ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul

sohbet banner
tavla okey sohbet forumu
sohbet, okey, tavla, chat
29 Nisan 2024, Pazartesi 17:24   
kız arkadaş sohbet linki

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

  manolya41> Forum Mesajları
    manolya41'e ait Toplam 9827 Forum Mesajı var
<<1...100...200...300...400...500...592593594595596597598599600601602 603604605606607608609610611612...700...800...900...983>>


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Geleneksel Türk Çalgıları>
  23.Eyl.2008 Sal 21:15:13
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

KLASİK KEMENÇE



Koçkarca



Koçkarca



Komuz(Kırgız)



Köktar



Mandolin



Ok Ve Yay



Rebab




Rübab


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Film, Sinema, Dizi, Belgesel, Program >En İyi Giyinen 10 Karakter>
  23.Eyl.2008 Sal 21:10:13
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d

1) Tyler Durden
Brad Pitt - Dövüş Kulübü - Fight Club (1999)


2) Kleopatra
Elizabeth Taylor - Cleopatra (1963)


3) Roger Thornhill
Cary Grant - North By Northwest (1959)


4) Lisa Carol Fremont
Grace Kelly - Arka Pencere - Rear Window (1954)



5) Sam "Ace" Rothstein
Robert De Niro - Casino (1995)



6) Holly Golightly
Audrey Hepburn - Tiffany’de Kahvaltı-Breakfast At Tiffany’s (1961)



7) Julian Kaye
Richard Gere - Amerikan Jigolosu - American Gigolo (1980)



8) Annie Hall
Diane Keaton - Annie Hall (1977)



9) Vivian Ward
Julia Roberts - Pretty Woman (1990)


10) Lt. Pete “Maverick” Mitchell
Tom Cruise - Top Gun (1986)


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Pandora>
  23.Eyl.2008 Sal 21:07:43
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d
Pandora "tanrılar armağanı" anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ilk kadın, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için hazırlandığına inanılırdı.
Efsaneye göre, Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus un kardeşi Epimetheus a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içinden tüm kötülüklerin dünyaya yayılmasına neden olur. Kutuyu son anda kapar ve içinde tek bir şey kalır.Bu da `umut`tur. Pandora mutsuzluk ve dertlerin olmadığı dünyada yaşar fakat kadına özgü merakına yenilip kutuyu açar.Ama başka bir efsaneye göre de Pandora kutuyu açtığında dünyaya kötülük hakim olur ve Pandora kutuyu kapatırken de kutu Pandorayı esir alır...


















manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Mühim Mevzular >Politika, Tarih >Pierre Loti Ve İstanbul>
  23.Eyl.2008 Sal 21:05:30
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d
Ünlü Fransız yazar ve deniz subayı Pierre Loti, yaşamı boyunca İstanbul’a yedi kez gelmiş; tutkulu, derin bir aşkla bir Çerkez kızını sevmiş. Hiçbir yabancı yazar doğunun egzotik kenti İstanbul’u onun kadar sevmemiş. Sık sık gittiği ve çok sevdiği Eyüp’teki Pierre Loti kahvesi, İstanbul’a onun bir hatırası…
Pierre Loti Türkiye seyahatleri süresinde sadece İstanbul un manzaralarını seyretmemiş. Onun hayallerinin temelinde Türklerle birlikte doğu hayatını yaşamak isteği hep olmuş. Bu nedenle aradığı sevgiyi, huzuru bulmak için şehre bir ressam gibi bakmış. Pierre Loti, İstanbul’da bulunduğu dönemlerde Eyüp’te bir kahveye sürekli gelirmiş. Osmanlı kültürüne ve hayat tarzına hayranlık duyan Loti, Eyüp’ten Eminönü’ne bütün Haliç’i tepeden gören bu dingin mekanda, görkemli manzarayı nargilesi ve kahvesi eşliğinde seyreder, burada saatlerce oturur, insanlarla sohbet edermiş. Onun bu şehre olan saygısı saygıyla karşılık görmüş. Pierre Loti’nin Eyüp’te oturduğu kahveye ismi verilmiş. Divan Yolu’nda kaldığı ev muhafaza edilmiş. Kahveye giden sokağın adı Pierre Loti Sokağı olarak değiştirilmiş.
Pierre Loti bir Türk gibi giyinerek, elinde tespih, başında fes, bir İstanbullu gibi Eyüp’teki bu kahveye gelmiş gelmesine, kahveye de adı verilmiş. Ancak sonradan bu tepe olduğu gibi onun adını alarak bir kompleks haline getirilmiş. Ve Pierre Loti Tepesi adını almış.
Tamamı eşi benzeri olmayan müthiş bir İstanbul ve Haliç manzarasını gören tepede, ayrı ayrı alanlarda hizmet veren ve tarihi dokuyu koruyarak bugünün koşullarına restorasyonla uyarlanmış beş ayrı bölüm bulunuyor.
Turquhouse Boutique Hotel, İstanbul Haliç’teki, geçmişi 18. yüzyıl sonlarına dayanan, eski Türk konaklarının yeniden yorumlanmış haliyle ve 67 odasıyla hizmet veriyor. İçeriye adım atınca, Pierre Loti nin nargilesini fokurdatırken Haliç ve İstanbul u seyrettiği o müthiş manzarayla eski günlere döndürüyor. İstanbul’un neden en çok bu tepeden resmedildiğinin cevabı bu manzarada saklı olsa gerek. Haliç ve İstanbul’u tümüyle kucaklayan manzarası ile Aziyade 120 kişilik bir restoran. Osmanlı mutfağının saraylara layık lezzetlerinin servis edildiği, Pierre Loti Tepesi’nin bir başka bölümü. Güzel havalarda alt terasında, yine Haliç manzarasıyla hizmet veriyor. Neo-klasik tarzda döşenmiş, yine tümüyle Haliç ve İstanbul manzaralı Yeşil Cafe ise, kompleksin, hafif bir müzik eşliğinde, pastane ve kafe hizmeti veren bölümü.
Tarihi Kahve ise misafirleri 150 yıl geriye götürüyor. Burası Pierre Loti’nin müptelası olduğu Türk kahvesini yudumladığı, Haliç ve İstanbul manzaralı tarihi kahve burası. İster kahvenin pastane ürünlerinden sipariş ediyor, ister yanınızda getirdiğiniz simitle çayınızı bu enfes manzara eşliğinde yudumluyorsunuz.
Bir diğer bölüm Nargilevi ise, büyük ölçüde localardan oluşuyor. Diğer bölümleri ise yer minderleri ve karşılıklı masa-sehpalı oturma gruplarıyla döşenmiş. Kapalı alan olarak nargile sadece burada servis ediliyor. 170 kişilik ağaçlı Nargile Bahçesi’nde ise nargilenize sıcak ve soğuk içecekler de eşlik ediyor.




Gerçek adı Louis Marie Julien Viaud olan Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış. Çocukluğunda resim eğitimi almış, piyano çalmış, fotoğraf çekmiş, Latince, Yunanca ve İngilizce dillerini öğrenmiş. Ağabeyi gibi denizci olmaya on beş yaşında karar vermiş. Deniz Harp Okulu sınavlarına hazırlanmak için gittiği Paris, o yaşta yalnızlığı hissettiği ilk yer olmuş. Bu süre zarfında içini bir deftere dökmeye başlamış. 1866 yılı Kasım ayında yazmaya başladığı günlük, sonradan yazacağı kitapların başlangıcı olmuş. Nihayet Deniz Akademisi’ne girmiş ve 1865’de okulu bitirmiş. 1881’de yüzbaşı, 1906 yılında da albay rütbesini almış.
Julien Viaud ilk kez asteğmen olarak Jean-Bart gemisiyle çıktığı uygulama gezisi sırasında Türk topraklarına ayak basmış. Gemi, 20-25 Şubat 1870 tarihleri arasında kısa bir süreliğine İzmir limanında demirlemiş. Bulunduğu yerle ilgili çok da fazla fikir sahibi olacak zamanı olmamış. Türkiye ye bir sonraki gelişi 1876 yılından önce Tahiti ve Senegal’de bulunmuş. Tahiti’de Kraliçe Pomaré nin ailesi, ona Büyük Okyanus’ta yetişen bir çiçeğin adı olan Loti’yi, yani daha sonra kitaplarını imzalayıp kullanacağı adı takmışlar.
Ve Aziyade…
Selanik teki Fransız ve Alman konsolosları öldürülünce, hükümetleri, suçluların cezalandırılmasını istemişler ve idamları izlemek için çokuluslu bir filo Selanik e gönderilmiş. Loti’nin çalışmaya başladığı Couronne fırkateyni bu filodaki gemilerden biriymiş. Gemiden inip kenti gezdiği sırada bir cami avlusunda ilk kez Aziyade’yi görmüş. Tacir Abeddin’in dört hanımından en genci, bir Çerkez kızı olan Aziyade ve yemyeşil gözlerini…
Aziyade nin hizmetçisi Hatice ve Loti’nin Selanik rıhtımlarında tanıştığı Musevi kayıkçı Samuel in katkılarıyla gizli buluşmalar başlamış. Buluşmalar aşka dönüşmüş. Bu arada Loti, İstanbul daki Gladiateur gemisinde bir göreve atanmış. Ve ilk kez 1 Ağustos 1876’dan, 17 Mart 1877’ye kadar Osmanlı başkentinde yaşamış. Bu arada sonbaharda Selanik’ten İstanbul’a gelecek olan Aziyade’yi beklemiş. Kısa süre Beyoğlu’nda bir otelde kalmış. Derken Haliç’i ve müthiş İstanbul panoramasını gören bir eve yerleşmiş. İlk Türkçe derslerini bir Ermeni papazından o günlerde almış. Sonraki yıllarda Türkçe konuşup, Türkçe şarkılar söylemiş. Loti, Türkiye ile ilgili tüm eserlerinde tarihlere, mekanlara özel bir önem vermiş; yerleri, isimleri, hep Türkçe kullanmış. Sadece Aziyade romanında 100 tane Türkçe kelime geçtiği söyleniyor.
Eyüp’teki evine taşınıp doğunun ona sunduğu egzotik yaşamın tadını çıkarmış. Gelenekleri benimsemiş, kaftan giymeye başlamış, sonra da vazgeçemeyeceği nargileyle tanışmış, Karagöz seyretmeye gitmiş. Bu genç denizci, zamanla Eyüp halkından biri olup çıkmış.
Aziyade, Selanik ten İstanbul a gelince Eyüp’teki evinde birkaç gün süren buluşmalar başlamış. Çünkü Aziyade’nin kocası sık sık İstanbul’dan ayrılıyormuş. Aralarındaki aşk, yerine bir şey konamayacak bir tutkuya dönüşmüş. Loti nin aşkı romantik, hayallerden uzak, gerçek, samimi ve derin bir aşk olmuş. Ve bu büyük aşk, ona Türk dünyasının kapısını açmış. Farkına varmadan Türkleştiğini zamanla kendisi de itiraf etmiş. Kendi ülkesiyle ilgili duyduğu coşkuları artık Türkiye için de duyar olmuş.


Pierre Loti imzası
17 Mart 1877 de, Türk-Rus Savaşı nın çıkmasından bir süre önce, sevgilisine döneceği sözünü vererek İstanbul dan ayrılmış. İçini kaplayan özlem ona, 1879’un Ocak ayında çıkan ilk romanı Aziyade’yi yazdırmış. Roman hemen değilse de, bir yıl sonra büyük yankı uyandırmış. Zaten Pierre Loti nin edebi hayatı ve kariyeri önce bir Türk romanı olan Aziyade ile başlamış ve Supremes Visions d Orient (Doğunun Son Görüntüleri) romanıyla sona ermiş.
Romanlarında Pierre Loti imzasını ilk kez üçüncü romanı Le Roman d un Spahi de kullanmış. Pierre Loti, 6-8 Ekim 1887 tarihleri arasında, yani on yıl sonra ikinci kez Türkiye’ye geldiğinde Aziyade’yi bulamamış. Bu üç gün içinde eski günlerin izlerini aramış. En sonunda Aziyade’nin öldüğünden emin olmuş. Onu bulmak için çırpınıp durduğu günlerin sonunda, Topkapı’da Aziyade’nin mezarını bulmuş. O günden sonra her İstanbul’a gelişinde bu mezarı ziyaret etmeyi görev haline getirmiş. Bu üç günlük İstanbul yolculuğundan bir yapıt daha doğmuş: Fantôme d Orient (Doğudaki Hayalet).
İstanbul’a, 12 -15 Mayıs günleri arasında üçüncü kez gelişinin nedeni ise pek açık değil. Bilinen, bu gelişinde Yıldız Sarayı’nda Abdülhamit ile görüştüğü ve Mecidiye nişanıyla onurlandırıldığı… Bu yolculuktan sonra Constantinople en 1890 yapıtı ortaya çıkmış. 12-18 Mayıs tarihleri arasındaki dördüncü gelişinden sonra, bu yolculuğunu La Galilée nin sonuna eklediği La Mosquée Verte de anlatmış. 9 Eylül 1903 günü Pierre Loti beşinci kez İstanbul a geldiğinde, artık elli üç yaşında, ünü dünyaya yayılmış bir yazarmış.
Loti, 1910 yılında, altmış yaşında denizcilikten emekli olmuş. Ve 1910 ağustosunda altıncı kez İstanbul a gelerek, 15 Ağustos - 22 Ekim 1910 tarihleri arasında, dokuz hafta İstanbul’da kalmış.
Çemberlitaş ta tuttuğu bir eve yerleşmiş ancak kısa süre sonra hastalanıp hastaneye yatırılmış. Fransız konsolosunun Ortaköy deki yazlık evinde uzun bir iyileşme dönemi geçirip iyileşince, 23 Ekim 1910 günü, bir daha hiç gelmeyeceğini sanarak Türkiye den ayrılmış.

İstanbul’a son yolculuk
Pierre Loti 1910’lu yıllara kadar, Türkiye yi seven, ona aşık olan, Türkler gibi yaşamak isteyen romantik bir yazar olarak tanınmış. 1911 de İtalyan ların Trablusgarb ı 1913 te Balkan ülkelerinin Trakya yı işgale kalkmaları Loti yi bir anda kendi içine dönük sessiz, sakin bir yazar olmaktan çıkarıp, sevdiği milleti ve vatanı savunmaya yöneltmiş.
Türklerin sesini Avrupa ya duyurmaya başlamış. Kalemiyle Avrupa ya bir nevi savaş açmış. 30 yıl boyunca Türkiye de olağanüstü ve egzotik bir hayat yaşayan Loti, Avrupa da ikinci memleketinin sözcülüğünü yapmış. Loti, o günlerde Avrupa’da Türkiye yi savunmaya cesaret edebilen tek ses olmuş. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, bir şükran belirtisi olarak Loti’yi İstanbul a resmen davet etmiş. 12 Ağustos - 17 Eylül 1913 tarihleri arasına rastlayan bu yolculuk onun Türkiye ye yedinci ve son gelişi olmuş. İstanbul da kaldığı süre içinde hükümet ve saray mensupları ile görüşmüş, padişah tarafından kabul edilmiş.
18 - 21 Ağustos günleri arasında Edirne ye yaptığı yolculuk sırasında trenin geçtiği her yerde nerdeyse bir kurtarıcı gibi coşkuyla karşılanmış. İstanbul a dönüşünden Fransa ya hareketine kadar Yavuz Selim de kendisi için özel olarak hazırlanıp döşenmiş bir evde ağırlanmış.
Pierre Loti 10 Haziran 1923’de, ardında kırk yapıt bırakarak Fransa’da ölmüş. Kitapları İngilizceye, Almancaya, İtalyancaya, Japoncaya çevrilen bu yapıtlardan yedisi Harf Devrimi nden önce eski yazıyla Türkçeye de çevrilmiş. Pierre Loti nin Türkiye ile ilgili yazdığı tüm eserler bugün birer belgesel niteliği taşıyor.

İstanbul ve Pierre Loti

Julien Viaud, Fransız edebiyatında 1881 yılından itibaren yazar Pierre Loti olarak tanınmaya başlamış. Denizcilik mesleğinin yanında yazarlık, ömür boyu onun tutkusu olmuş. Pierre Loti, yazarlığı bir yana, çok renkli yaşamı ve kişiliğiyle, özellikle yaşadığı dönemde ve o dönemin koşulları altında İstanbul’da ilgi odağı olmuş ender bir yabancı. Çünkü hiçbir yabancı yazar Pierre Loti kadar Türkiye yi sevmemiş.
İstanbul, Pierre Loti için Türkiye nin sembolünden ziyade, tüm doğunun sembolü olmuş. Loti, daha 1876 daki ilk gelişinden itibaren İstanbul’da bir yakın dost gibi karşılanmaya başlamış. En önemlisi de, kendisini bir Türk dostu olarak hissetmesi olmuş. Türkler Pierre Loti yi onun kendilerini sevdikleri kadar sevmişler.
Loti birçok Türk’le arkadaşlıklar, dostluklar kurmuş. Padişah ve sultanların huzuruna kabul edilmiş. Denizciliği nedeniyle Tahiti’den Mısır’a, Çin’den Amerika’ya çok yer gezmiş.
Fakat Türkiye’yle gönül bağı ayrı; Pierre Loti Türkiye yi ikinci yurdu saymış. Bulunduğu sürece hep dünyanın en güzel ülkelerinden birinde yaşadığına inanmış.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Japon Bebek Sanatı>
  23.Eyl.2008 Sal 21:01:31
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d


Bebek yapımı Japonya’da eski çağlardan beri devam eden bir gelenektir. Eskiçağlarda Japonlar dinsel törenler veya krallar ve diğer soylu kişilerin mezarlarına koymak için çamur, kağıt vb. malzemeler kullanarak bebekler yapmışlardır. Bunlara örnek olarak 4 ile 6. yy. arasında çamurdan yapılmış Haniwa’lar verilebilir.

Bebekler daha sonra festival süsü, dinsel adetler, uğur sembolü vb. olarak gelişim göstermiş, ve bugünde Japon kültüründe önemli bir yeri olan geleneksel sanat eserleri içinde yer almışlardır.Aşağıda Japonya’nın ünlü bebeklerinin bazılarının açıklamalarını bulabilirsiniz.



Gosho bebekleri başlangıçta İmparatorluk Sarayını süslemek için hazırlanan hediyelerdi.


Kyou bebekleri Kyoto’da üretilirler ve özel olarak işlenmiş muhteşem kıyafetleri ile ünlüdür.Daha çok maiko ve geisha figürleri olarak yapılırlar.


Hakata bebekleri Fukuoka bölgesinde kilden yapılırlar. Bu bebekler özellikle ince detay ve sabır gerektiren bitirme işlemi ile ünlüdür.


Saga bebekleri ilk olarak budist görüntüleri yansıtan heykeltraşlar tarafından yapılmışlardır.


Kokeshi bebekleri Japon bebekleri içinde en tipik olanlarıdır. Silindirik olarak ağaçtan yapılırlar ve Japonya’nın birçok bölgelerinde üretilir.


Daruma bebekleri yuvarlak kırmızı gövdesi, beyaz bir suratı olan fakat göz bebekleri olmayan bebeklerdir. Bu bebekler uzun süre meditasyon yaptıktan sonra ayaklarını kullanamaz hale gelen Zen rahibi Bodhidharma’yı temsil ederler.Daruma bebeklerinin çoğu Gumma bölgesinde el ile yapılırlar. Japonlar genelde bir dilek tuttuktan sonra Daruma bebeğinin yüzündeki bir göz bebeğini boyarlar. Eğer dilek gerçekleşirse diğer gözünü de boyadıktan sonra çöpe atarlar.



Hinaningyou bebekleri Martın üçünde kutlanan Kızlar festivalinde ("Hina matsuri") sergilenmek için yapılmışlardır. Gene buna benzer Mayısın beşinde kutlanan erkek çocuk festivali için Samurai bebekleri de vardır.



Maneki-neko Siyah maneki-nekolara daha çok geisha evlerinde rastlanılmaktadır. Fakat aynı beyaz Maneki-neko gibi, siyah da iş hayatında uğur sembolü olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda Siyah Maneki-neko sağlık beyaz Maneki-neko mutluluğu sembolize eder. Maneki-neko sağ kolu ile para, sol kolu ile bereketi çağırır. Taşıdıkları altın kasesi çağırdıkları para sayesinde elde ettikleri zenginliğin sembolüdür. Günümüzde birçok Japon şirketinin girişinde, iş adamlarının masalarında Maneki-nekolar bolluk, bereket ve kazanç çağırmaktadırlar.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >İlginç Videolar, Fotoğraflar, Grafikler, Sunumlar >Dünyanın En Güzel Kütüphaneleri>
  23.Eyl.2008 Sal 20:57:43
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d



Strahov Teoloji Kütüphanesi Statue of John the Evangelist Holding a Book



Strahov Felsefe Kütüphanesi



Abbey Kütüphanesi St. Gallen, İsviçre



Angelica Kütüphanesi, Roma, İtalya



August Kütüphanesi, Wolfenbüttel, Almanya



Beatus Rhenanus Kütüphanesi, Basel, İviçre


Bernadotte Kütüphanesi, Stockholm İsveç


Biblioteca Angelica, Rome, İtalya


Di Bella Arti Kütüphanesi, Milan, İtalya



Strahov Teoloji Kütüphanesi - Original Baroque Cabinet


Strahov Teoloji Kütüphanesi Statue of John the Evangelist Holding a Book


Strahov Felsefe Kütüphanesi


Abbey Kütüphanesi St. Gallen, İsviçre


Angelica Kütüphanesi, Roma, İtalya


August Kütüphanesi, Wolfenbüttel, Almanya


Beatus Rhenanus Kütüphanesi, Basel, İviçre


Bernadotte Kütüphanesi, Stockholm İsveç


Biblioteca Angelica, Rome, İtalya


Di Bella Arti Kütüphanesi, Milan, İtalya


Do Palacio e Convento de Mafra I Kütüphanesi, Lizbon Coast, Portekiz


Do Pala`cio Nacional da Ajuda Lisboa III Kütüphanesi, Lizbon, Portekiz


Geral University of Coimbra Kütüphanesi, Coimbra, Portekiz


Palafoxiana Kütüphanesi, Puebla, Meksika


De la Real Academia De La Lengua Kütüphanesi, Madrid, İspanya


Alencon Kütüphanesi, Normandy, Fransa


Bibliothe´que Nationale de Fransa, Paris, Fransa


Duke of Humphrey’s Kütüphanesi, Bodleian, Oxford Üniversitesi, İngiltere


Boston Copley Halk Kütüphanesi, Boston, ABD


Old British Reading Room, British Museum, Londra, İngiltere


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Exlibris Sanatı>
  23.Eyl.2008 Sal 20:53:27
fiogf49gjkf0d




Kitabınız sonsuza dek sizin


Exlibris hem dünyada hem de ülkemizde çok az tanınmasına rağmen kökeni çok eskilere giden bir çizim sanatı... Bir kitabın ön kapağının içine, bir ressam tarafından çizilen ve o kitabın sahibini gösteren çizimler, 500 yıldır kullanılıyor.











Exlibris çok bilinen bir kavram değil. Kitap düşkünleri ve plastik sanatların, resim, grafik ve desenin takipçileri exlibris sanatıyla tanışmış olabilirler; ama bunun dışında pek bilinen bir uygulama değil. Bu yüzden biz de exlibris’in ne olduğundan kısaca söz ederek başlamak istiyoruz.
Exlibris, en kısa ve anlaşılır tarifiyle bir kitabın kime, yani hangi okura ait olduğunu gösteren bir sanat eseridir. Kitapların ön kapak içine, kitabın sahibinin isteği üzerine bir çizer tarafından yaratılan bir desenin yapılması esasına dayanıyor. Exlibris denen bu kişisel damganın ilk kez nerede ve nasıl ortaya çıktığına değineceğiz. Fakat belki daha önce bunun kitaplara yansımadan önce başka objeler için geçerli olan bir uygulama olduğunu anlatmalıyız.
Çok eski çağlarda, insanların temel ihtiyaç maddelerinin ticari amaçla taşınması sırasında amforalar kullanılırdı. Zeytinyağı, şarap gibi akışkan tüketim maddeleri bu amforalarla taşınırdı ve özellikle bizim Ege kıyılarımız, o eski çağların önemli liman ticareti merkezleri olduğundan, burada yaşayan Yunan kolonileri amfora üretiminde bir tür ustalığa erişmişti. Bugün Bodrum Sualtı Arkeolojisi Müzesi’nde sergilenen çok sayıda amfora, bizim kıyılarımızdaki batıklardan gün ışığına çıkarıldı. İşte bir objeye “kalıcı imza” atma düşüncesi bu çok eski tarihlere kadar uzanıyor. Amfora dönem için çok önemli bir taşıma aracı olunca bu amforaların üretiminde ustalaşan Yunan zanaatçılar da eserlerinin diğerlerinden ayrılması için kendi imzalarını ya da atölyelerinin imzalarını amforalar üzerinde kullanmaya başladılar. Bir başka deyişle, kişilerin bir nesnenin “kendilerine ait” olduğunu vurgulama arzusu çok eskilere dayanıyor.
Bir kitabın sahiplenilmesi anlamında ise bu süreç daha çok matbaanın kullanılmaya başlanmasından sonraya dayanıyor. Matbaa öncesi elle yazılan ve çoğaltılan kitaplar, usta hattatların izini taşırdı. Kitaplara sahip olmak yaygın bir şey değildi ve gerek Avrupa’da gerekse doğu toplumlarında kitaplar genellikle saraylara, dolayısıyla kral ve prenslere ait olurdu. Ayrıca Avrupa’da kiliselerin, Müslüman toplumlarda ise medreselerin kütüphaneleri bulunurdu. İşte o dönemin “butik” üretimi sırasında hükümdarlara ve onların haleflerine ait kitaplar özel olarak kaleme alınır ve başkaca bir işarete gerek duyulmadan, kitabın kimin için çoğaltıldığı anlaşılırdı.
Ama 15. yüzyıldan başlayarak, kitapların matbaa makineleriyle çoğaltılmaya başlanması, bir yandan çok yaygın bir okuma olanağı yaratırken, diğer yandan elle yazımın getirdiği özgünlüğü bir standarda bağladı. “Özel” kişilerin kitapları, o çok sayıda baskının arasında ayırt edilemiyordu. Avrupa’da, matbaada çoğaltıldığı halde kral ve prenslere ya da önemli kiliselerin kütüphanelerine hazırlanan kitaplar için bir farklılık yaratılması düşünüldü. Başlangıçta bu farklılık küçük bir etiket gibi tasarlanmıştı ve “…’nın kütüphanesinden” anlamına gelen exlibris sözcüğü ile birlikte sahibinin adını içeriyordu. Sonra zamanla bu etiketler, kitabın sahibine dair küçük görsel çağrışımlar sağlayacak desenler de taşımaya başladı. Böylelikle exlibris sanatının ilk tohumları atılmış oldu.
Bugün bilinen en eski exlibristin, 15. yüzyılın ortalarında Güney Almanya’da ortaya çıktığı sanılıyor. Daha eskisi bulunana kadar, eldeki en eski exlibris olarak, 1450’li yıllarda “Igler” (Kirpi) lakabıyla anılan Alman papaz Johannes Knabenberg için yapılan ve çayırda bir çiçeği ısıran kirpinin betimlendiği 19 santim boyutundaki çalışma kabul edilecek.



Matbaa tekniğinin gelişimi ve kitap kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte exlibrisler, Almanya’nın yanı sıra diğer Avrupa ülkelerinde de görülüyor. Pek çok ünlü ressam, exlibrisleriyle de tanınır. Günümüze kadar pek azı gelebilmiş olsa da “Melancholia” tablosuyla ünlü ressam Albrecht Dürer’in, “Çığlık” tablosuyla ünlü Edvard Münch’ün, Paul Klee’nin exlibrisleri ustaların görsel zenginliğini yansıtıyor. Çağdaş ressamlardan Picasso ve Oscar Kokoschka da ürettikleri exlibrisleriyle tanınıyorlar.
Bu sanatın Türkiye’deki gelişimi ise, malum, matbaanın gecikmesiyle birlikte gecikiyor. Daha önce kişisel mühür gibi işaretler kullanılan Osmanlı’da, bu mühürler kaligrafik tasarımlar olarak yapıldığından, temsil ettikleri kişilerin arması olarak da görülüyordu. Özgün anlamıyla exlibrisler ise Türk toplumuna batıdan gelen kitaplar aracılığıyla giriyor. İkinci el satışlarla ya da yurtdışındaki müzayedelerden edinilen kitaplarda exlibrislere rastlanıyor. Robert Kolej ya da bugünkü Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesindeki kitaplarda, kolej döneminden kalma ve kütüphaneyi temsil eden exlibrisler yer alıyor. Asıl gelişim ise 1980’lerde ve hatta 90’lardan sonra gerçekleşiyor. 1996 yılında İtalya’da yapılan 3. Exlibris Bienali’nde birincilik ödülü kazanan ve exlibris sanatının Türkiye’de yerleşip gelişmesini, tanınmasını sağlayan Hasip Pektaş, Ankara merkezli Exlibris Derneği’nin de kurucusu ve başkanı.







Exlibrisler, sadece kitaba ilişkin bir sahiplik ilişkisini bildirmiyor; kitabı elinde tutana, işi biter bitmez onu sahibine ulaştırması gerektiğini de hatırlatıyor.


Exlibris yapıştırıldığı veya içine iliştirildiği kitaptan çok, ait olduğu kişinin etiketidir.




Başlangıçta ödünç verilen kitapların geri dönmesini sağlamak gibi işlevsel amaçları olan exlibrisler, zamanla bir ihtiyaçtan çok, sahibini anlatan, yapıldığı zamana


dair ipuçları veren küçük boyutlu tasarımlar haline geldi.








Çukur baskı, yüksek baskı, yeniden çoğaltma, ağaç oyma, linolyum, metal, kuru kazıma, taş, lastik damga baskıları kullanılan onlarca teknikten sadece birkaçı. Son yıllarda bilgisayar tasarımları ile serigrafi, exlibris sanatçıları tarafından yoğun olarak kullanılıyor.



Exlibris sanatının en fazla tanındığı yerler Doğu Avrupa ülkeleri. Bulgaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti en fazla exlibris sanatçısına sahip ülkeler arasında.

Exlibrisi resim ve diğer görsel sanatlardan ayıran, içinde tipografinin, yani yazının da olması. Kullanılan harfler ve karakterleri bir exlibrisi başarılı veya başarısız yapan en önemli etken. Çünkü asıl amaç, kitabın kime ait olduğunu yazı yolu ile anlatmak.
Yazı resmin içine yerleştirilirken kaybolmamalı.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Sanat ve Felsefe >Goya nın Kayıp 3 Eseri>
  23.Eyl.2008 Sal 20:24:52
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d


İspanyol ressam Francisco de Goya nın 130 yıl önce yaptığı ve kayıp olduğu sanılan bu üç çizmi 7.9 milyon dolara satıldı. Londra daki Christe s müzayede evi tarafından satılan ve en son 1877 de Paris te yapılan bir satışta yer aldığı belirtilen çizimler, İsviçre deki özel bir koleksiyonda bulunuyordu. Çizimler bugüne dek hiç çerçevelenmediği ve ışığa maruz bırakılmadığı için "olağanüstü" durumda olduğu kaydedildi.

Sanatçının, "Cadılar ve Kadınlar" olarak adlandırılan D albümündeki "Down They Come" adlı resimde, boşlukta uçan ve birbirleriyle kavga eden 4 kadın yer alıyor. Bu resim, açık artırmada 4,5 milyon dolara satılarak, Goya’nın kağıt üzerindeki eserlerine verilen en yüksek fiyata ulaştı. Dua eden bir adamın tasvir edildiği "Repentance" adlı resim 1,9 milyon dolardan alıcı bulurken, "The Constable Lampinos Stitched Inside a Dead Horse" resmi 1,5 milyon dolardan satıldı.



Alba Düşesi 1795




Doña Isabel Cobos de Porcel 1806




4. Charles ve Ailesi 1800



Riña en el Mesón del Gallo 1777




Cazador junto a una fuente1786-1787




La cometa - 1778




La vendimia 1786-87




Su Taşıyan Kadın




Demirhane 1819




Güzel Kadın ve Maskeli Adamlar 1777


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Kültür Sanat Hobiler >Film, Sinema, Dizi, Belgesel, Program >En Ünlü Femme Fatale ler>
  23.Eyl.2008 Sal 20:21:38
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d


LOLA LOLA
Josef Von Sternberg in yönettiği DerBlaue Engel- Mavi Melek te sinema tarihinin ilk femme fatale lerinden Lola Lola rolünde bu filmle dünya çapında ünlenen Marlene Dietrich var. Marlene Dietrich ile özdeşleşen filmin yapım tarihi 1930




GILDA
Charles Vidor un yönettiği filmde Rita Hayworth ın oynadığı, filme adını da veren Gilda karakteri filmden daha da ünlü olmuştur. Tek eldivenini çıkararak dans ettiği ve Put the Blame on Mame adlı, her kabahati kadınlarda bulan erkeklerle dalga geçen şarkıyı söylediği sahne sinemanın en simge sahnelerinden biri olarak kabul edilir.




ELSA BANNISTER
The Lady from Shangai da yine Rita Hayworth bir femme fatale , Elsa Bannister rolünde. Dramatik yapısı, anlatımı ve biçimsel özellikleriyle olduğu kadar ayna sahnesi ile de sinema tarihine geçen bu önemli filmin yönetmeni, sinemanın en dahi yönetmenlerden biri olarak gösterilen Orson Welles.



PHYLLIS DIETRICHSON
Türün kodlarını en iyi uygulayan yönetmenlerinden Billy Wilder ın James McCain in romanından uyarladığı 1944 yapımı Çifte Tazminat- Double Indemnity nin femme fatale i Barbara Stanwyck.




BRIGID O SHAUGHNESSY
Sinema tarihinin en iyi filmlerinden sayılan John Huston ın 1942 yapımı filmi Malta Şahini- Maltase Falcon da femme fatale Brigid O Saughnessy i canlandıran Mary Astor, Humphrey Bogart ın personası karşısında ezilmiyor, türe unutulmayacak bir karakter armağan ediyor.




EVELYN CROSS MULWRAY
Türü baştan aşağı değiştiren bu önemli Roman Polanski filmi Chinatown da unutulmaz Evelyn Cross Mulwray rolünde Faye Dunaway var. Dunaway 70 lerin ve femme fatale in çağrıştırdığı birçok şeyin simgelerinden kabul ediyor




CORA PAPADAKIS
James McCain in romanı Postacı kapıyı iki kez çalar- The Postman Always Rings Twice ın bu ikinci uyarlaması sinema tarihine Lange ın canlandırdığı Cora Papadakis ile olduğu kadar, Jack Nicholson ile Jessica Lange arasındaki ünlü mutfak sahnesi ile de hafızalara kazınmıştır.




MATTY WALKER
Klasik kara film sonrası dönemin en ünlü filmlerinden sayılan, kara film ile özdeşleşen entrika, tutku, ihanet temalı Ateşli Bedenler- Body Heat de Kathleen Turner femme fatale Matty Walker ı canlandırıyor. Film erotik sahneleriyle de ses getirmişti.




CATHERİNE TRAMELL
Gösterildiği 1992 yılında sansasyon yaratmış erotik gerilm filmi Temel İçgüdü- Basic Instınct , femme fatale i Catherine Tramell ile olduğu kadar buz kıracağı ve çoğu ülkede sansürlenen sahneleri de hatırlanıyor. Basic Instınct in 2006 yapımı birde devam filmi var




BRIDGET GREGORY/WENDY KROW
Diğer kara filmlere nazaran daha az bilinen 1994 yapımı John Dahl ın yönettiği Son Tahrik- Last Seduction da femme fatale dendiği zaman akla ilk gelen aktrislerden olan Linda Fiorentino Bridget Gregory ve Wendy Kroy rolünde.




CORKY
Matrix in yönetmenleri olarak bilinen Wachowski Brothers ların daha az bilinen kara filmi Bound ile yönetmenler lezbiyen bir ilişkiyi filmin odağına alması dolayısıyla sinema tarihine farklı bir femme fatale armağan ediyorlar. Bu farklı femme fatale i Gina Gershon canlandırıyor




2000 li yılların en iyi ve özgün filmlerinden biri olarak kabul edilen David Lynch ın yönettiği Mulholland Drive- Mulholland Dr. farklı ve farklı olduğu kadar da türe ait bir femme fatale olan Rita rolünde Laura Harring var. Filmde karakterin adı başta olmak üzere Rita Hayworth a ait birçok gönderme bulunuyor




LAURE/LILLY
Daha önce Dressed to Kill , Body Double , Snake Eyes gibi kara filmlere imza atan usta yönetmen Brian De Palma nın adıyla başta olmak üzere türe göndermelerde bulunduğu 2002 yapımı Öldüren Kadın- Femme Fatale in femme fatale i Rebecca Rojmin Stamos.




MARTHA BECK
Ve son femme fatale Martha Beck. Gösterime yeni giren Lonely Hearts ta Salma Hayek Amerika’da adı çıkmış Yalnız Kalpler katillerinden Martha Beck rolünde farklı bir ama her zaman olduğu gibi çekici bir femme fatale e hayat veriyor.


manolya41

manolya41 resimleri


Mesaj Gönder
Forum Başlıkları

 
  CC-Forum> Yaşamdan Kesitler >İlginç Videolar, Fotoğraflar, Grafikler, Sunumlar >Zerafetin Öyküsü Laleler>
  23.Eyl.2008 Sal 20:12:04
fiogf49gjkf0d
fiogf49gjkf0d
Zerafetin Öyküsü Laleler



Başka kimin tarihinde bir çiçeğin adıyla anılan bir devir vardır bilemiyoruz ama lale bizim kültürümüzün ayrılmaz parçalarından biridir. Yaklaşık 2 bin farklı çeşidi bulunan lale yüzyıllar önce insanları kendisine meftun edip, bir devre damgasını vurmuştu.




İnsanı kendine hayran bırakan narin yapraklarıyla “zarif” nitelemesini üzerinde tam anlamıyla yansıtan nadir çiçeklerdendir laleler… Her ne kadar bugünlerde sadece belirli mekânlarda seyredebiliyorsak olsak da, bu güzellik bir zamanlar İstanbul’un simgesiydi. Şöyle bir düşününce gerçekten de İstanbul’a bu zarif çiçekten daha uygun bir sembol bulmakta zorlanıyor insan…
Hani çinilerde işlenmiş, eski ebrularda yer alan badem biçimli, uzunca yapılı, her bir yanından zarafet akan laleler vardır. Lale-i Rumî denen bu kültür lalesinin anavatanı İstanbul’dur. Laleyi İstanbul ile özleştiren de bu laledir. 18. yüzyılın başlarında kaybettiğimiz bu nazlı laleyi şimdilerde ancak eski sanat eserlerinde görebiliyoruz. Yaklaşık 2 bin farklı çeşidi bulunan lale bir dönem insanları kendisine meftun edip, bir devre damgasını vurmuştur.
Başka hangi milletin tarihinde bir çiçeğin adıyla anılan bir devir vardır bilemiyoruz. Fakat lalenin bizim kültürümüzün ayrılmaz parçalarından biri haline geldiği açıktır. Özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısından 18. yüzyılın ortalarına değin, İstanbul’da asaletin ve zarifliğin en değerli öğesi sayılan lale etrafında, mimariden edebiyata kadar zengin bir kültür oluşmuştur. Lale bahçesi olanlara lalezari, lale bahçelerine lalezar, lale için yazılan metinlere de lalename denilmiştir.



Lalenin mevsimi

Soğanlı bitkilerden olan lale için en uygun topraklar Orta ve Batı Asya’da bulunmaktadır. Zaten ilk laleler de Anadolu’nun yüksek dağlık bölgelerinden getirilerek saray bahçelerine devşirilmiştir. Türkiye, Afganistan, İran, Kazakistan, Türkmenistan toprakları lale yetiştiriciliğine en müsait yerlerdir.
Lale soğanları ekmek için en uygun vakit eylül sonlarından kasım başlarına kadarki zaman dilimidir. Çünkü soğuk havalarda kök gelişimini harekete geçirmek için hareketsiz durmaya ve zamana ihtiyaç duyarlar. Ne kadar soğuk bir iklimdeyse lale o kadar çabuk büyür. Eğer soğuk bir iklimde yaşıyorsanız soğanı eylül ayında ekmek gerekirken, ılıman iklimde bu ekme mevsimi aralık ayına kadar uzayabilir. Tek kural, laleler toprak donmadan ekilmelidir.
Eğer laleyi ekme mevsiminden önce aldıysanız ve bir süre saklamanız gerekiyorsa bu iş için en uygun yer buzdolabı olacaktır. Fakat etilen gazı salgılayan olgun sebze ve meyvelerden uzak tutmanız gerekir.
Lalelerin toprakla buluşma vakti geldiğinde, 16 santimetre kadar derine, aralarında 2,5 santimetre kadar mesafe bırakılarak ekilip üzeri koruyucu bir tabakayla örtülmelidir. Bu aşamalardan sonra, uzunca bir kış uykusunun ardından nisan başlarında laleler güzel yüzlerini göstermeye başlarlar. Nisan sonunda beyaz, sarı, kırmızı gibi tek renklilerden, beyazlı kırmızılı, sarılı turunculu rengârenk laleler, seyredenleri büyülerler. Mayıs sonunda ise bir dahaki baharda uyanmak üzere veda ederler.
Lale tamamen solduğunda, çiçeği tohuma kaçmaması için kesilip yaprakları bırakılır. Böylelikle bitki gelecek bahar için fotosentez yoluyla enerji depolar. Bitki güneşten gelen oksijen, nitrojen, fosfor ve potasyum gibi elementleri besine dönüştürür. Bu besin soğanın içinde beyaz etli kısmında bir sonraki bahar için depo edilir.



Lale çiçek açma mevsimini bitirdikten sonra artık çok fazla güneş almayan serin bir yerde yalnız bırakılması gerekir. Işığı ve sıcağı pek sevmeyen lalenin bir dahaki baharda bahçemizi süslemesinin yegâne yolu budur.



“Birlik” sembolü lale

Osmanlı’nın lale sevgisi ve kültürü Anadolu Selçuklularına dayanmaktaydı. Hem Anadolu Selçuklularının hem de Osmanlının laleye bu kadar değer vermesinin başlıca nedeni dindir. Lale mistik bir yaklaşımla “birlik” işaretidir.
Her lale soğanı bir sap ve bir çiçek verdiğinden lale tevhit simgesi olarak kabul edilmiştir. Arapça yazılışı da “kelime-i tevhid”in harfleriyle başlar. Yine Arapça “Allah”ın başındaki “elif” harfi ile lale arasında bir benzerlik kurulabildiği gibi, laledeki “lâmelif, lâm ve he” harfleriyle İslamiyet’in sembolü olan hilal sözcüğü yazılmaktadır.
Tüm bu benzetmelerin bir sonucu olarak lale, doğal ve estetik özellikleri bir yana İslami bir yorumlayışla kutsal sayılmıştır. İstanbul’un ilk kültür lalesi “lale-i Rumî”yi yetiştirenin ve laleciliğe öncülük edenin Şeyhülislam Ebussuud Efendi olması da bu açıdan anlamlıdır. Lale için İstanbul’da uygun görülen ortamlar da genellikle tekke ve cami bahçeleriyle has bahçeler, çiçekçi bahçeleri olmuştur.



Kırlardan Saraya

Bir kır çiçeği olan lalenin kültür çiçeğine dönüşümü, bununla da yetinilmeyip yüzlerce türünün yetiştirilmesi, İstanbul çiçekçiliğinin büyük bir başarısıdır. İstanbul’da lale için en uygun mekânlar Eyüp ve Kâğıthane vadisinin toprakları olmakla birlikte, uzun bir zaman boyunca İstanbul surlarından Edirne’ye giden yollar boyunca tarlalarda lale yetiştirilmiştir. Gezginlerin anlattıklarına göre Lüleburgaz’a kadar lale ve şakayık tarlaları vardı.
Avrupa’nın laleyle tanışma öyküsü de işte bu dönemde tarihlenir. Augier Ghislain de Busbecq, 1562’de memleketine dönerken arasında “dülbend lalesi” denen türün de bulunduğu lale soğanlarını yanında götürmüştür. Aynı yıllarda Augsburg’da bir egzotik bitki bahçesinde Tulipa turcarum (Türk tülbendi, Türk lalesi) yetiştirilmeye başlanmıştır. Ünlü botanist Linnaeus’un bilim literatürüne “tulipa” olarak geçirdiği ve Busbecq’in de anılarında sözünü ettiği bu çiçek tülbent lalesinden başka bir şey değildi. Lalenin Avrupa diline tülbent kelimesinden dönüşerek “tulip” adıyla girmesi de buna dayanır.



Tulipomanlık (Aşırı lale tutkusu)
Lalenin, İstanbul’un has bahçelerine ekilmek üzere siparişine ilişkin en eski belge II. Selim dönemine aittir (1566-1574). Kırım’dan getirtilen 300 bin adet sahraî lale soğanı İstanbul kültür lalelerinin ilklerindendi. Bu dönemde lale düşkünlüğü doruğa çıkarken 17. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’un sıkıntılı ortamında bu düşkünlük bir ölçüde yavaşlamıştı. 1651’de ise yüzyıl kadar önce Avrupa’ya götürülen lalelerin soyundan 10 çeşit frengi lale soğanını dönemin Avusturya elçisi İstanbul’a hediye getirdi. “Lalenin İstanbul’a dönüşü” diye adlandırılan bu tarih, İstanbullu lale meraklıları için tulipomanlığın (aşırı lale tutkusu) başlangıcı sayılır.
Bu dönemde kimsede olmayan lale çeşitleri yetiştirme, lale üzerine eserler yazma heveslileri oldukça artmıştı. Kentte, gündemi sadece çiçek ve lale olan söyleşiler, toplantılar saray ve konaklarda sık sık yineleniyordu. Çiçek müzakereleri denen bu oturumlarda sadece çiçek ve lale konuşuluyordu.


İstanbulluların bir zevki de boş zamanlarında ve tatillerde lale tarlalarına gezmeye çıkmaktı. Özellikle Eyüp sırtlarına ve Kâğıthane vadisine gidiliyor, lalezarlardan alınan renk renk laleler, kavukların, sarıkların kıvrımlarına iliştiriliyordu. Bu gezilere İstanbul dilinde “lale seyranına çıkmak” denmekteydi. Şairler ise her ilkbaharda yeni bir yarış başlatarak yazdıkları şiirlerde lalelere övgüler sıralamaktaydı.
Lalenin bir taşra çiçeği olarak İstanbul’a ve saray muhitine girişini Şair Necati şöyle dile getirir: “Taşradan geldi çemen mülküne bigane deyu/ Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler” (O güzeller, taşradan geldiği için çemen ülkesinin adetlerine yabancıdır diye, gül devrinin sohbet meclisine laleyi yaklaştırmadılar.)
İstanbul’da lalezar keyfini süren ilk padişah olarak Avnî (Fatih Sultan Mehmed) ise bir şiirinde duygularını şöyle anlatır: “Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider/ Çün irer fasl-ı hazan, bağ ü bahar elden gider/ Gırre olma dilnera; hüsn ü cemale kıl vefa/ Yok bekası kimseye nakş ü nigar elden gider” (Ey sevgili, şarapla doldurduğun kadehleri dağıt ki bir gün gelir bu lalelikler solar, elde ne bahar kalır ne bağ/ Güzellikle mağrur olma, bir gün hepsi, bütün gözler, bütün güzel yüzler elden gider...).




Lalenin saltanat dönemi: Lale Devri

Lalenin başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede İstanbul’da değer kazanması Lale Devri’nde doruğa ulaşmıştı. Bir hat sanatçısı olan ve Topkapı sarayındaki odasını lale motifleriyle bezeten III. Ahmet (1703-1730) sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa gibi lale tutkunuydu.
Bu döneme adını veren lale, padişahtan kenar halkına kadar herkes için ziynet, servet ve onur öğesi oldu. İbrahim Paşa’nın sadrazamlığına değin, Osmanlı’da ve Avrupa’da bir çiçeğin bu düzeyde rağbet gördüğüne bir başka örnek yoktur. Kuşkusuz bu tutkuda İstanbulluların eriştiği ince zevk oldukça etkili olmuştu. Kısa zamanda kentin her tarafında lalezarlar düzenlendi. Lale eğlenceleri ve müsabakaları yapılmaya başlandı.
O zamanlar Osmanlı’ya gelen Avrupalı seyyahların anlattığına göre, lale bahçelerine kristal fanuslar, aynalar yerleştiriliyor, bazı yerlerde de değerli vazolar içine en kıymetli laleler konuluyordu. Geceleyin yakılan ışıklarda lalelerin renkleri değişiyor, beride bir müzik faslı geçiliyordu. “Hürmüz”, “dûşîze”, “elmaspâre” gibi yüzlerce lale arasında herkesi heyecana boğan derece yarışları yapılıyordu. Boğaziçi ve Haliç sahillerini süsleyen kasr-ı hümayun bahçeleri, Topkapı Sarayı’nın iç bahçeleri, baştanbaşa lalezarlarla bezeliydi. Çırağan, Sa’dâbâd, Neşatâbâd bahçelerinde yetiştirilen lalelerin hava sıcaklığından güneşten renkleri uçmasın diye üzerlerine beyaz örtü çekilmesi adet haline gelmişti.



Akıl almaz lale piyasası
İstanbul bu 17 yıllık kısa dönemde dünyanın, alıcısı en çok lale pazarı oldu. Kimileri kıskanarak kendi yetiştirdikleri laleleri satmak istemiyor, kimisi de kendilerinde olmayan soğanlarla diğerlerini değiş-tokuş ediyordu. Fakat bu düzensiz lale piyasası halk arasında bazı huzursuzluklara neden oldu. Kimi kadınlar, değeri binlerce altını bulan laleleri almadığı için eşlerini terk ettiler. İstenen laleler alınmadığı için bazı düğünler ertelenmek zorunda kalındı.
Bunun üzerine Sadrazam İbrahim Paşa laleler için sabit ücretler belirleyen bir düzenleme yaptı. Bu düzenlemeye göre lale fiyatları 1 kuruş ile 1000 altın arasında değişmekteydi. İstanbul’da lale fiyatlarının astronomik rakamlara ulaştığı bu dönemde, Avrupa’da da yüksek fiyatların oluşması dikkat çekicidir. Örneğin “vive le roi” adlı lale bir meraklısı tarafından 2 ton buğday, 4 ton çavdar, 4 öküz, 8 domuz, 12 koyun, 2 bin litre şarap, 4 ton bira, 2 ton tereyağı, 500 kilo peynir ve birtakım kadın elbisesi verilerek alınmıştı.
Lale Devri’ni kanlı bir şekilde kapatan Patrona Halil Ayaklanması’ndan sonra, İstanbul genelindeki tahribat ve halk arasında meydana gelen korku sonucu lale tutkusu da giderek soğumuştur. Diğer yandan lalenin İstanbul’daki değişim süreci, 1730 sonrasında Hollanda’dan getirtilen türlerin revaç bulmasıyla köken değiştirmiş, lale-i Rumî soğanları yitirilmiştir. Kitaplardaki tanımlardan ve resimlerden, yitirilen bu özgün türün çeşitleri badem biçimli, çiçek yaprakları mekikvari ince uzundu. Bu nedenle halk, Avrupa’dan getirtilen laleye “kaba lale” adını vermişti.



Nerede o eski laleler…

Yüzyıllar boyunca Türklerle aynı coğrafyayı paylaşan, Türk kültürüyle özdeşleşen lale maalesef artık yaban ellere yâr oldu. Şimdilerde Türkiye’de dahi birçoklarının aklına lale deyince Hollanda geliyor. Aslında pek de haksız sayılmazlar. Hollanda öyle bir sahip çıkmış ki laleye, nüfusu 725 bin olan başkent Amsterdam’da bile 600 bin lale soğanı bulunuyor. Türkiye’de ise bir zamanlar lale tarlalarıyla meşhur büyük Muş ovasında, köylüler lale soğanlarını söküp yerlerine buğday ekiyor.
Birkaç yüzyıl önce her bir yanı lalezarlarla kaplı İstanbul’da ise lale görmek için eskiden Emirgan, Sultanahmet gibi özel mekânlara gitmek gerekirken şimdilerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı çalışmalarla nisan ayında İstanbul’un her bir yanında lale görebilmek mümkün. Her ne kadar büyük eleştirilere maruz kalsa da Belediye’nin bu çalışmasının, kendi kültüründen uzaklaşan, değerlerine yabancılaşan insanımıza, bir çiçek yoluyla bile olsa bir şeyler hatırlatabilmek adına çok önemli bir hizmet olduğunu düşünüyoruz.


<<1...100...200...300...400...500...592593594595596597598599600601602 603604605606607608609610611612...700...800...900...983>>