ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
16 Mayıs 2024, Perşembe 00:00   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  manolya41> Forum Mesajları
    manolya41'e ait Toplam 9827 Forum Mesajı var
<<1...100...200...300...400...500...574575576577578579580581582583584 585586587588589590591592593594...600...700...800...900...983>>


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Altın Elbiseli Adam>
  29.Eyl.2008 Pzt 01:47:41
fiogf49gjkf0d
ALTIN ELBİSELİ ADAM
Bir Türk tiginine ait ve her şeyi saf altından olan elbisenin dünyada eşi yok...
1970 yılında, Kazakistan da Alma-Ata nın 50 km. kuzeyinde bulunan Esik kasabasında, garaj yapmak ve yol açmak için alçak bir tepenin düzeltilmesine karar verildi ve kazı başladı. O tarihe kadar o alçak tepenin bir höyük olduğunu kimse bilmiyordu. Çevrede eski kalıntılar da yoktu.
Kazı yapılırken kullanılan araç büyük bir kayaya çarptı, işçiler, kayayı parçalamak için üzerini örten toprakları kürekle açtılar ve bunun işlenmiş bir kaya olduğunu gördüler.
Durum, ilgili resmî makamlara bildirildi ve inceleme yapan arkeologlar tarihi bir eserle karşılaştıklarını gördüler. O tepe bir höyüktü, büyük bir mezarın üzerine yığılan kum tümsek idi.
Höyüğü açan arkeologlar muhteşem bir mezarla karşılaştılar. Bu, bir lâhid değil, Mısır piramidlerindeki firavun odasını andıran, her tarafı kapalı, süslü kayalarla yapılmış bir oda idi. Bu odayı itina ile açtılar ve asıl şaşkınlık o zaman oldu. Çünkü, bu ölü odasının içi pırıl pırıl altın eşya ile doluydu. Altın olmayan eşyalar da çoktu.

ALTIN ELBİSE


En göz alıcı ve harika nitelikteki eşya, altından yapılmış bir elbise idi. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şeyi saf altın olan bir elbise.


Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslü. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları var. Bu kabartmalara, kama kılıfında ve öteki eşyalarda da rastlanıyor. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılı. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine giriyor. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiş, çorabın çizme ile diz kemiği arasında kalan kısmında yine üçgen parçalar, çizmede ise dörtgen parçalar var.

Tarihçiler bu elbisenin bir tigine (prense) ait olduğunu söylüyor, fakat tiginin kimliğini henüz bilemiyorlar. Onun için yazılarda adı "Altın Elbiseli Adam" olarak geçiyor.

Kazakistan da Alma-Ata nın yakınındaki Esik höyüğünden çıkarılan ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış bir Türk tiginine ait altın elbise. Halen Alma-Ata müzesinde bulunan bu elbise ve diğer eşyalar, 25 asırlık geçmişten Türk tarihine ışık tutan belgelerdir. Saf altından yapılan böyle bir elbise dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur.

SAKA TÜRKLERİNE AİT


Mezarda, 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını, gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler,bunların, M.Ö. 5. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri veya belgeleri olduğunu oybirliği ile kabul ediyorlar. Yine bu tarihçilerin kanaatlerine göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve Sakalar olarak anılan bir Türk kavmidir.

Sakalar, M.Ö. 8. ve 4. yüzyıllar arasında, önce Tiyanşan da, sonra da güneybatı Asya da yaşayan Turanî kavimler topluluğuna verilen bir addır. Daha sonra bunlara İran kökenli Soğdlar da karışmıştır.

Sakalar, Fergana, Kaşgar, Aral Gölü, Hazar Denizi arasındaki alanda ve bugünkü Rusya nın güneyinde kalan yerlerde hâkimiyet kurmuşlardı. Bunların inanışları, ölü gömme törenleri ve örfleri, Altaylılarınkinin aynı idi. Hunların ve Göktürklerin âdetlerine de uyuyordu.

Bir yandan İranlıların, öte yandan Çinlilerin sürekli baskılarına uğrayan Sakalar, M.Ö.4. yüzyılda devlet olarak ortadan kaldırıldılar. Bugün Yakut Türkleri kendilerine Saka demektedirler.

EN DEĞERLİ EŞYA


Altın Elbiseli Adam ın bir Türk tigini olduğu anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinden sonra mezarından en çok altın çıkan, baştan başa, her şeyi ile saf altından elbisesi olan veya zamanımıza kalan yalnız odur.

Fakat, Altın Elbiseli Adam ın mezarında bulunan en değerli şey ne bu altınlardır, ne de diğer eşyalar. Bu mezarda bulunan en değerli tarihi belge, yarısı kırık bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, özellikle Türk tarihi ve medeniyetine ışık tutan, yeni boyutlar kazandıran bir belgedir.

Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun anıtlarındaki yazılardı ve bunlar zamanımızdan ondört asır geriye uzanıyordu. Oysa, Esik teki mezarda bulunan bu yazı 25 asırlık bir belge idi.

Sovyet tarihçilerinin okuduğu 26 harflik yazının anlamı şudur:

"TİGİN 23 ÜNDE ÖLDÜ. ESİK HALKININ BAŞI SAĞ OLSUN."



EN DEĞERLİ BELGE:
Esik höyüğünden altın bir elbise ve yüzlerce değerli eşya çıktı. Bu eşyalar arasında tarih bakımından en değerli olanı, yarısı kararmış bir gümüş tabaktır. Bu tabağın üzerinde bulunan iki satır yazı, en eski Türk yazısı sayılıyor.


KAZI DEVAM EDİYOR



Esik dolaylarında kazılar devam etmektedir. Daha büyük ve başka mezarlar da bulunmuştur. Fakat bunların soyulduğu, değerli eşyaların çalındığı, mezarların bomboş bırakıldığı görülmüştür. Bununla beraber taş lâhidler, yontmalar, çeşitli buluntular, aydınlatıcı belge niteliğindedir.

Esik höyüğünde bulunan altın elbise ve diğer eşyalar halen Alma-Ata müzesindedir.


Altın Elbiseli Adamın mezarından çıkan süs eşyaları







manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Fovizm>
  29.Eyl.2008 Pzt 01:40:30
fiogf49gjkf0d
Paris’in 1905 ‘te karışık salt renklerle göz alan renklerden oluşan Sonbahar Sergisinde ortaya çıkan bu grup, eleştirmenin onları tanımlamada kullandığı Les Fauves (vahşiler) akımın ismi olarak yerleşti. Doğalcılıkla arasında bazı benzerlikler olduğunu iler sürenler olsa da aslında Fovist resim; yüceltilmiş duyguların ve renklerin eğlenceli ve fantastik dünyasını oluşturan bu ‘vahşilik’ en çok güçlü renklerde, dinamik fırça vuruşlarında ve yapıtların derin dışavurumcu niteliklerinde yansır. Resim sade ve temiz boyanmalıdır. Derinlik, ışık, gölge ve belirli kenar çizgileri bırakılmıştır. Fovizmde hafiflik ve sevinç gözlenir. Akımın sanatçıları boyaları tuvale ,tüpten doğrudan sıkarak resim yapmışlardır.


Fovist resim, Van Gogh’un ya da Gauguin’in basite indirgediği resimden daha başka birşeydir ; artık daha 3 boyutlu değildir, Renk zenginliği ise birkaç saf renk ile sınırlıdır. Şimdi bu renklerin işlevi, anlamı ve duyguyu anlatmaktır. Böylece de resim, - örneğin Bölümcülükte olduğu gibi- bütün kuramsal yöntemlere sırt çeviren ressamın özgür kararına bağlıdır.


Bu nitelik Alman dışavurumcu için de geçerlidir yalnız onda düşünsel bir görüş ve tutumu anlatmak isteği daha ağır basar. Her iki üslup arasındaki temel fark ‘anlatım’ ya da ‘dışavurum’ kavramının tamamında yatar. Fovistler bu kavramı resmin düzen bütünlüğünde beliren salt biçimsel bir öğe olarak alırken, Alman dışavurumcularına göre doğrudan doğruya bir ruhsal açıklamadır.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Kasırlar>
  29.Eyl.2008 Pzt 01:32:23
fiogf49gjkf0d
Kasırlar
Osmanlı döneminde, İstanbul’da inşa edilen kasırlar, saraylardan sonra,
dönemin en görkemli mimari yapılarından sayılıyor. Hepsinin kaderinde bir dönem terkedilmişlik var. Şanslı olanlar restore edilerek, bugün müze-saray olarak ziyarete açılanlar. Ancak günümüze ulaşamadan yananlar ve yıkılanlar artık sadece arşivlerdeki kayıtlardan biliniyor.



Kasırlar, sadece hünkârların malı sayılan ve sarayların haricinde inşa edilen, köşkten büyük binalara deniyor. Devamlı ikamet için kullanılmayan kasırlar, tarihte padişahların dinlenmeleri için vakit geçirdikleri yerler konumundaydı. Kimi zaman at bindikten sonra, ok talimleri ya da av partilerinden dönüşte, kimi zaman askeri tesisleri ziyaretlerinin ardından kullanılıyorlardı… Kasırlar bunun dışındaki zamanlarda, ziyarete gelen yabancı devlet adamlarının ağırlandığı bir konukevi ya da önemli uluslararası toplantıların yapıldığı gizli binalar niteliği taşıyordu. Kasırlar geleneksel olarak, saraylar gibi sürekli yaşamaya yönelik bir amaç taşımadığı için, yatak odası, hamam gibi alanlara gerek duyulmuyor. Müze olarak hizmet veren bazı kasırlarda bugün görülen yatak odaları ise, daha sonraki dönemlerde konukevi olarak kullanılmalarından kaynaklanıyor.
Zamanında mümkün olan en ihtişamlı, en görkemli şekilde planlanan kasırlar, içinde bulundukları yüzyılın moda mimari akımlarına göre inşa edilmişler. Kasırların tarihlerinde genel olarak terkedilmiş bir dönemleri söz konusu. Genellikle Osmanlı’nın yıkılışından Cumhuriyet yıllarına kadar olan zaman aralığından bahsediyoruz. O günlere ulaşabilenler TBMM Milli Saraylar himayesinde orijinaline uygun şekilde restore edilerek müze-saray ya da restoran olarak işletilmekte. Terk edildikleri yılları atlamayanlar ise bazen yanarak, bazen bakımsızlıktan yıkılmış. Bunların bir kısmı ise özellikle son dönem padişahlar tarafından yıktırılmış.




Günümüze Ulaşan Kasırlar
KÜÇÜKSU KASRI
Boğaziçi’nin en güzel yerlerinden biri olan Küçüksu’da, Göksu Deresi ile Küçüksu Deresi arasında, Üsküdar-Beykoz sahil yolu üzerinde Anadolu Hisarı’nın sahil tarafında yer alıyor. Sultan I. Mahmut zamanında, 1730-1754 tarihleri arasında, şimdilerde Küçüksu Çayırı olarak anılan Has Bahçe’nin deniz kıyısında bir yere, iki katlı, ahşap bir saray yapılarak temeli atılan saray, Sultan Abdülmecit zamanında (839-1861) yıkılıp yerine bugünkü kagir bina inşa edilmiş. Aslında iki katlı, ancak bir de bodrum katı bulunan kasır, dinlenme ve av için kullanılırmış. Atatürk’ün İstanbul’a geldiğinde çalışmak ve dinlenmek için de kaldığı kasır, Cumhuriyet yıllarında bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış. Küçüksu Kasrı günümüzde müze-saray olarak ziyarete açık.

TOPHANE KASRI
Tophanede, Necatibey Caddesi üzerinde yer alan Tophane Kasrı, eski Tophane Meydanı’nın en önemli öğelerinden biri. Kasır, padişahların Tophane’deki askeri tesisleri ziyaretleri veya şehri deniz yoluyla ziyarete gelen yabancı devlet adamlarının karşılanması sırasında kullanılmak üzere inşa edilmiş. Tophane Kasrı ayrıca, Osmanlı-Yunan savaşına son veren 1897 uluslararası Konferansı ve Lozan Antlaşması sonrası Uluslararası Boğazlar Komisyonu toplantısına sahne olmuş. Hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında Sıkıyönetim Mahkemesi burada toplanmış. Bina, şimdilerde Mimar Sinan Üniversitesi kampusunun binalarından biri olarak yaşıyor.




BEYKOZ KASRI
Beykoz’da, tarihi Hünkâr İskelesi’nin güneyinde bulunan Beykoz Kasrı, esasen Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Sultan Abdülmecit için yaptırılmış. Beykoz Kasrı Boğaziçi’nde inşa edilen ilk kâgir ve neo-klasik yapı olarak biliniyor. 20. yüzyılın başlarına harap bir durumda gelen kasırda önce bir Darül Eytam, sonra Trahom Hastanesi açılmış. Bir süre göçmenlere tahsis edilen kasır, 1953 yılında Sağlık Bakanlığınca klinik olarak kullanmaya başlanmış. Günümüzdeyse Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak hizmet veriyor.




AYNALIKAVAK KASRI
Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Aynalıkavak Sarayı ya da Tersane Sarayı olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örneği. İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılıyor. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulmasıyla birlikte yöreye Tersane Has Bahçesi denmiş. Saray bütünü içersinde yer alan ve Sultan III.Ahmet döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, şimdilerde bir müze-saray olarak hizmet veriyor.



AYNALIKAVAK KASRI
Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Aynalıkavak Sarayı ya da Tersane Sarayı olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örneği. İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılıyor. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulmasıyla birlikte yöreye Tersane Has Bahçesi denmiş. Saray bütünü içersinde yer alan ve Sultan III.Ahmet döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, şimdilerde bir müze-saray olarak hizmet veriyor.


IHLAMUR KASIRLARI
Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamur Vadisi 18. yüzyılda mesire yeri olarak kullanılıyordu. Bu mesire yeri çok popüler olunca padişah için bir bağ evi yapılmış. Halk arasında Hacı Hüseyin Bağı Köşkü olarak bilinen köşk, Sultan I. Abdülhamit (1774–1789), Sultan III. Selim (1789–1807) ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) tarafından da kullanılmış. Sultan Abdülmecit bu köşkün yerine 1849–1855 arasında iki yeni biniş kasrı ile bir de çeşme yaptırmış.
19. yüzyıl Avrupa mimarisi üslubunda yapılan köşklerden biri olan ve törenler için kullanılan Merasim Köşkü, şimdilerde Ihlamur Kasrı olarak bilinen tarihi binanın ta kendisi. Cephesi son derece bezemeli ve hareketli olan yapının içerisi oldukça sade.
I.Dünya Savaşı sonrasında ve Cumhuriyet döneminde boş ve bakımsız kalan köşkler TBMM Milli Saraylar bünyesine katıldıktan sonra günümüzde bir müze-saray olarak ziyaret ediliyor.

MASLAK KASIRLARI
Levent ve Ayazağa semtlerini birbirine bağlayan ana yolun üzerinde, Haznedar Çiftliği’ndeki Maslak Kasırları’nın bulunduğu alanda ilk yapılanmanın Sultan II. Mahmut döneminde başladığı ve bölgenin Sultan II. Abdülhamit’in veliahtlığı sırasında sultanlara ait bir av ve dinlenme yeri olarak kullanıldığı biliniyor. Günümüze ulaşan kısmı ise Kasr-ı Hümayun, Mabeyn-i Hümayun ve Limonoğlu, Çadır ve Köşk Paşalar Dairesi.
Söz konusu yapılar, 19. yüzyıl sonları Osmanlı mimarlığı ve süslemeciliğinin seçkin örneklerini oluşturuyor.
Yaşamının büyük bir kısmını veliahtlığı sırasında burada geçiren Sultan Abdülhamit Osmanlı tahtına çıkmaya burada davet edilmiş. Kasr-ı Hümayun şimdilerde, belge, anı ve eski fotoğrafların ışığında onarılarak bir müze-saray olarak ziyarete açık.

SEPETÇİLER KASRI
Eminönü, Sarayburnu’ndaki Sepetçiler Kasrı, Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’ndaki iki kıyı köşkünden biri. Diğeri ise Yalı Köşkü. Bu kasrın kıyısındaki 5-6 kayıkhanede padişahların kayıklarının ve kadırgalarının bağlandığı ve donanmanın sefere çıkışıyla dönüşünü izledikleri yer olduğu biliniyor. Kasrın yapımına Sultan III. Murat (1574-1595) zamanında Sadrazam Sinan Paşa tarafından başlanmış. Kasrın kapı mermeri üzerindeki kitabesinden öğrenildiğine göre, Sultan İbrahim döneminde, 1643’te yeniden yaptırılmış. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ecza deposu olarak kullanılmış. 1998’de orijinaline uygun olarak restore edilen yapı şu anda Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılıyor.


HİDİV KASRI
Osmanlı`nın Mısır valilerinden olan Hidiv Abbas Hilmi Paşa`nın, 19. yüzyılın sonlarında Mısır`daki İngiliz nüfuzunu kırabilmek için Osmanlı Devleti`nden destek sağlayabilmek amacıyla uzun süreli İstanbul`da kalması gerekmiş. Bunun üzerine, Hidiv Abbas Hilmi Paşa 1903 yılında günümüzde kasrın bulunduğu yerde bulunan iki ahşap yalıyı satın almış. Paşa,1907 senesinde İtalyan Mimar Delfo Seminati`ye devrin mimari modasına uygun olarak art nouveau tarzındaki muhteşem saray yavrusunu yaptırmış. İtalyan mimarisinin etkisi altında yapılan kasır, Toscana villalarına benziyor. Mermer teraslarla çevrili ve üzerinde yüksek bir kule var.
Ünü Avrupa’ya kadar yayılan, özel ve İstanbul’un en büyük gül bahçesine sahip olan kasrın çevresindeki koruluk, 100–300 yıllık meşe, ıhlamur, çam ve sedir ağaçlarıyla dolu. Harika bir Boğaziçi manzarasına sahip kasır bülbülleri ile de ünlü.
Hıdivin 1944’te ölümünden sonra Turing tarafından restore edilen kasır, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafındanrestoran olarak işletiliyor.

ŞALE KASRI
Ortaköy ile Balmumcu arasında, Boğaziçi’ne egemen bir alanı kaplayan Yıldız Sarayı, tarihi Bizans’a dayalı bir koruluk. Sultan I. Ahmet döneminde padişahın Has Bahçeleri arasına katılmış. Sultan III. Mahmut, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde eklenen köşk ve kasırlarla gelişerek, Sultan Abdülhamit döneminde (1876-1909) inşa edilen binalarla Yıldız Sarayı adını almış.
Şale Kasrı, Yıldız Sarayı’nın en görkemli yapılarından. Kayıtlarda Merasim Köşkü olarak da geçen kasır, farklı tarihlerde yapılan birbirine bitişik üç ana yapıdan oluşuyor. Birinci bölümünün 1880’de, Sarkis Balyan’ın yaptığı ikinci bölümünün 1889’da, Merasim köşkü adıyla bilinen üçüncü bölümün ise 1898 yıllarında tamamlandığı biliniyor. Şale Kasrı, Yıldız Sarayı yapıları içinde bir devlet konukevi niteliği taşımış. Cumhuriyet döneminde kısa bir süre için lüks bir kumarhane olarak işletilen kasır, günümüzde TBMM Milli Saraylar bünyesinde bir müze-saray olarak ziyaretçilere açık.

















manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Geyik Muhabbet >Öylesine muhabbet >Kaybolan Erkek Ne Yapar?>
  28.Eyl.2008 Pzr 19:28:40
fiogf49gjkf0d


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >Güncel haberler >Annelerimiz Bu Klavyeyi Sevecek ...>
  28.Eyl.2008 Pzr 19:24:13
fiogf49gjkf0d


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >İstanbul Semt Hikayeleri>
  28.Eyl.2008 Pzr 17:45:48
fiogf49gjkf0d

İstanbul, bambaşka bir kent… 3 ayrı medeniyeti, dini yan
yana, iç içe barındıran kaç şehir vardır ki? Hakkında efsaneler yazılan, her bir semtinde pek çok hikayeyi yakalayabileceğiniz
İstanbul’un büyüsü tam olarak sözcüklere dökülemiyor maalesef. 7 tepe üzerine kurulu İstanbul’un her bir semtinin güzelliği,
çekiciliği farklı. Ve tabii her bir semtin öyküsü de…
İstanbul’un semtlerinin isimlerinde pek çok anlam gizli. Tabii her ne kadar kesin ve net bilgiler elimizde olmasa da semtlerin isimlerine dair pek çok rivayetle karşılaşıyoruz. Genellikle o bölgede yaşayan halklardan gelse de semtlerin isimleri, kimi zaman insanı şaşırtan öykülerle de besleniyoruz. İstanbul’un semtlerinin isimleri ne gibi gizler içeriyor, bu semtlerin isimleri nereden geliyor dersiniz? Gelin, sizler için seçtiğimiz ilginç biz maziye sahip semtlerin hikayelerine birlikte bakalım.
Öncelikle Aksaray’dan bahsedelim. Bir zamanlar Lykos Deresi’ne ev sahipliği yapmış olan Aksaray, İstanbul’un en eski semtlerinden biri. Öyle ki Bizans ve Roma döneminde bile kentin en önemli merkezlerindendi. O dönemde Forum Bovis yani Öküz Meydanı olarak adlandırılan Aksaray adını, Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı İshak Paşa sayesinde almış. İshak Paşa, İç Anadolu Bölgesi’ndeki Aksaray ili ele geçirildikten sonra orada yaşayan insanları Forum Bovis’e getirdiği biliniyor. Ve halk da bu yeni yerleştikleri semte adını vermiş.
İstanbul’u bizlere kazandıran 3 büyük imparatorluğun en yoğun yerleşim bölgelerinden biri de Ahırkapı’ydı. Saraylar bölgesinde yer alan Ahırkapı’da Bizans döneminden Manganai ve Bukeleon saraylarının Osmanlı döneminden ise Topkapı Sarayı’nın bulunuyor oluşu semte tarihi bir önem daha yüklüyor. Padişahın atlarının bulunduğu has ahırın bulunması nedeniyle semte Ahırkapı adı verilmiş. Hatta rivayet o ki Bizans döneminde de ahırlar bu semtteymiş.
”Aşinayım ben bu aşka Aşiyan’a” pek çoğumuzun bildiği bir şarkı. Bu şarkıya konu olan Aşiyan ise İstanbul’un en güzel semtlerinden. Boğaz manzarası ve mezarlığıyla ünlü. ‘Aşiyan’ın kelime anlamı kuş yuvası. Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Tevfik Fikret’in evi de bu semtte. Zaten semte adını veren de bu ev.
Boğaz’ın en güzel semtlerinden biri de Bebek. İstanbul’un en lüks semtlerinden biri olan Bebek aslında her zaman gözde bir semt oldu. En muhteşem günlerini ise 18. yüzyılda yaşadı. Bebek’in isminin nereden geldiği ise biraz tartışmalı. Fatih Sultan Mehmet’in bu bölgeyi koruması için gönderdiği bölükbaşının lakabının Bebek olması rivayet ediliyor.
Biraz daha Boğaz kıyılarında gezelim. Şimdi de sırada Beşiktaş var. Semt, Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak için diktirdiği “beş taş”tan alıyor adını. Bu beş taş zamanla halk arasında


söylene söylene Beşiktaş’a dönüşüyor. Fakat bir başka rivayet ise bir papazın bu semte yaptığı kilise için Kudüs’ten getirdiği beşik taşını koyması nedeniyle bu semte Beşiktaş denildiği yönünde.
Tarihi semtlerden bir diğeri olan Beyazıt ise adını kuşkusuz Sultan II. Beyazıt’tan alıyor. II. Beyazıt, semte kendi adını taşıyan bir külliye yaptırıyor. O gündür bu gündür de semt Beyazıt olarak biliniyor.
Beyoğlu da ismi nedeniyle farklı rivayetlere neden olan semtlerden. Bizans döneminde yerleşim yoktu. Beyoğlu’na adını veren kişi Pontuk Prensi Aleksion Komnenos. Söylenenlere göre Pontus prensi Müslümanlığı kabul edip bu bölgeye yerleşince burası da Beyoğlu adını alıyor. Fakat bazı kaynaklar burada oturan kişinin Kanuni döneminin Venedik elçisi Andre Giritti’nin oğlu Luigi Giritti olduğunu yazıyor.


Şehrin eski semtlerinden biri olan Bakırköy, Roma imparatoru Justinyen tarafından sayfiye yeri olarak kurulmuş. Bölge önceleri Hepdoman, Jeptimum adlarıyla anılıyormuş. Bizans’ın son döneminde bu yöreye Marki Hori (Uzun Köy) denilmeye başlanmış. Osmanlı döneminde bu isim Makriköy’e dönüştü. Ve semt bugünkü ismini 1925’te aldı. O dönemde Türkiye toprakları içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesiyle semte Bakırköy adı verildi.
Marmara kıyısında yer alan Çatladıkapı İstanbul’un ilginç isimli semtlerinden biri. Kumkapı ile Ahırkapı arasındaki yörede bulunan ve Bizans zamanında yapılan surların Sidera adı verilen bölümü 1532 depreminde çatlamış. Semt o tarihten sonra Çatladıkapı olarak anılmaya başlamış.
Çemberlitaş’ın adının nereden geldiği ise aslında kolayca tahmin edilebilir. Bizans döneminde üzerinde İmparator Constantin’in heykelinin bulunduğu 35 metre yüksekliğinde bir sütun yapılır. Sütuna destek olması için demir çemberler eklenir. Semt adını bu ‘çemberli taş’tan alır.
Beyoğlu ilçesine bağlı Çıksalın semtinin adı çok ilginç. Çıksalın isminin Fatih Sultan Mehmet tarafından konulduğu rivayet ediliyor. Güzel bir manzaraya sahip olan bu bölgeye halk arasında ‘çık, salın’ denildiğinden de söz ediliyor. Haliyle de adı buradan geliyor.




Eminönü adının kaynağı Fatih dönemine kadar uzanıyor. Galata Köprüsü’nün Eminönü tarafında Fatih döneminden beri gümrük eminliği binası bulunurmuş. Halk arasında da buraya “Emin önlük” denilirmiş. Zamanla bu söz Eminönü olarak değişime uğrayarak günümüze kadar gelmiş.
Farklı farklı etnik toplulukların yıllarca sorunsuz bir şekilde yan yana yaşadıkları bir semtteyiz şimdi: Feriköy. Feriköy’e adını 18. yüzyılda buraya yerleşen Mösyö Feri adında bir Rum tüccar veriyor. Feriköy’ün eski adı ise Aya Dimitri. Mösyö Feri’nin köyü olarak adlandırılan bölgenin ismi zamanla Feriköy’e dönüşüyor. Bazı kaynaklar ise semtin adının Mösyö Feri’den değil, Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz döneminde yaşayan Madam Feri’nin geldiğini yazıyor.
Bizans döneminde süthanelere ev sahipliği yapan Galata ismini de buradan alıyor. Şöyle ki, eski Yunancada süt ‘gala-galaktos’ anlamına geliyor. Dolayısıyla Galata’nın ismi de buradan türetiliyor. İstanbul tarihinin hemen her döneminde karşımıza çıkan Galata’nın antik çağdaki ismi Sykai ya da Sykaena. Semtin adının kökenine ilişkin bir diğer görüş ise şu: Ortodokslar, Katolikleri Galus olarak adlandırıyorlardı. Ve Galata da eskiden Katolik kasabasıydı.
İstanbul’un küçük semtlerinden biri de Horhor. Fatih’teki bu semt adını Horhor çeşmesinden alıyor. Anlatılanlara göre Fatih, burada bir yürüyüş yaparken yerin altından su seslerini duyar. “Buraya bir çeşme yapsanıza hor hor su geliyor” der. Yapılan çeşmeye Horhor adı verilir.
Şişli ilçesine bağlı Okmeydanı semtinin adının anlamı aslında çok aşikar. Fatih Sultan Mehmet, burada okçuluk müsabakaları gerçekleştirirmiş vaktiyle. Semtte bir de okçuluk teknesi varmış. Dolayısıyla semt zamanla Okmeydanı olarak adlandırılır olmuş. Hatta hala uzun mesafelere atılan okların düştüğü yerleri belirlemek için dikilen nişan taşlarını görebiliriz burada.



1930’lu yıllardan bugüne kadar hala sahnelenen ve büyük de ilgi gören “Lüküs Hayat” operetinin “Şişli’de bir apartıman, yoksa eğer halin yaman” dizeleri pek çoğumuzun hafızasında. Her zaman önemini koruyan Şişli hem bir semt, hem de mahalle adı. Semtin adı, bölgede yaşayan ve şiş yapımıyla uğraşan, “Şişçilerin Konağı” adlı bir konak yaptıran aileden geliyor. Zamanla konağın adı Şişlilerin Konağı’na dönüşmüş. En sonunda ise konağın bulunduğu semte Şişli adı verilmiş.
Haliç kıyısına kurulu Sütlüce bir zamanlar mezbahalarıyla ünlüydü. Adının bugünkü Sütlüce’nin bulunduğu yerde kurulu olan Süt Menbat isimli Rum köyünden geldiği söyleniyor. Bu köyde bir kadın heykelinin göğsünden su akar ve bu akan suyun kadınların sütünü çoğalttığına inanılırmış. Semt de bu nedenle Sütlüce olarak anılır olmuş.
En önemli ticaret iskelelerinin hemen ardında uzanan Tahtakale semti Bizans ve Osmanlı döneminde olduğu gibi şu anda da önemli ticaret merkezlerinden biri. Adının nereden geldiğine dair yaygın inanış ise şu: . Semtin adının Taht-el Kalaa’dan geldiği sanılıyor. Taht-el Kala, kale altı demek. Semt de eskiden surların dibinde olduğu için bu adı almış.
İstanbul’un en önemli meydanlarından biri olan Taksim, günümüzün canlı ve her daim hayatın dolu dizgin sürdüğü Taksim adını eskiden Galata ve Beyoğlu sularının halka taksim edildiği Taksim Maksemi’nden alıyor.
1954 tarihine kadar Beşiktaş’ın bir mahallesi olan Teşvikiye’nin kuruluşu Sultan Abdülmecit’e uzanıyor. 3. Selim döneminde bölge avlanma ve nişan talimi için kullanılırmış. Hatta bunu gösteren anıt taş günümüzde Teşvikiye Camii’nin avlusunda görülebilir. Teşvikiye Camii, semtin gelişmesi yolundaki en büyük etkilerden biri. Camii Abdülmecit tarafından yenilendikten sonra bölgeye yerleşenler çoğalmış. Zaten Abdülmecit de buranın bir yerleşim bölgesi olmasını istemiş. Adını da kendisi koymuş: Teşvikiye.
Unkapanı’nın ismi ise 19. yüzyılda ortaya çıkıyor. Eskiden bu bölgede yer alan satış yerlerinde Arapça’da kaban denilen büyük teraziler bulunurmuş. Ve de buralara Kapan denilirmiş. Bugünkü Unkapanı sahiline ise buğday, arpa yüklü gemiler demirlermiş. Dolayısıyla semt, zamanla Unkapanı olarak anılır olmuş.
Türkiye’nin en eski ve en büyük hipodromuna ev sahipliği yapan Veliefendi’nin adı da bir kişiden geliyor. Eskiden çayırlık olan hipodromun kurulduğu alan vaktiyle Şeyhülislam Veli Efendi’ye aitmiş.


Bağlarbaşı, Bostancı Çengelköy ve Üsküdar


Bu kez Anadolu yakasına yol alıyoruz. Bağlarbaşı’na… Semt adını ünlü bağ ve bahçelerinden alıyor. Fakat ne yazık ki artık semte adını veren bağları, bahçeleri bugünlerde göremiyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu’nda geniş kadrolu bir çeşit muhafız birliğine Bostancı adı verilirmiş. Dememiz o ki Bostancı semtinin adının buradan geldiği söyleniyor. Şöyle ki: Fatih Sultan Mehmet zamanından itibaren bu semt İstanbul’un Anadolu tarafındaki sınırı olarak kabul edilmiş ve de buraya Bostancı karakolu kurulmuş. Semt de zaten bu karakol nedeniyle Bostancı olarak adlandırılmış. Ayrıca kimilerine göre ise her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanların varlığından dolayı da semtin bu adı aldığı vurgulanıyor.

Yaklaşık 1960’lı yıllara kadar ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı, Boğaz’ın en sevimli semtlerinden biri Çengelköy. Adının anlamına dair ise net bilgiler yok elimizde. Çengelköy’de eskiden çengel denilen gemi çıpaları yapıldığı için isminin de buradan geldiği yolunda bilgiler var. Fakat net bilgiler değil bunlar. Öte yandan Bizans döneminden kalan gemi çengelleri nedeniyle de semtin Çengelköy olarak adlandırıldığı ya da sadrazamlığa kadar yükselmiş olan Çengeloğlu Tahir Paşa’nın semte ismini verdiği de rivayetler arasında.
Eskiden Hrisopolis, Altın Şehir olarak anılan Üsküdar’ın adının nereden geldiğine dair de pek çok rivayetle karşılaşıyoruz. Üsküdar adı kimilerine göre Farsça ulak anlamına gelen Eskudari’den türedi. Kimilerine göre ise Bizans devrinde Skutari adı verilen askeri kışlalar buradaydı ve dolayısıyla bölgeye Skutarion deniliyordu. Bu isim zamanla Üsküdar olarak değişti.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >İlginç Videolar, Fotoğraflar, Grafikler, Sunumlar >Gökyüzünde Pedal Çevirmek>
  28.Eyl.2008 Pzr 17:30:39
fiogf49gjkf0d


"The Skycycle", Japonya nın Okayama kentinde bulunan dünyanın ilk ve tek denilebilecek bisikletli roller coasterı. Diğer roller coasterlardan farklı olarak yüksek hızlara çıkaracak bir motorunun bulunmaması ama iki tekerlek üzerinde bütün kontrolün sizde olması size heyecan ve korku etkisini diğerlerinden daha fazla hissettiriyor. Her şeye rağmen gökyüzünden muhteşem bir manzaraya bisiklet üzerinden hareketli olarak bakmak oldukça ilginç bir deneyim olsa gerek.



















 


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> ChatCity ile ilgili her şey >ChatCity Dedikoduları >FEYZOM KANKAM MAJESTELERİM DOGUM GÜNÜN KUTLU OLSUN KANKA>
  28.Eyl.2008 Pzr 01:36:36
fiogf49gjkf0d
Arkadaşlar yıldızlar gibidir, onları her zaman göremezsin ama senin için her daim varolduklarını ve seni düşündüklerini bilirsin. Bugün beni göremezsen de bil ki yanındayım! Doğumgünün kutlu olsun... İyi ki varsın varsın.. Birlikte daha nice yaşlar[Resim: imagekelly29ul.jpg]a...


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Haber >Güncel haberler >Annelerimiz Bu Klavyeyi Sevecek ...>
  28.Eyl.2008 Pzr 00:44:48
fiogf49gjkf0d
.
hurriyet2008
-annelerimiz bu klavyeyi çok sevecek. Bulaşık makinasında yıkanabilen dünyanın ilk anti bakteriyel klavyesi üretildi.

Her ne kadar bilgisayarların en az yenilenen parçalarının başında yer alsalar da, klavye ve fare seçimi de artık kullanıcılar için son derece önemli bir hale geldi.
Ancak bilindiği gibi klavye ve fare, aynı zamanda bilgisayarların en çabuk kirlenen bileşenlerinin de başında yer alıyor. Hatta kir ve toz bazen öylesine abartılı bir duruma geliyor ki, klavyenin tuşlarına artık eskisi gibi rahat basamadığınızı fark ediyorsunuz.
Tüm bu nedenlerden dolayı, geçtiğimiz günlerde bir klavye üreticisi çok farklı bir klavyeyle kullanıcıların karşısına çıktı. Ancak bu klavyeyi diğer benzerlerinden ayıran özelliği, tasarımı ya da sunduğu yeni bir fonksiyonu değil.
Silver Seal Flex olarak adlandırılan bu klavye istendiğinde yıkanabiliyor. Evet, hatta isterseniz bu klavyeyi elinizle yıkama zahmetinde bulunmadan bulaşık makinesine dahi havale edebilirsiniz.
Bulaşık makinesinde yıkanabilmesinin yanında ışığı sayesinde gece karanlığında da kullanılabilen antibakteriyel yapıdaki yeni Silver Seal Flex in fiyatı ise sadece 50 Dolar.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Endülüs>
  27.Eyl.2008 Cmt 21:00:14
fiogf49gjkf0d
Andalucia (Endülüs); Zamanın Durduğu Yer

Afrika, Asya -özellikle Orta Doğu- ve Avrupa nın karakteristik özelliklerini muhteşem bir kompozisyonla sunabilen, dahası İslam ve Hıristiyanlığın ortak paydasını bulmuş ve bütün bu kültürleri yüzlerce yıl dünyanın gözünün içine sokmadan sakin sakin yaşamış bir yerdeyiz şimdi: Andalucia...

Canlı, hareketli, kıpır kıpır bir coğrafya.

İspanya nın güneyinde bulunan ve İspanya nın bir parçası olmasına karşın özgünlüğünü ve özerkliğini koruyan, aslında Barcelona ya ya da Madrid e hiç mi hiç benzemeyen bir bölge Andalucia... 711-1492 yılları arasında Müslümanlığın etkisi altında, mimarisiyle, yemek kültürüyle, eğlencesiyle, hatta hatta konuşma biçimiyle bile bir İslam ülkesi gibi kalakalmış sanki. Şam dan Endülüs e uzanan toprakları 7 yılda alan İslamiyet, ancak 700 yılda geri vermiş.

İnsanların tipleri bile yabancı değil... Kesinlikle Avrupalılıklarını ya da Hıristiyanlıklarını gözünüzün içine sokmuyorlar. Kendinizi daha çok Akdeniz de bir yerlerdeymişsiniz gibi hissediyorsunuz...



Sevilla; Dünyanın Merkezi

Lizbon dan Sevilla ya tüm gece süren otobüs yolculuğunun tarifsiz yorgunluğu ile otele kendimizi atıp sabah erken saatlerde korkunç acıkmış olarak uyandığımızda, pencereden baktığımızda gözlerimize inanamadık... Burası bir masal şehir... Dar sokaklar, pencerelerden sarkan sardunyalar, tüm yollar Arnavut kaldırımı... Yollarda yürüyen insanların ayakkabılarının topuk sesleri bembeyaz keten perdelerden içeri süzülüyor. Sükunet dayanılmaz boyutlarda... Araba kiralamamakla isabet yapmışız... Yürümeli, doya doya yürümeli topuklarımızı tıkırdatmalı Emeviler in ünlü "İşbiliye" şehrini.

Altın Çağ da dünyanın ticaret merkezi olan Sevilla, İspanya nın başkenti Madrid den daha popüler bir şehir. Hareketli, sıcak, hayat dolu...Quadalquivir nehrinin kıyısında, nehrin ona sunduğu nimetleri haketmiş ... İslam sanatının ve mimarisinin en güzel eserleriyle süslü...


Sevilla demek Flamenko demek... Carmen demek, opera demek... Boğa güreşi demek...Sokağa çıkar çıkmaz, şıkır şıkır dans giysileri, boğa figürleri, posterler, rengarenk dans ayakkabıları satılan butiklerin arasından geçerek güzel bir kahvaltı yapabileceğimiz bir yer arıyoruz. Şehrin merkezinde hoş bir yer bulup giriyoruz içeri... Temiz, çeşit bol.. Ama ne yazık ki servis çok kötü... Siparişimizi almaya gelen pala bıyıklı iri yarı garson burnundan soluyor ... Asabi olduğunu düşünüp boş vermeye çalışıyoruz. Üstüne bir de İngilizce konuşamadığını anlayınca çileden çıkıyoruz çünkü anlaşmak imkansız görünüyor...Daha sonra anlıyoruz ki servisi bilmiyorlar... Tabii İngilizceyi de... Endülüs ün hiçbir yerinde iyi servis alamıyor, kimseyle İngilizce anlaşamıyorsunuz... Ama bu çok önemsiz bir ayrıntı olarak kalıyor.. Zira burada servis dışında herşey çok keyifli...


Öğlene doğru bir telaş öğle yemeğini çabucak yiyip siesta ya koşuyor İspanyollar...Hava öyle sıcak ki evlerine girip kepenkleri sımsıkı kapatıyorlar uyku için. Dükkanlar, mağazalar hatta restoranlar, cafeler bile kapanıyor...Saat 17.00 ye kadar yaşam duruyor. Bir bardak su isteseniz bulabilmek mesele... Akşam üzeri yavaş yavaş evlerden çıklıyor. Dükkanlar tekrar açılıp malların bir kısmı kaldırımlara yayılıyor. Birahaneler, kafeler masalarını taburelerini Arnavut taşlarının üzerine atıyorlar... Siesta saatinde bomboş olan Sevilla da iğne atsanız yere düşmüyor...

Tapas yani küçük tabaklarda servis edilen yemekler masalara diziliyor... Akşam iş çıkışı birer bardak birşeyler içip değişik tapaslar tatmak burada günlük rutinlerden... İsterseniz bu tapaslardan pek çoğundan alıyorsunuz isterseniz bir veya iki tanesinden normal porsiyonlarda ana yemek olarak tercih edebiliyorsunuz. Seçenek çok bol... Tabii İngilizceyi doğru dürüst konuşan bir garson bulamadığınız için yediğinizin içinde ne olduğunu tam olarak bilemiyorsunuz... Ama lezzet tarifsiz... Şaraplar da muhteşem...

Restoranların ve tapas barların duvarları muhteşem boğa kafalarıyla dolu... Etkilenmemek imkansız... Kafaların yanında boğanın geçmişine ilişkin bilgiler ve matadorun, güreşin son anlarında içinde bulunduğu son durumunu gösteren fotoğraflar ve yazılar asılı... Boğa güreşi bir kültür, bir gelenek, hatta bir ritüel... Canilik olarak adlandırılabilir belki ama boğa güreşini İspanyol kültüründen ayırmak mümkün değil... Mart ayında başlayan güreş sezonu Ekim e kadar devam ediyor. Bir güç gösterisi, bir rekabet... Sonunda boğa ölmelidir. Zaten matador öldüren demektir. Rastgele bir savaş değil, çok ciddi kuralları olan bir mücadele bu... Matador son derece prestijli bir öldüren dir. Bu ritüele İspanyollar çok saygı duyarlar ve yabancılardan da bunu beklerler...


Sevilla katedrali ve Giralda Kulesi dünyanın en görkemli katedrallerinden biri... Sıcak havada serin serin gezilebilecek, şehir turuna başlamak için ideal bir nokta...15. yüzyılda yapılmış, yapımı tam 1 asır sürmüş... Öyle süslü, öyle görkemli ki bakmaya doyulmuyor... Kule ise aslında aynı yerde eskiden Büyük Cami olan yapının minaresi ve Sevilla nın da sembolü... Diğer sembol ise hemen katedralin karşı tarafında bulunan saray... Araplardan kalan ve korunabilen muhteşem bir miras; Alkazar Sarayı 14. Yüzyılda inşa edilmiş, dışarıdan bakıldığında saray olduğu anlaşılmayacak kadar mütevazi, ama içine girince dehşete düştüğünüz bir yer... Duvarları, tavanları eşsiz el yazmalarıyla oyulmuş, yüzlerce metrekare duvar ve tavan mozaiklerle ince ince işlenmiş. Yemyeşil bahçeler içinde süslü püslü havuzlardan şıkır şıkır akan sular...Hem Hıristiyan hem Mağribi (Fas Berberileri) hem de Şam medeniyeti etkilerinin harmanlandığı Alcazar dan sonra rota Torre del Oro (Altın Kule) olmalı. Aynı dönemlere ait yapı, altın çinilerle kaplı bir tarih ve sanat harikası...


Geziye Barrio Santa Cruz a doğru yürüyerek, akşam yemeği için de planlar yaparak devam ediyoruz. Bu bölgedeki restoranlarda bir keşif yapıp, alışveriş sevmeyen eşler burada dinlenmek üzere bırakılarak doğru Las Sierpes e gidilebilir daha sonra...

Kısa bir sokak olan Las Sierpes te meşhur İspanyol ayakkabıları, giyim mağazaları ve şık butikler var. Caddenin başındaki bina etkileyici ve mesleğimden ötürü de dikkatimi çeken bir yapıydı... Bu bir banka binasıydı ancak öyküsü çok eskilere dayanıyormuş... Bu bina banka olmadan yüzlerce yıl önce kraliyet hapishanesi olarak kullanılıyormuş ve meşhur Don Kişot romanı Cervantes tarafından burada, küçücük bir hücrede yazılmış... Modern dünyada bazen yel değirmenleriyle savaşırken bizler de kendimizi küçük hücrelerimizde hissetmiyor muyuz dersiniz?

Sevilla da en büyük problem, otelinizden çıktığınızda onu bir daha bulamıyor olmanız galiba... Sokakların hepsi sanki aynı ... Daracık, eğik, camlarından yaseminler, sardunyalar sarkan, şirin evlerle dolu... Ama sokak isimlerini telaffuz etmek imkansız. İngilizce bilen de yok ki yol tarifi sorasınız... Haritanızı asla elden bırakmamanız gereken bir şehir burası...

Bir de İç avlu olayı var ki biz ailece buna bayıldık. Her evin, restoran olarak kulanılan pek çok yapının, barın, hatta apartmanların bile birer iç avlusu var... Yapının ortasında, üstü kısmen açık, yerler dama taşı gibi seramikle kaplı, yeşilliklerle bezeli, serin bir dinlenme ve rahatlama noktası buraları... Bazılarında yapay havuz, bazılarında ise kuyu var...


Duvarlarda tablolar, çiniler, tabaklar, çeşit çeşit çiçeklerle dolu saksılar...Roma dan gelen bu gelenek, Araplar tarafından da sürdürülmüş... Bizce Sevilla yı anlatan en güzel şey, dışardan bakıldığında içine girmek için insanda dayanılmaz bir istek uyandıran bu mahrem, korunaklı ve özel ev içi bahçeleri...Ve onların hemen dışındaki kaldırımdan gelen narin topuk sesleri...


Granada; Yakıcı kızıl toprak

Bir şehir düşünün... Şehrin başında duruyorsunuz, ufka kadar olan araziyi görebiliyorsunuz... Kıpkızıl bir şehir, yakıcı, kavurucu sıcak... Nem yok...Siesta saatine denk gelmiş şehre vasıl oluşunuz... Su yok... Yolda ölseniz yardım edecek kimse yok. İstisnasız her yer kapalı. Şehirdeki gösterge hava sıcaklığını 42 derece olarak gösteriyor ama kesinlikle daha fazla... Kaldırım tütüyor. Taksiler siestada... Otele bile yürüyerek gitmek zorundasınız... Kabus ....


Emevi zamanındaki adı "Gırnata" şimdiki adı "Granada"ya gidişimiz aynen böyle idi. Bir daha asla gitmek istemeyeceğim bir şehir olarak hafızama kazındı yalnızca bu anı nedeniyle...Şehre gidişimiz Arapların bu topraklara bıraktığı en büyük eserlerinden biri olan El Hamra yı ziyaret içindi...El Hamra kırmızı demek... Toprağın rengiyle uyumlu El Hamra yı görmek her turistin harcı değil ama. Önceden ziyaret rezervasyonu yaptırmanız gerekiyor. Aynı gün olmuyor... En az bir-iki gün, en fazla bir yıl önceden... Yarım gününüzü alıyor burayı ziyaret... Çok.... Çok.... Çok sıcak. Sanki burası güneşe, dünyanın heryerinden daha yakın. Saatlerce de yürümeniz gerekiyor.


Dört kısımdan oluşan yapı genellikle güneşin alnında duruyor ama aşağıda yeşil ve serin bahçeler de var...Generalife denilen bu bahçe kısmı gezinin son bölümünde sizi rahatlatıyor ve çektiklerinizi unutturuyor. İçeride, yine yüzyılların izleri duvarlarda, tavanlarda, hatta yer döşemelerinde cezbediyor görenleri...İslam mimarisinin en güzel ve en büyük eserlerinden biri olan El-Hamra Sarayı, bir Fransız akademisyenin deyimiyle konuşan bir saray... Hem de kutsal kitabın sesiyle ve sözleriyle konuşuyor... Duvarlarda Kuran dan alınan ayetler ustalıkla ve zerafetle işlenmiş, oyulmuş... Her oda, her bölüm kendine özgü havasını taşırken diğer bölümlerle de sonsuz uyum içinde...


Hemen her bölümle tek galip Allah tır (La galib illa Allah) yazıyor.. Bu yazı, hediyelik eşya dükkanında da küçük tabletlere kazınmış olarak satılıyor... Yüzlerce yıl farklı medeniyetlerce şekillenen saray haykırıyor: Allah tan başka galip yok!


El Hamra Sarayı nda en hayran olduğumuz ve boynumuz ağrıyana kadar incelediğimiz kısım, Büyükelçiler Salonu adını verdikleri odaydı. Daha doğrusu bu odanın sedir ağacından işlenmiş tavanı... O dev tavanda küçücük desenlerle süslü zarafetin içinde yazan ayetin O, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı. Rahman ın yarattığında bir aykırılık göremezsin ayeti olduğunu öğreniyoruz.

Binbir Gece Masallarının görkemli sarayından çıkınca Albaicin mahallasinin yokuşlu sokaklarında dolaşmak, bir Meksika filmi setinde dolaşmak gibi enteresan bir deneyim oluyor... Ama şehre dönmek ve gazpacho dedikleri soğuk çorbadan içmek insanın kendine gelmesi için şart...

Yemek, siesta saatleri dışında sorun değil... Paella ya doyun... Deniz ürünlerine tapaslara, jambona doyun...Chorizo (baharatlı sucuk) ve tortilloyu da unutmayın... Alışveriş şart değil... Ama illa birşeyler alacaksanız El Corte Ingles denilen mağaza zincirinin bir halkası da Granada da... Her daim tıklım tıklım oluyor..Her türlü hediyelik eşya var burada... Ayrıca Endülüs e özgü tadımlıklar... Bir de antikalar ve kakma-oyma tarzı şeyler alınabilir. Ama mutlaka alınması gereken şey azulejolar, yani Mağribi çinileri...



Cordoba; Batik Başkent

Emeviler in yani Batı İslam Devletinin başkenti, benim Endülüs te en çok hayran olduğum yapının La Mezquita nın şehri... Muhteşem bir cami... Muhteşem bir kilise... Dünya üzerinde bir benzeri olmayan bir sentez. Tarih boyunca birbiriyle ilgisiz, birbirine rakip, zaman zaman da düşman olmuş unsurların şık, zarif, elit birlikteliği... Düşünün ... 8. Yüzyılda yapımına başlanmış, yani kontrol Mağribilerde iken...10 yüzyılda mihrab ve halifenin namaz kıldığı bölüm olan maksura inşa edilmiş...Sonra Hıristiyan egemenliğinde 1260 larda şapeller eklenmiş camiye...15. yüzyılın sonunda Mağribiler buraları kaybedince bir de katedral inşa edilmiş mi?... Müslümanların sadeliği, Hıristiyanların şatafatı birleşmiş... Ortaya çıkan şey bir zevk abidesi, bir sanat eseri, bir dünya mirası... Egemenliği eline geçiren kendisinden öncekinin yaptığını tahrip etmemiş... Kendi ifadesini üzerine eklemiş... Saygı duymuş yapılanlara... Diğerinin dinine, inancına, emeğine, sanatına... Düşman olarak görmemiş görseli... Simgelerden korkmamış... Özenle saklamış mirası. Sonuçta burası Tanrının evi imiş... O huzur, o dinginlik öyle bir sarmaladı ki bizi La Mezqita da... Ben 24.300 metrekarelik bu olağanüstü yapıyı iki defa gezdim... Olanak bulursam da yalnızca bu yapıda hissettiğim huzuru tekrar yaşamak için oraya giderim..


"Kurtuba" 950 yılında bir dünya kentiydi. O yüzyıllarda Paris iki bin kişiyi geçmezken, Kurtuba yüz binleri bulur. Bunun en büyük nedeni de "Hoşgörü"dür. İnsanlar hoşgörünün çevresine toplaşmışlardı. Bunun sembolü de yukarıda bahsettiğim "Kutuba mesiciti" şimdiki adıyla "La Mezquita".

Cordoba da kaldığımız otel diğerlerinden farklı olduğu için bahsetmeden geçemeyeceğim. Şehrin tek beşyıldızlı oteli olan "Hospes Palacio del los Patos" bir huzur yuvası idi. Ağaçların içinde kahverengi seramiklerden yapılmış bir havuz, çevresinde bembeyaz yataklar, beyaz perdelerle çevrelenmiş. Bina pozitif elektrik yüklü... Girdiğiniz anda gevşiyorsunuz... İçerisi dışarıya inat serin... Kalanların her türlü rahatı kusursuz bir şekilde düşünülmüş, siz odanıza gelmeden önce odaya girip pancurları kapatıp odayı uykuya hazır hale getirmek gibi ayıntılardan başka, yediyüz yıllık otelin altında binlerce yıllık bir şehrin yeni bulunan kalıntılarını, otelin zeminini cam kaplayarak seğredebilmenizi olası kılan saygın zeka ve oteli yıkmadan, aşağıda arkeolojik kazının devam etmesini sağlamış olan yetkililer için ne denir bilemiyorum... Dünyada böyle sığınaklar kalmasını sağladıkları için teşekkür etmekten başka...


En iyi tapas barların Cordoba da olduğunu söylemek gerek...Servisin burada daha candan ve içten yapıldığını, zeytinlerin, şarabın, zeytinyağının, pekmezin, Flamenko kulüplerinin, doğanın, tarihin, hoşgörünün en güzelinin Cordoba da bulunduğunu da... Bir tek dikkat edilmesi gereken hırsızlar ve kapkaççılar...İspanya nın her şehrinde var gerçi ama sanki Cordoba da çarpılma olasılığı daha fazla gibi geldi bana...


Endülüs te Raks; Flamenko

Şarkı ve dans İspanyolların vazgeçilmezi... Flamenko, Endülüs ün bir ürünü esasen... Bir şarkı formu ve ona uygun bir dansın adı...Endülüs deki pek çok şey gibi, bir karşılıklı kültür iletişimi, bir hoşgörü ve ortak emek eseri... Vizigotlardan tutun da Mağribiler, Yahudiler, Çingeneler, hatta bazı görüşlere göre Hintlilerin bile etkisi var bu dansta... Gitar eşliğinde söyleniyor şarkılar ve dans özel kıyafet ve ayakkabılarla yapılıyor. Topuklar yere vuruluyor, parmaklar şakırdatılıyor...Gösterileri tablaos denilen kulüplerde ücreti mukabilinde izleyebiliyorsunuz.


Ve Cadiz...


Bizim sosyetenin bir ara mesken tuttuğu yerlerden biriydi. Şimdi gözden düştü... İspanya nın eski kentlerinden ama daha çok bizim Ege deki sahil kasabalarına benziyor... Deniz, güneş ve bol dondurma var... Ağaç yok...Müze görülebilir, bir de katedral tabii. Bana sorarsanız Cadiz in en güzel tarafı, oraya gitmek için yapılan 2 saatlik konforlu tren yolculuğunda etrafı seğre dalmak derim...

<<1...100...200...300...400...500...574575576577578579580581582583584 585586587588589590591592593594...600...700...800...900...983>>