik salonu açma macerası da yaşadı. Bu, gelenlerin memnuniyetsizliği nedeniyle çok çabuk biten bir macera oldu.

Hayvan sevgisine sahnede bile tanık olduğumuz sanatçı, belki de bu nedenle bir ara Ziraat Fakültesi’nde okumayı denedi. Eğitimini aldığı bir diğer dal da Türk Sanat Müziği oldu. Ve sonra ilk 45’lik geldi; 1975’te Sezen Seley adıyla yaptığı ‘Haydi Şansım/Gel Bana’nın hiç şansı olmadı. Her şey meşhur ‘Yaşanmamış Yıllar/Kusura Bakma’ ile başladı.



İlk kez gazeteci Yavuz Gökmen tarafından, ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf’a da dolaylı bir gönderme olarak, ‘Minik Serçe’ olarak adlandırıldı. Yıllar geçtikçe bu tanıma inat, insaniyeti, dostluğu, arkadaşlığı ve yaşayıp yaptıkları ile giderek büyüdü. Yaşamını kendi istediği gibi kurduğu için hem hayranlarından, hem de kamuoyu ve basından büyük saygı gördü. Birlikte pek çok şarkı yarattığı ünlü müzik adamı Onno Tunç’u bir uçak kazasında, genç müzisyen Uzay Heparı’yı ise motosiklet kazasında yitirdi. Art arda gelen ölümlerle bilgeleşti. Kendini acılarına kapatmadı, yüreğinin acılarını şarkılara döktü. Yaşadığı her yere sevdiklerini de taşıdı. Birlikte üretmek isteyenlerle sanatını da, yaşadığı mekânı da paylaştı. Evi hep öğrencileri, çalışma arkadaşları ve sevdikleriyle dolup taştı.

Mezuniyeti gelen, bugünün ünlü şarkıcıları onu hep yanlarında bulmanın konforunu yaşıyor. Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener, Levent Yüksel, Işın Karaca onun evinde büyüyüp yıldız oldu. Ve popüler müziğin pek çok ismi kendi albümlerini yaparken bir beste yapması için başında bekledi.



BİR MÜZİK ECESİ

Sezen Aksu bu dünyada her zaman yapılacak çok işi olan insanlardan. İyi bir şeyler üretmenin sancılı sürecinden sayısız kez geçti. Bugüne dek 17 albüm ve 500’ü aşkın şarkı yaptı. İlk iki albümden sonra çıkan ‘Olmaz Olsun/Seni Gidi Vurdumduymaz’, 1976 yılının müzik listelerinde uzun süre bir numaradaki yerini korudu. 1977’de çıkan diğer 45’likleri ‘Kaç Yıl Geçti Aradan’ ve ‘Kaybolan Yıllar’ olurken, 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesine söz yazan sanatçı, ‘Gölge Etme/Aşk’ı piyasaya sundu. Ardından ‘Serçe’ kaseti piyasaya çıktı. Bir yıl sonra bu albümü ‘Ağlamak Güzeldir’ izledi. 1979’da sinema oyunculuğunu ilk kez denedi. 1982’de Şan Müzikholü’nde ‘Sezen Aksu Aile Gazinosu’ adlı müzikali sahneledi.

Müzikalde yedi ayrı tipi canlandıran sanatçı, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Altan Erbulak gibi usta tiyatro oyuncuları ile aynı sahneyi paylaştı. Ardından 1984 yılında ‘Sen Ağlama’ piyasaya çıktı. 1986’da sahnelenen ‘Bin Yıl Önce Bin Yıl Sonra’ müzikalinde oynadı. Aynı yıl çıkan ‘Git’ albümündeki tüm şarkıları hit oldu. ‘Sezen Aksu’88’ isimli çalışmasını ‘Sezen Aksu Söylüyor’ takip etti. 1991 yılında ‘Gülümse’de yer alan şarkılardan ‘Hadi Bakalım’ın single’ı Avrupa’da da ilgi gördü. 90’ların ikinci yarısından itibaren müziği farklılaştı. Onun müziğiydi, ama bilinci değişmişti. Önce 93’te ‘Deli Kızın Türküsü’ geldi. ‘Küçüğüm’, ‘Masum Değiliz’, ‘Kalbim Ege`de Kaldı’ gibi şarkılar bu çalışmadaydı. Toplumsal olaylarda haklı bulduğunun yanında sessiz bir saygıyla yer aldı. Bütün annelerin acılarını da sese büründüren o oldu. 1995’te ‘Işık Doğudan Yükselir’le Anadolu’yu tümden kucakladı. Bu topraklardaki ezgileri kendine kattı. 1996’da, kaybettiği Onno Tunç’un anısına ‘Düş Bahçeleri’ni çıkardı. 1997’de Goran Bregovic ile birlikte çalıştığı ve Balkan ritminde şarkılardan oluşan ‘Düğün ve Cenaze’ yayınlandı. 1998`de ‘Adı Bende Saklı’ isimli albümünü yaptı.

‘Deliveren’i ise hep birlikte avaz avaz söylediğimiz ‘Şarkı Söylemek Lazım’ izledi. Ardahan’da Uğur Yücel’le klibini çektiği son şarkısının adı yine çok hüzünlü: ‘Eskidendi Çok Eskiden.’ Sezen Aksu varlığıyla yaşantılarımızı seslendirerek en güzel renklerimiz arasındaki yerini çoktan aldı. Zamanın ahengi içinde bir gün gelecek ondan mutluluk şarkıları isteyeceğiz...


<<123456 78910>>