ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
12 Mayıs 2024, Pazar 00:42   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  cctugaycc> Forum Mesajları
    cctugaycc'e ait Toplam 96 Forum Mesajı var
<<1234567 8910>>


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >Çoban Yıldızı...Hababam Sınıfı...İşte Öyle Bir Şey-Besteleri Yadigar Melih KİBAR>
  22.Nis.2010 Per 13:34:40
Değerli besteci Melih Kibar; Çoban Yıldızı, Hababam Sınıfı, İşte Öyle Bir Şey ve daha birçok eseriyle yaşamaya devam edecek...



Yıl 1975... Hani, Türkiye’nin Eurovision Şarkı Yarışması’na katılacağı ilk sene. 24 yaşında, Boğaziçi’nde Kimya Mühendisliği okuyan genç adam, tüm Türkiye gibi televizyonun başında. Heyecanla beklenen, yarışmanın Türkiye elemeleri. Program başlıyor. Sinyal müziği eşliğinde... Üniversiteli genç, ‘45 saniye’ sonra oturduğu koltuktan kalkıp, televizyonun yanı başına geliyor ve başlıyor ağlamaya... “Bu müziği gerçekten ben mi yaptım?” diye; hayretle, sevinçle...
Birkaç ay sonra, bu sinyal müziği öyle beğenilip ilgi topluyor ki, bir 45’lik olarak piyasaya çıkması gündeme geliyor. Müziğin bestecisi genç, eserine isim bulma arayışı içindeyken, annesinin şair bir arkadaşına danışıyor. Şair kadın, “Çoban Yıldızı” olsun diyor ve devam ediyor: “İlerde çok önemli bir müzik adamı olacaksın.

Çoban Yıldızı asırlardır nasıl gemicilere yol gösteriyorsa, bu şarkı da sana öyle yol gösterecek”. “Şair romantizmi” diye geçiriyor içinden genç adam. Cavidan Teyze’sinin çok değil, birkaç yıl sonra haklı çıkacağını bilmeden...

Çoban Yıldızı’nın ışığında yol alan üniversiteli genç, yıllar sonra Türk halkının gönlünde taht kuran Melih Kibar olacaktı. Yaptığı bestelerle halkın ‘kimya’sını yıllarca derinden etkileyen Melih Kibar... Geçtiğimiz 7 Nisan’da, henüz 54 yaşındayken aramızdan bir yıldız gibi kayıp giden Melih Kibar...

HAYATININ ÜÇ DÖNÜM NOKTASI

Hayatımızın hiç unutulmayacak anlarına, unutulmayacak besteleriyle imza atan usta sanatçı, çok küçükken kaybettiği annesinin boşluğunu doldurmak için başlamıştı müziğe. Babasının ona aldığı orgla sabahtan akşama dertleşerek...

İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’nda Yarı Zamanlı Piyano bölümünde eğitim aldıktan sonra Alman Lisesi’nde öğrenim gören Melih Kibar, ilk profesyonel çalışmasına da lisenin orkestrasıyla gerçekleştirdiği besteyle imza attı. Bu besteyle 1969’da Milliyet Liselerarası Hafif Müzik Yarışması’nda birinci oldu. İlhan Şeşen’in solistlik yaptığı bu orkestrayla, henüz 14-15 yaşındaki genç müzisyenler para bile kazanıyorlardı artık. Takvimler 1974’ü gösterdiğinde, değerli sanatkâr Timur Selçuk’la çalışmaya başlayacaktı Melih Kibar... Bir süre sonra da Selçuk’un orkestrasının çıkardığı albümde besteleri yer alacaktı: ‘Gençlik Şarkısı’, ‘Kelebek’ ve ‘Panayır Günü’... Bir gün Selçuk, Türkiye’nin ilk kez katılacağı Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye elemelerinde yayınlanacak sinyal müziği için öğrencilerinden beste yazmalarını istedi. Sınıftaki hiç kimse dersine çalışmamıştı. Bir kişi hariç: Melih Kibar. Bir çırpıda bestelediği ‘Çoban Yıldızı’, artık onun yol göstericisiydi müzik hayatı boyunca... Bir röportajında hayatının üç dönüm noktasını şöyle açıklıyordu Kibar:

“Birincisi, babamın bana org aldığı gün; ikincisi Timur Selçuk’la çalışmaya başladığım gün”... Hayatındaki üçüncü dönüm noktası da söz yazarı Çiğdem Talu ile tanıştığı gündü. 1975 yılının 26 Mayıs günü, saat 04:00... Mustafa Oğuz, bir festival çalışması için bir araya getirmişti ikisini. Talu, Kibar’ın bestelerinden öylesine etkilenmişti ki, çalışmaya başladıktan az zaman sonra basına bir açıklama yapacaktı: “Bundan sonra bilin ki sadece Melih Kibar’ın bestelerine söz yazacağım”. 1983’ün 28 Mayısı’na, Çiğdem Talu’nun vefatına kadar birbirinden ayrılmayan ikili; 8 yıl 3 güne tam 273 şarkı sığdıracak, 106’sı listelerde bir numara olacaktı.



ÜLKEDEN BESLENİYORDU

Tanışmalarından kısa bir süre sonra Erol Evgin de katıldı aralarına. Ekip, 1976’da ilk albümlerini çıkardığında, tüm Türkiye’nin gönlünde taht kurdu bir anda. ‘İşte Öyle Bir Şey’ adlı eseriyle yılın bestecisiydi Kibar. 1981’de de ‘Hep Böyle Kal’ ve ‘Söyle Canım’ albümleri Altın Plak’la onurlandırıldı. “O dönemde, daha çok yabancı şarkılara Türkçe söz yazılarak bir şeyler yapılıyordu. Melih ise, bestelerinde Türk musikisi makamlarını kullanıyordu. En çok da hicaz makamını...



Yeteneğin yanı sıra, matematik zekâsı çok kuvvetli olan, dünya görüşüne sahip biriydi. Çiğdem, çok değerli sözler yazıyor; ben de doğru bir prozodi ile söylüyordum şarkıları. Biz o dönemde ‘kimlikli bir kent türküsü’ yarattık”... Erol Evgin, Kibar’la birlikte yakaladıkları başarının sırrını böyle anlatıyor. Bu başarının bir başka sırrı daha vardı aslında. Melih Kibar ile Çiğdem Talu arasındaki bağ... Çoğu kişi buna aşk diyordu. Ama Kibar, bu yoruma yıllar sonra “Aşk cılız bir ifade. Ruh eşiydik Çiğdem’le biz” diyecekti. Bu ‘ruh hali’ni belki de en iyi ‘İçimdeki Fırtına’ adlı parça anlatabilir insana. Yani, 1977’de Kibar’a ‘Yılın Bestecisi’ ödülünü kazandıran eserin öyküsü... Kibar, master için gittiği Galler Bölgesi’ndeki Swansea’de fırtınaya yakalanır. Her yer; kaldığı yurt kapkaranlık. Odasından çıkıp koridorda yürürken bir şeye çarpar. Piyanoya... Eli kapağa gider ve konuşmaya başlar onunla. İçindeki korkuyu, fırtınayı biraz olsun dindirebilmek için. Ve müthiş bir beste çıkar ortaya. Eseri bir banda kaydedip Türkiye’ye yollar babasıyla. Bir buçuk ay sonra gelen pembe mektupta, beste için yazılmış şarkının başlığını görünce şaşkınlıktan ayakta zor durur Kibar.

Şarkının adı ‘İçimdeki Fırtına’dır. Kibar, telefonda Talu’ya bestenin hikâyesini anlattığında, susarlar ve gözyaşları konuşur karşılıklı...



İŞTE ÖYLE BİR ŞEY!
Hababam Sınıfı filmini, müziğinden ayrı düşünebilir misiniz? Tabii ki hayır. Usta yaratıcıya 1976’da Altın Portakal Film Müziği ödülünü kazandıran bu beste, ‘müziğin Mona Lisa’sı’... Hızlı versiyonunu dinlerken; İnek Şaban, Damat Ferit, Güdük Necmi ve daha birçok öğrencinin sınıfta haytalık yaptığı; spor hocası Badi Ekrem’in kung-fu yaparken kolunu kırdığı; okul müdürü Kel Mahmut’un odasında öğrencilerini sigarayla yakaladığı komik anlar gelir aklımıza... Yavaş çaldığında ise, okulun biricik görevlisi Hafize Ana’nın gözyaşları, okulun satılacağını duyan öğrencilerin hüznü...

Hisseli Harikalar Kumpanyası ve Renkli Dünyalar müzikallerine de can veren Kibar, Çiğdem Talu’nun 1983’deki vefatından sonra öksüz kaldı.“Çiğdem’in Ç’sinin çengeline bile rastlamadım” diyerek, duygularına tercüman olacak bir söz yazarı bulamadığını belirten besteci, yine de devam etti yoluna...

1984’te Polonya’da En Başarılı Orkestra Şefi ödülüne layık görüldü. İki yıl sonra Melki Prodüksiyon’u kurdu; yaptığı film, dizi, tiyatro ve reklam müzikleriyle yine akıllardan çıkmayacak eserler yarattı. ‘Sucu Çocuk’, ‘Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’, ‘Gülüm’, ‘Duruşma’ bunlardan sadece birkaçı... Ve sıra bir ‘yadigâr’ bırakmaya gelmişti... Kibar, vefatına dört yıl kala, eserlerinden yaptığı bir seçkiye yeni tatlar katarak ‘Yadigâr’ adlı albümü çıkardı. ‘Bir De Bana Sor’, ‘İşte Öyle Bir Şey’ gibi şarkıların yanı sıra, ‘Sucu Çocuk’, ‘Belkıs Hanım’ın Konağı’, ‘Mesaj’ gibi enstrümantal parçalara da yer verdi albümünde. 2003’te ise albümün ikincisi ‘Saat Sabahın Dokuzu’nu hediye etti bizlere... İki yıl önce verdiği bir röportajda “Ben henüz zirveye gelmedim. Bundan sonra donanımımı artırarak çalışmalarıma devam edeceğim” diyecek kadar mütevazı bir kişiliği vardı Kibar’ın. Evet, henüz 54 yaşındaydı ve daha yapacak, Türk halkına sunacak çok bestesi vardı. Ama o hep zirvedeydi.






cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Müzik, Vido Klip, Playlist, Konser >`Resimdeki Gözyaşları` ve...Cem KARACA>
  22.Nis.2010 Per 13:33:50


TİYATRO KULİSLERİNDE ÇOCUKLUK

Karaca’nın doğum tarihi 1945 olarak düşüyor kayıtlara... Ailesi, özellikle anne tarafı, anneannesi Mari, büyük teyzesi Roza, annesi İrma ya oyuncu, ya şarkıcı. Ama sizler annesini İrma değil, Toto Karaca olarak tanıyorsunuz; çünkü kendisi gibi İran asıllı Azeri, tiyatro sanatçısı Mehmet Karaca ile evlenince ismini de değiştiriyor. İran Konsolosluğu’nda, 1939’da evlenen çiftin, resmi Cumhuriyet nikahını 1952’de yaptırması küçük Cem’in kafasını karıştırıyor. Dokuz -on yaşlarında evde bulduğu evlenme cüzdanıyla anne ve babasının üzerine yürüyor: “Çabuk söyleyin, ben veledi zina mıyım?”
Cem Karaca’nın çocukluğuna tiyatro kulisleri ve Bakırköy tanık. Müzik erken düşüyor aklına, annesi desteklerken, kafasına “oğlum hariciyeci olacak”ı takan baba Karaca elinden geleni ardına koymuyor. Oğlunu, sahneye çıktığı aile gazinosunda yuhalatıyor; bir adam tutup sahneye gönderiyor, adam, “Bırak bu işleri oğlum, al şu elli lirayı, bir Adanalı çal da, oynayalım” diyor. Cem Karaca vazgeçmiyor, Elvis Presley, Frank Sinatra şarkılarını söylemeyi sürdürüyor.



TÜRKÜLERLE ROCK

Robert Kolej’de yatılı okuyan Karaca’nın kurduğu ilk grubun adı: ‘Cem Karaca ve Dinamitler’, onu ‘Cem Karaca ve Beklentileriniz’, ‘Cem Karaca ve Jaguarlar’ izliyor.
Askerde dinlediği saz, Karaca`nın müzik yaşamına yön veriyor. O Müslüman mahallesinde salyangoz satar gibi şarkılar söylemeyecek artık... Bu, Anadolu Pop müziğinin doğuşunun da habercisi... Anadolu kültürünü araştırıyor ve şarkılarını artık bu kültürün izini sürerek besteliyor, seslendiriyor. Bu yolundaki ilk şarkı Erzurumlu Emrah`ın `Yok Yok`undan besteleniyor... `Yok Yok` Karaca ile yeni grubu Apaşlar`a, 1967 Altın Mikrofon yarışmasında ikincilik ödülünü kazandırıyor. Şarkı yarışmayı düzenleyen Hürriyet Gazetesi tarafından plağa da kaydediliyor...
Karaca ve Apaşlar ikinci olarak Pir Sultan Abdal’dan ‘Hudey’i şarkıya dönüştürüyorlar. Artık gençlerin yeni gözdesi Cem Karaca. Site Sineması’nda verdikleri ilk konser kolay kolay unutulmuyor. Dolandırıldıkları için biraz sıkıntılı geçse de altı aylık bir Almanya macerasını müzik adına iyi bir deneyime dönüştürüyorlar... Bu deneyimin ürünü ‘Resimdeki Gözyaşları’ 600 binin üzerinde satışa ulaşıyor. Karaca ve Dadaşlar, konserlerini bir gösteriye dönüştürüyor, bu seyircinin daha çok ilgisini çekiyor. Bunda Cem Karaca’nın, daha lise yıllarında tiyatroyu denemesinin, hatta Altan Erbulak’la bir oyunda sahneye çıkmasının büyük payı var.

Ancak Apaşlar ve Karaca için yol ayrımına geliniyor, çünkü Karaca Türkiye`nin içinde bulunduğu politik kargaşadan etkileniyor ve rotasını sola çeviriyor. Oysa Resimdeki Gözyaşları şarkısının bestecisi Mehmet Soyarslan dahil, grup üyeleri işlerinin sadece müzik olduğunu düşünüyorlar.



ALMANYA`DA BİR SÜRGÜN

Seyhan Karabay, Ünol Büyükgönenç, Cengiz Türksoy ve Muhabbet Kokar`la birlikte Kardaşlar`ı kuran Cem Karaca, `Dadaloğlu`, `Emmoğlu`, `Kendim Ettim Kendim Buldum`, `Unut Beni` ile seyirciyi büyülemeyi sürdürüyor. Bu arada enstrümanlar daha da zenginleşiyor. Artık folklorik motifleri pop ve rock formuyla birleştirmekte daha cesur davranabilirler... Ancak politik tavır daha ağır basıyor, `Niksar`ın Fidanları`, `Acı Doktor`, `Kara Yılan`, ve `Lümüne`yi daha sert, daha marşvari, daha çok dönemin ruhunu yakalayan şarkılar izliyor; `Tamirci Çırağı`, `Parka`, `Beni Siz Delirttiniz`, `1 Mayıs`, `Kavga`... Kardaşlar da dağılıyor, Karaca önce Moğollar`la, sonra da Dervişan`la birleşiyor. Bütün müzik listelerinde Cem Karaca’nın bir şarkısı bulunuyor ve o yılın müzik ödüllerinden bir ya da birkaçını Karaca ve grubu alıyor...

1979`da politik yaşamın daha da sertleşmesi Cem Karaca`yı yol ayrımına getiriyor, "Benden bu kadar" deyip Almanya`ya gidiyor. Hakkında yapılan bir ihbar vatandaşlıktan çıkarılmasına yol açınca, bu gidiş bir sürgüne dönüşüyor.



MEMLEKETE DÖNÜŞ

Sekiz yıl sonra dönemin başbakanı Turgut Özal`ın desteğiyle geri döndüğünde, cebinde yeni şarkılar taşıyor... Dönüş şekliyle, yani başbakandan onay alarak dönmesi nedeniyle çok eleştiriliyor, çok yargılanıyor. Artık ne eskisi kadar seviliyor, ne de ondan vazgeçilebiliyor... Çoğunluk için yaptıkları sesini ve şarkılarını bastırmaya yetmiyor. O yine kendi şarkılarını söylüyor, yine muhalif duruyor. Döndükten sonra ilk albümü ‘Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar’. ‘Töre’, ‘Kahya Yahya’, ‘Yiyin Efendiler’ de dinleyiciden olumlu tepki alıyor. 90’ların başında yaptığı ‘Oh be’ ile kendisine sırt çevirenlere, eleştirenlere Karaca’ca bir yanıt veriyor: “Ben döneksem döndüm diye memleketime/ Döndüm baba döndüm işte oh be!” İçinde rap denemesinin de yer aldığı ‘Nerde Kalmıştık’ Cem Karaca’nın son çalışmalarından biri oluyor.

Sorulduğunda kendisini "Müslümanım, annemden gelen sanat aşkı ve bir miktar Ermenilik, babamdan gelen bir miktar Azerilik`le bir harita cümbüşü çiziyorum. Netice itibarıyla, Türkiyeliyim" diye tanımlayan Karaca, sesi içinse "Amacım değil, aracım" diyor. Bu aracı çok amacın içinden geçiren Karaca artık yok... Zaman bir kez daha haklı çıkacak, şarkılar şarkıcısından daha uzun yaşayacak...



cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >TV, Medya, Podcast, TikTok-Youtube videolar >Dizilerin Açtığı Yara-Bereler>
  22.Nis.2010 Per 13:30:53
Son yıllarda gittikçe artan sayıda yerli diziler ekranlarımızı kapladı. Biri biterken diğeri başlayan dizilerin ardı arkası kesilmiyor; iki-üç hafta içinde yeni dizi anonsları duyuyoruz. Türlü türlü dizilerimiz var: ağa-aşiret dizileri, mafya dizileri, dönem dizileri, terörü konu edinen diziler, sihir-büyü dizileri, gençlik dizileri…

Bazı istisnalarıyla birlikte bu farklı türlerdeki dizilerin ortak bazı özellikleri var ki dikkate değer. Bu ortak özellikler ne yazık ki seçici izleyemeyenler için, örneğin pek çok çocuk ve genç için bilinçaltı bombardıman yapmakta, gerçeklikten uzak ve zararlı bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Nedir bu ortak özellikler?

a) Bütün dizilerde, bir şekilde üzülen veya canı sıkılan kişiler çareyi hemen içki şişelerine sarılmakta buluyorlar. Her dizide bol içkili sahneler görmek mümkün. İlginç olan diğer bir konu da her evde hemen ulaşılabilecek yerlerde içkinin hazır bulunması. Bu ne kadar doğru bir görüntü ve bizim kültürümüze ne kadar uyuyor? Türk ailelerinin kaçta kaçında böyle bir durum söz konusu?


b) Hemen her dizide evlilik dışı hamilelikler ve bu çocukların kürtajla alınması gündeme geliyor. Bazılarında ya son anda çocuk kurtuluyor, bazısında ise çocuk gereksiz veya zamansız görülerek aldırılıyor. Bir başka ilginç konu da pek çok dizide baba çocuğunun varlığından habersiz yaşıyor, anne bir nedenle evlilik dışı bir ilişkiyle olan bebeğini babasından saklıyor.

c) Yine dizilerin pek çoğunda evliliklerinden mutlu olmayan insanların evlilik dışı ilişkileri konu ediliyor. Boşanmalar sıkça ekrana geliyor. Bunların izleyiciler açısından ne kadar doğru mesajlar oldukları tartışılmaya değer.

d) Dizilerin hemen hepsinde ama özellikle de mafya ve ağa-aşiret dizilerinde silah ve silah taşıma o kadar normal bir olgu olarak yansıtılıyor ki hemen her erkek silah taşıyor ve kullanmakta da çoğu zaman tereddüt göstermiyor. Bazı mafya dizilerinde dizi başı ölen insan sayısı 20-30`lara varabiliyor.

e) Dizilerde, özellikle de bazı komedi dizilerinde kullanılan dil Türkçe`mizi tam anlamıyla bozuyor, adeta ikinci bir sokak lehçesi ortaya çıkartıyor. "Oha oldum abi, manyak güzel bir film, benim hafıza cart oldu" gibi nice ifadeler bu dizilerin takipçisi gençlerin dillerinde dolaşıp durmakta. Bir üniversite hocası olarak ders esnasında veya aralarda öğrencilerin bu dizilerden etkilenerek yaptıkları bazı esprileri takip etmekte zorlanıyorum.

f) Bazı dönem dizilerinde "tarafsızız" iddialarına rağmen bir kısım yasa dışı örgüt mensupları kahramanlaştırılıyor. İnsan kaçıran, insan öldüren, devletin güvenlik kuvvetleriyle çatışmalara giren, yurtdışında silahlı eğitim alan, banka soyan teröristler bunları sadece davaları için yapan masum ve mağdur gençler olarak ekrana yansıtılıyor. Davası uğruna yapılan her türlü yasa dışı faaliyetin masum ve mubah olduğu imajı aslında genç ve körpe beyinlere kazınıyor. Bir taraftan da hiç istisnaya tabi tutulmadan bütün devlet görevlileri baskıcı, işkenceci ve acımasız bir şekilde insanlara gösteriliyor.

g) Belki küçük bir ayrıntı gibi gelebilir ama dizilerde insanlar evlerine girerken ayakkabılarını çıkartmıyorlar. Bunu bir yaşam tarzı olarak seçen bazı aileler vardır ama bizim Türk ailelerinin çok büyük çoğunluğu evlerinde ayakkabıyla gezmezler. Madem Türk toplumuna yönelik ve Türk ailelerini anlatan diziler yapılıyor, kültürümüzün genel inceliklerine dikkat edilmesi gerekir.

h) Son olarak da sihir-büyü dizilerinde doğaüstü güçleri olan, sihir yapabilen, bir büyü ile çok şeyi değiştirebilen insanların öyküleri konu ediliyor. Bunun da özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz için ne kadar faydalı ve doğru olduğu iyice düşünülmesi gereken bir konudur.

Peki bütün bunların sonunda neler yapılmalı?

Bu konuda öncelikle dizi yapımcıları ve yönetmenleri yaptıkları dizilerle koca bir toplumu etkilediklerini ve doğru ya da yanlış insanların hiç azımsanmayacak bir oranının bu dizileri takip etmekte ve etkilenmekte olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Bu bilincin gereği, tamamen ticari kaygılarla hareket etmemek ve toplumun bireylerinin faydasına ve onların kültürlerine, genel ahlaki değerlere uygun yayınlar yapmak olmalıdır.

İkinci olarak başta RTÜK, ilgili devlet organları bu dizilerde verilen yanlış mesajlar konusunda denetim görevlerini iyi yapmalıdır. Belki en önemli görev anne-baba ve büyüklere düşmekte; çocuklarının hangi programları izlediklerini ve nasıl etkilendiklerini takip etmelidirler. Tabii bu dizlerde oynayan oyunculara da bazı yükümlülükler düşmektedir. "Ne yapalım bize ne senaryo veriliyorsa biz onu oynarız; biz sanatçıyız" demek yeterli bir mazeret midir acaba? Sanatçı her şeyin başında topluma faydalı olmayı hedef edinmelidir.

Ya bu dizileri seyreden ve gördükleri kötülükler karşısında herhangi bir tepki vermeyen bizler?.. Bu da bizim öz eleştirimiz olsun.

Zamanının kıymetini bilip kültürüne sahip çıkanlardan olmak dileğiyle...



Yrd.Doç.Dr.Cemal Karaata


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >TV, Medya, Podcast, TikTok-Youtube videolar >Kurtlar Vadisi`ne Bir de Böyle Bakın>
  22.Nis.2010 Per 13:29:38

Birçok kesimin etkilenerek seyrettiği ``Kurtlar Vadisi`` en çok etkilenilen bir dizi olması sebebiyle çok konuşulmakta ve birçok insana yön vermekte olduğunu kimse inkar edemez. Hangi yönden bakarsanız bakınız bu durum değişmeyecektir.

Kurtlar Vadisi dizisine dikkatli bakmaz, sadece seyretme yönünü seçersek şunları görmemiz mümkündür: Şöhret, güç, zenginlik, özgürlük, vs. Bunlar insana çok cazip geliyor. Kendinizi dizideki bir kahramana benzetme ve o kişilikle özdeşleşme. Böylece aşağılık kompleksine girme ve kendinizden utanma.

Zorlama sonucu oluşan özenti insanda yalancı bir cennet havası estirir. Haliyle bu dizi, uyuşturucunun yerini almakta ve insan hayal dünyasında yaşatmaktadır. Böylece tam oturmamış kişilikler toplumu ve rahatça sömürülen insanlar kümesini meydana getirmektedir. Bu duruma belirtilen dizi mi sebep olmakta, yoksa insanlar diziyi nasıl görmek istiyorlarsa ona öyle mi bakıyorlar? İkincisi daha ön plana çıkıyor sanırım. Senaryoyu yazanlar objektiflik kaygısından olsa gerek yer altı dünyasının hem olumlu (kısa süreli) hem de olumsuz gerçeklerini göz önünde bulundurmak zorunda kaldıklarını zannediyorum. Fakat seyircinin yeteri kadar kaliteli olmayışından, olayların olumsuz yönleri dikkate alındığından olaydaki önemli mesajlar genelde pas geçilecektir. Bunun sonucunda dizinin büyük çapta seyircileri silaha özenmekte ve dizideki olumsuz vakaları sosyal hayata yaymaktadırlar.

Gelip geçici olan bu yer altı dünyasının kısa süreli sıcak ortamının akabinde uzun süreli ve gerçek olan soğuk havasına bakmaya ne dersiniz. Silahla yaşayanın silahla öldüğünü ve yaşamının çok kısa sürdüğünü, ateşe yakın olanların kısa sürede yandığını, yıllarca yaşayanların bunun için birçok insanın ölümüne sebep olduklarını, hatta çocuklarının kanını dökmek zorunda kaldıklarını görmemiz lazım. Aslında yer altı dünyasında olanların yaşamadıklarını görmek mümkün. Çünkü bunların aslında hiç yüzlerinin gülmediğini ve sürekli korku içinde yaşadıklarını görmemiz gerekir.

Çok güçlü olduklarını düşünen bu karanlık dünyanın çocuklarının, kendilerini gösteremeyecek kadar korkak olduklarını ve bu yüzden insanlardan hep uzaklarda yaşamak zorunda olduklarını görürüz. Aslında bu güçlü görünmek isteyen karanlık dünyanın insanları, hayata karşı ne kadar zayıf olduklarını gizlemekte ve hayatın içine girememektedirler. Özenti beslediğimiz bu insanların ellerindeki güce rağmen her zaman emniyeti ve emniyetsizliği yaşamakta olduklarını görürüz. Dayandıkları güç ne kadar güçlü olursa olsun akıbetlerinin karanlıklar dünyası olduğu bir gerçek. Böyle birinin düzenli bir aile hayatından ve yaşamından söz etmek mümkün değildir. Yani bu dışı süs(!), içi pis olan bu hayatta mutluluğun adı yoktur. Sadece acı ve pişmanlık var. Karşılığı olmayan bir ıstırap. Eğer bu ıstırabın bir adı varsa, ancak bu acıya katlanılabilir. Yoksa bir gün varsın, yarın yoksun. Gücün etkiliyse o sarhoşlukla varsın. En küçük bir güç kaybı senin anında yok olmana ve unutulmana yol açacaktır.

Bu sisli puslu dünyada ölen de öldüren de kayıpta. Yalnız devleti ve milleti için çalışanlar kendilerini bir nebze teselli edebilirler. Onlar öldürülmeleri halinde millet ve devletin bekası için kendisini feda ettiğini düşünerek vicdanı rahat olabilir. Yoksa bir batmak pişmanlık ve korku içinde yıkılıp gidecektir.

Bu dizide verilmeye çalışılan yer yer milli ve manevi hava bu karanlık dünyanın görüntülerinin gölgesinde kalmakta. Bir de seyirci dikkatli olmayınca arada verilen mesajları kaçırmakta ya da pas geçmektedir. Seyircinin daha çok kan görmek istemesi fazilete ait görüntülerin daha da azalmasına yol açmaktadır. İçimizdeki kontrolsüz güç bu diziyle meşrulaşmakta ve sokaklara dökülmektedir.

Diziye sağlam bir duruşla baktığımız zaman şunları da görmek mümkündür: Bir devlet görevlisinin milletini boğmaya çalışan karanlık dünyayı dağıtmak için en yakınlarına gösterdiği sevgiden kendisini mahrum etmesi ve acıyı yudum yudum içmesini pas geçersek hayat da mevcut olan fazilet düşüncelerini ezip geçmiş oluruz. Herkesin kirlendiği bir dünyada sağlam duruşunu bozmamaya çalışan insanları görmezlikten gelemeyiz.

Bakışını ve duruşunu bozmayan insanlara sonsuz selam...

alıntı


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Fıkralar >Elaziz Fıkrası :)>
  22.Nis.2010 Per 13:27:47
Elazığlı şoför Mehmet, malı fazla olan Ahmet Dayı`nın zivirine girip:

-Ahmet Dayı, sen bu tarlalardan ne gazanisin? Sat, bitene otobüs al. Bi sefer İstanbul`a get gel, goy ceben bi milyarı.

Bu fikir Ahmet Dayı`nın aklına yatar. Malını satıp bir otobüs alır. Şoför Mehmet`i de şoförü olarak işe başlatır.

Ahmet Dayı mal sahipliğinin verdiği havayla, hostes koltuğuna kurulur ve İstanbul`a ilk seferine çıkarlar.

Tam Boğaz Köprüsü`ne girerken fabrika hatasından olacak ki, vites kolu Şoför Mehmet`in elinde kalır.

Yüreğinin yağı eriyen Ahmet Dayı, başlar bağırmaya:

-Memet oğlum, ben bilidim bele bi halt yeceksin.

Elaziz`den çıhdıh çıhalı sen bu zıkkımnan oynisin..


 


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Fıkralar >Okursa Kaymakam Okuyamazsa Malmüdürü Olur :)>
  22.Nis.2010 Per 13:26:24
Sivas Kangal`a yeni bir kaymakam atanmış.
Mal Müdürü Kaymakam`ı karşılamış makamını gezdirmiş, Kalacağı yeri göstermiş, sonrada ilçeyi tanıtmak için başlamışlar arabayla gezmeye.
Bu arada mal müdürü başlamış anlatmaya:
- İlçemizin bir iti bir de Kör Hasan`ı meşhurdur.
Kaymakam merakla sormuş:
- İtini biliyoruz da Kör Hasan kimdir.
- Kör Hasan nüktedan bir ihtiyardır. Demiş Mal Müdürü.
Tam o sırada mal müdürü heyecanla
- Bakın kaymakam bey işte Kör Hasan
Diyerek kucağında Kangal yavrusuyla seğirterek gelen bir gözü ağma ihtiyarı göstermiş.
Mal müdürü arabayı durdurarak Kör Hasan `a seslenmiş:
- Hayırdır Hasan emmi bebeyi mektebe yazdırmaya mı gotürüyosun?
Kör Hasan muzipçe gülümseyerek cevap vermiş:
He Beyim mektebe yazdırmaya gotürüyom. Okursa kaymakam okuyamazsa Mal Müdürü olur.


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Fıkralar >Ölüm Döşeğindeki Yahudi :)>
  22.Nis.2010 Per 13:25:13
Ölüm döşeğindeki Yahudi, ellerini tutmakta olan yaşlı karısını yanında hisseder ve:

- Ahhh.. Eliza sen misin? der.


- Evet, kocacığım benim.

- Oğlum İlyas da burada mı?

- Evet, o da burada.

- Peki ya küçük oğlum Anton?

- Evet, evet o da burada.

- Ya dünyalar güzeli kızım Alice, o da burada mı?..

- Evet kocacığım o da burada...

Yahudi son cevabı alınca birden bire gözlerini açar ve yataktan ani bir hareketle doğrulur:

- Peki dükkanı kime bıraktınız??... 


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Fıkralar >Bir Tarihçi Nasıl Çıldırır? :)>
  22.Nis.2010 Per 13:23:23
Tarih öğretmeni, derste dalga geçen, arka sıradaki çocuğu tahtaya kaldırır:

Kartaca Savaşlarını kim yaptı?

Valla billa, ben yapmadım öğretmenim!?

Zil çalar, öğretmen koridorda matematik öğretmeniyle karşılaşır ve durumu anlatır:

Kartaca Savaşlarını kim yaptı, diyorum. Yemin edip ben yapmadım, diyor?

Matematikçi teselli eder:

Aldırma hocam, bunlar böyledir, hem yaparlar, hem yapmadım, derler?

Tarihçi iyice sinirlenir  ve müdürün odasına dalar ve olanları anlatır. Müdür öğretmeni yatıştırmak ister:

Üzülme hocam, bakanlığa yazar, bu savaşı kim yapmış, sorarız!?


Tarihçi çıldıracak noktaya gelir ve doktara giderek 15 gün istirahat alır.

İzin bitip sakinleşmiş olarak okula döndüğünde bakanlıktan kendisine bir mektup gelir:

Ödenek olmadığından bu yıl Kartaca Savaşları yapılmayacaktır !?


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Fıkralar >Dursun Saatlerin Geri Alınacağını Duyunca...:)>
  22.Nis.2010 Per 13:21:36



Dursun, saatlerin geri alınacağını duyunca, evdeki saatleri toplayıp Saatçi Temel`e gider:


- Ula Temel, saatler geri alınacakmış. Biz de evdeki saatleri senden satın aldığımız için sana getirdik. Bunları geri alacaksun da.


Temel kendinden emin bir şekilde:

- Öyle yağma yok. Ben de duydum ama, sadece 1 saat geri alınacakmış. 1 tanesini alırım, diğerlerini almam.


cctugaycc

cctugaycc resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Gecenin Bereketi...>
  22.Nis.2010 Per 12:05:16

"Bu sükûn ölmek için mi sessizce?
Ne güzel bu yağış göklerden gece,
Rabbim, ne güzel gecelerin!"

Gece, gizemdir bende, örtüye bürünmüş bir güzel. Sırlarla dolu. Kat kat perdeler, dağlar, vadiler, esrar ardına gizlenmiş bir hakikat deryasının önüne çekilmiş bir sütre imajı uyandırır. Yıldızlar ve ay bu esrara insanı ulaştırma yolunda önemli alâmetler gibiymiş hissi verir. Geceleyin dünyanın insana daha çekici gelmesinin ardında bir hikmet olmalı. Aynı mekâna bu cazibeyi yükleyen dünya ile insan ruhu arasına bir çekicilik ekleyen gece, yürüdükçe açılan bir yol olur. İnsan farkına varırsa, gecenin esrarı içindeki bu yürüyüş aslında insanın içine, ruhuna doğru bir yürüyüştür. İnsan da en fazlasıyla gece kadar esrarlı ve meçhul bir yaratıktır. Bu benzerliği insana, özellikle de ruhunun farkına varabilmiş insana, geceyi çekici kılmaktadır. Gece olunca insan, ruhu ile arasındaki dünyevî engellerden mümkün olduğu kadar sıyrılmakta ve yüreğinin sesini dinleyebilmektedir. Gece ki, her yönüyle insandaki duyarlılığın arttığı bir zamandır. Gece, bir konser yazda ağustos böceğinden. Gece, çobanların uyanık olduğu zamanlarda yüreğini kavalında dile getirerek müziğin ince ve derin ezgisi gecenin sessizliğinde tabiata şerha şerha yayılırken, uyanık olursanız tabiatın içindeki bu eşsiz konseri dinlemenin bir bahtiyarlık olduğunu müşahede edeceksiniz. Bir defa böyle bir konsere, geceye; koyunların çan sesiyle beraber yayılan bir yaz gecesinde çobanın kavalından dağılan müziğe kaptırdım kendimi. Hâlâ bu konser canlanır durur hafızamda. Mekânın otantikliği ve gecenin içinde hiçbir sesin kaybolmamasıydı elbette beni bu kadar etkileyen. Çobana oldukça uzaktım. Gündüz olsaydı zaten o ses bana kadar ulaşmazdı.

Gecenin bereketini en çok da kış aylarında görüyorum. Kışın uzun uzun geceleri her şeyi yapmaya imkân veriyor. Erkenden akşam olması ve sıcacık evinizde sobanın başında; bir taraftan kestanelerin patlamasını duyarken, diğer taraftan camlarda hissedilen yağmur ve yaz günlerinin gecelerinin aceleciliğine inat ağır ağır ilerleyen zamanla ve kendinizle başbaşa kalmaya bolca vakit. Kışın bitişi bende hüzne yaklaşmadır. Kışın o uzun zaman dilimlerinde ne yapabildimse, ne okuyabildimse, ne kadar hayal kurabildimse odur. Yaz gelir, bir telâş, bir telâş, akşam ve ardından hemen gece yarısı. Bir de insanı bezdiren sıcaklar eklenince, güzün ardından gelecek kış günlerini özler dururum. Mevsimlerin içinde belki umumî kanaatle en sevimsizi kıştır, ama ben nedense kışı ve sonbaharı severim. Solgun rengi olan bir parkta düşen her yaprakla hüzünlenmek ve ardından dalları bembeyaz yerlere uzanan ağaçlar arasında tabiatın sessizliğini dinlemek. Dünyanın şarkısıdır aslında o demlerde dinlenen. Kışın tabiatı dinleriz, gecede kendimizi. Uzun uzun hayaller kurarız. Tabiat şartları yaşama alanımızı daralttıkça hayal ufkumuz genişler. Dışta daralmaya inat, içte gelişme...

Gece, yürüdüğümüz anda adımlarımızın en küçük sesini dahi duyabilme imkânını hazırlar bize. Gecenin bir bereketi olsa gerektir, gecenin sayısız bereketlerinden birisi olarak. Uyanık gönüllerin yakalayabildiği bir bereket.

Gece, bizi esrarengiz bir sevgili olarak kendisine çağırır.

Gece, semadaki renk cümbüşüyle insana Yaratıcı`sını hatırlatır.

Gece, rahatlığın güzelleşmesi ve aydınlıkların hazırlayıcısı.

Gece, rahmet meleklerinin yeryüzüne inme vakti. Uyanık gönüllerin Rabbine yakarışı.

Gece, ölüm.

Gece, kararmış ruhlara kasvet, aydınlık ruhlara gönüller arasında açılan kapı.

Gece, bereket.

Gece, okumasını bilene uzun bir şiirdir ki, nice şiirler ilham etmiştir şairlere. Gecenin en güzel yanı sabahın rahmeti...

Şu lâciverde gömülü huzur,
Bir siyah salkımın içindeki nur,
Bu karanlıklar, billûr billûr,
Rabbim, ne güzel gecelerin!"




Mustafa Oğuz
<<1234567 8910>>